buharalıbilvanisli.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

buharalıbilvanisli.com

Sofilerin Buluşma Noktası Buhara
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
buharalıbilvanisli.com Son Konular
KonuYazanGönderme Tarihi
Salı Şub. 08, 2011 11:13 am
Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am
Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm
Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm
Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am
Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 9:37 am
Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm
Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am
Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am
Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm
Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm
Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am
Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm
Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am
Similar topics

 

 İmam Ebu Hanîfe'nin Fıkhı

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
gespenst

gespenst


Mesaj Sayısı : 588
Kayıt tarihi : 24/06/10
Nerden : ANKARA

İmam Ebu Hanîfe'nin Fıkhı Empty
MesajKonu: İmam Ebu Hanîfe'nin Fıkhı   İmam Ebu Hanîfe'nin Fıkhı Icon_minitimeC.tesi Haz. 26, 2010 4:29 pm

İmam Ebu Hanîfe'nin Fıkhı

îmam Şafiî; «İnsanlar fıkıhta Ebu Hanîfe'nin iyâlidir», demiştir. Abdullah b. Mübarek de, Ebu Hanîfe için: «O, ilmin beynidir», der¬di. Bunlar gösteriyor ki Ebu Hanîfe, ilmin özüne ulaşıyor ve ondan sapmıyordu. İmam Mâlik, îmam A'zamla çeşitli ilmî meseleler üze¬rinde tartıştıktan sonra:«O, gerçekten fakihtir», demiştir.
Ebu Hanîfe, gerçekten ulu bir fakihtir. Çağını fıkhıyla doldur¬muş olup insanlar onun hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Çünkü O, fıkhî düşünceye yepyeni bir metod getirmiştir. Yahut da Ebu Hanife'nin kullandığı bu temodu, hiç kimse onun kadar kullananıamış-tır. O, hürdüşünce ve isabetli görüş sahibi idi. Nass'ların zahirleri¬ne sarılan ve mânâlarının derinliklerine dalamıyanlar, Ebu Hanîfe'ye kızmışlar ve onu hakîkattan uzaklaşmakla itham etmişlerdir. Öte yandan, sapık düşünceli kimseler de ona hücum etmişlerdir. Çünkü O, İslâm fıkhında istinbat (hüküm çıkarma) için sağlam esaslar koyuyor ve bunların sınırlarını tesbit ediyordu. [32]

Metodu

İmam Ebu Hanîfe, istinbat için tafsilâtlı olmasa da bir metod getirmiştir. Onun bu metodu, içtihadın bütün türlerini içine almak¬tadır. Kendisi şöyle derdi: «Ben Allah'ın kitabıyla hüküm veriyo¬rum. Kitab'ta bulamazsam Resûlullah'ın sünnetine sarılıyorum. Al¬lah'ın Kitabında ve Resûlü'nün Sünnetinde bir hüküm bulamadı¬ğım zamanlarda da sahabilerin sözlerine bağlanıyorum. Yalnız, sa-habîlerden istediğim kimselerin sözünü alıyor, istediğim kimselerin sözünü almıyorum. Ancak, sabahîlerin sözlerinin dışına da çıkmı¬yorum. Fakat iş İbrahim (Nahaî), Şa'bî, îbni Sîrin, Ata ve Said b. el-Müseyyib'e gelince; onlar nasıl ictihad yapmışlarsa ben de öyle ictihad yapıyorum.» [33]
Bu ifade, Ebu Hanîfe'nin önce Kitab, sonra Sünnet, daha sonra da sahabilerin sözüne dayanarak fetva verdiği, tabiîlerin söz ve gö¬rüşlerine bağlı kalmadığını gösterir. Bu, nass'lara dayanarak ictihad yapmak demektir. Hakkında nass bulunmayan meselelerin hüküm¬lerini açıklamak için yaptığı ictihadlara gelince; bu hususta el-Mekri'nin «Menâkıbu Ebi Hanîfe» sinde, İmam A'zam'm bir çağdaşın¬dan aynen şöyle nakledilir:
«Ebu Hanîfe'nin görüşleri güvenilir (sika) kimselere dayanmak ve kötü (kubh) den kaçınmaktır. Onun ifadeleri; insanların mua¬melelerini, bu muamelelerin düzgün olmasını, onların işlerinin iyi gitmesini sağlayan esasları yakmdan incelemiş bulunmasının bir sonucudur. O, meseleleri kıyasla hallederdi. Kıyası tatbik etmek im¬kânsız olursa istihsana baş vururdu. İstihsan da yürümezse müslümanların örf ve teamülüne göre fetva verirdi. îcmâ' ile kabul edi¬len hadislere sarılır ve bunlara göre kıyas yapardı. Sonra istihsana baş vururdu. Bunlardan hangisi daha uygun düşerse ona göre fet¬va verirdi. Sehl der ki: «İşte Ebu Hanîfe'nin ilmi budur. Bu ise âm¬menin ilmidir.» [34]
Buna göre Ebu Hanîfe'nin ortaya koymuş olduğu metod şu ye¬di esasa dayanır:
1— Kitab: Bu, şeriatın temel direği ve Allah'ın kıyamete ka¬dar bakî olacak nurudur. O, şeriatın genel esaslarım içine alır, asıl hükümler ondan çıkarılır. Yani o, şeriatın anayasasını teşkil eder.
2 — Sünnet: Bu, Allah'ın Kitabım açıklayan, Kitab'daki müc¬mel hükümleri genişleten, Hz. Peygamber'in Rabbından aldığı elçi¬lik görevini tebliğinden ibarettir. Yani o, yakînen İman edenler için bir tebliğ olup onu kabul etmiyenler, Peygamber'in Rabbından aldı¬ğı elçilik görevini de tanımıyorlar demektir.
3 — Sahâbîlerin sözleri: Çünkü sahâbîler, Peygamber'in tebli¬ğini bizzat işitmişler ve vahyin gelişini gözleriyle görmüşlerdir. On¬lar, âyet ve hadisler arasındaki çeşitli münasebetleri bilen Peygam¬ber (S.A.V.)'in ilmini kendilerinden sonraki nesillere aktaran kim¬selerdir.
Tabiilerin sözleri elbette aynı derecede değildir. Çünkü, sahâhbilerin sözlerinin doğrudan doğruya Peygamber'den alınmış olma ih¬timali vardır ve sırf ictihad'dan ibaret değildir. Hz. Peygamber'den rivayet etmeseler de, onların birçok görüşleri Peygamber'in sözle¬rine dayanmaktadır. Hz. Ebu Bekr, Ömer ve Ali gibi Hz. Peygam¬berle uzun zaman arkadaşlık yapmış olan sahâbîler sohbetleriyle mütenasip miktarda hadis rivayet etmemişlerdir. Fakat onlar, elbette Peygamber'in sözleriyle fetva, veriyorlardı. Ancak, Peygamberin sözünü değiştirmekten korktukları için bunları O'na nîsbet etmiyor¬lardı.
4 — Kıyas: Ebu Hanîfe Kitab (Kur'an), Sünnet ve Sahâbîlerin sözlerinde bir nass bulamadığı zaman kıyasa baş vururdu. Kıyas; hakkında nass bulunmayan meseleleri, aralarındaki ortak illet se¬bebiyle hakkında nass bulunan meselelere bağlamak ve hepsine ay¬nı hükmü vermektir. Aslında bu; meseleyi, nassm ifade ettiği hük¬mün evsaf ve sebeplerini tesbit etmek suretiyle nassa dayandırmak¬tır. Zira hükmün illeti bilinince, aym illete sahip olan bütün mese¬lelere tatbiki mümkün olur. Buna bazı âlimler, nassm tefsiri demiş¬lerdir. Îmam/Ebu Hanîfe, kıyasla istinbat hususunda en yüksek mev¬kii işgal eder. O, fıkıhtaki mertebesine bu sayede ulaşmıştır. Ebu Hanîfe, bir hükmün illetini araştırır ve onu tesbit ettikten sonra kı¬yas yapmak suretiyle birçok meseleleri çözerdi. Hattâ, ortaya çık¬mamış olan meseleleri varsayar ve aynı metodla onların hükümle¬rini açıklardı. İşte bu türlü meseleleri olmuş gibi takdir edip hüküm¬lerini açıklayan bu çeşit fıkha «takdiri (farazi) fıkıh» adı verilir.
5 — İstihsan: Bu, açık (zahir) kıyasın hükmünü bırakıp buna muhalif olan başka bir hükmü kabul etmektir. Bu, ya zahir kıya¬sın bazı cüz'î meselelere elverişli- olmadığı ortaya çıktığı için, baş¬ka 'bir illetin araştırılmasıyla olur ve bu yeni illete göre hüküm ver¬meye «gizli (hafi) kıyas» denir, ya da zahir kıyas, bir nass'la çatı¬şır ve bu nass sebebiyle terkedilir. Çünkü kıyasla amel etmek nass bulunmadığı zaman olur. Yahut da kıyas, icma' veya örfe aykırı düştüğü için bırakılır; icmâ, ve örf ile amel edilir.
6 — İcmâ': Bu, aslında bir hüccet olup her hangi bir asırda¬ki müctehidlerin bir hüküm üzerinde fikir birliğine varmalarıdır. Bilginler, icmâ'm hüccet olduğunda birleştikleri halde, sahâbîlerden sonraki asırlarda mevcut olup olmadığında ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel, sahâbîlerden sonrald asırlarda icmâ'm mümkün olamıyacağmı, çünkü fakîhlerin bir hüküm üzerinde görüş birliğine varmalarının imkânsız! olduuğnu ileri sürmüştür.
7 — Örf: Bu; Kur'an, Sünnet ve Sahâbîlerin tatbikatı gibi hak¬kında her hangi bir nass bulunmayan mesele üzerinde müslümanların teamülü demektir. Bu da bir hüccet olup iki kısma ayrılır:
1 — Sahih örf,
2 — Fâsid örf.
Sahîh örf, nassa aykiri düşmeyen örftür. Fâsid örf de, nassa ay¬kırı düşen örftür. Fâsid örfün bir değeri yoktur. Sahîh örf ise, nass bulunmayan yerlerde bir hüccet teşkil eder. [35]

Fıkhının Bariz Vasfı

Ebu Hanîfe, tecrübeli ve günün ticarî durumunu iyi değerlendi¬ren bir tacirdi. Vakitlerini ticaret, fıkıh ve ibadet arasında paylaş-tırmıştı. Bu arada en çok zamanını fıkha ayırmıştı. O, hür fikirli ve başkalarının hürriyetine kendi hürriyeti gibi saygı gösteren bir İlim adamıdır. Bu sebeple onun fıkhının bariz iki vasfı vardır:
1 — Ticarî bir ruha sahip oluşu,
2 — Şahsî hürriyeti himaye edişi.
Şimdi bunları tek tek ele alalım:
I) Ebu Hanife'nin fıkhında ticarî ruh ve düşüncenin tesiri ken¬disini açıkça göstermektedir. O, İslâm'ın ticaretle ilgili akid esas¬larını incelerken, ticarî işlerde sağlam bir melekesi olan ticaret Örf ve teamülünü iyi bilen, insanların ticarî muamelelerini yakından ta¬nıyan, Kitab ve Sünnet gibi şeriatın nass'lanyla insanların benim¬sediği teamüller arasında ahenk kuran bir tacir gibi davranmıştır. Bu husus, Ebu Hanîfe'nin metodunda iki şekilde meydana çıkar:
a) Ebu Hanîfe, örfü, şer'î bir prensip olarak kabul etmiş ve ye¬rine göre bunu kıyasa tercih etmiştir. Ticari örf, ticaretin esas pren¬sibini teşkil eden ve tacirler arasında yaygın hale gelmiş olan bir teamüldür.
b) O, istihsam kabul etmiştir. İstihsanm esası da, fıkhı kıyasın tatbikinin kötü bir neticeye, yahut maslahat veya ticarî örfle çatı¬şan bir muameleye sebebiyet verdiğini kabul edip kıyası bırakarak, şer'î bir nassa bağlı olan maslahata veya insanlar arasındaki örf ve teamüle göre hüküm vermektir.
îstihsan konusunda fakihlerin en kuvvetlisi İmam Ebu Hanîfe idi. İmam Muhammed'in anlattuğna göre, Ebu Hanîfe'nin talebeleri kendisiyle kıyas üzerinde tartışırlardı. Fakat o, istihsali yapıyorum deyince, hiç kimse ona yetişemezdi.
Ebu Hanîfe'nin selem, murabaha, tevliye, vadia [36] ve şirket gibi ticarî akitlerdeki görüşleri, öteki fakihlerin görüşlerine nisbeten çok sağlam ve çok incedir. Bu türlü akitlerin hükümlerini ilk defa açık¬layan odur.
İmam Ebu Hanîfe, bu ticarî akitlerde şu dört hususu şart ko¬şardı :
1 — Malın bedelini tam olarak bilmek ve bu konuda münazaaya sebep olacak bilinmeyen hususların ortadan kalkması. Çünkü, şe¬riatta akitlerin esası, malı ve bedelini tam olarak bilmektir. Tâ ki burada bir aldatma veya aldanma bulunmasın ve her hangi bir hu¬sumet doğmasın. Akit zamanı bu hususların bilinmesi; ileride çıka¬cak, insanlar arasındaki sevgiyi ortadan kaldıracak ve onların ara¬larında verilmesi gereken hükmü zorlaştıracak birçok husumetlerin önüne geçmiş olur.
2 — Faizden, hattâ faiz ihtimali bulunan akitlerden son dere¬cede sakınmak. Çünkü bütün çeşitleriyle faiz, İslâm nazarında en kötü ve haram olan bir şeydir. Peygarmber (S.A.V.) şöyle buyur¬muştur: «Bir dirhemlik faiz yemek, otuzüç defa zina etmekten daha kötüdür. Haramla beslenen bir vücut ateşte yanmaya lâyıktır.» [37]
içinde faiz bulunan her akit bâtıldır. Faiz bulunma ihtimali olan akitler de bâtıldır. Çünkü, bu suretle zarara sürükleyen yollar ka¬patılmış, başkalarına ait malların haksız yere yenmesi önlenmiş ol¬maktadır.
3 — Nass bulunmayan ticarî akitlerde örfe başvurmak. Bu gi¬bi hallerde örfün kabul ettiği hususlara riayet edilir, örfçe tanın¬mayan hususlar da terkedilir.
4 — Ticarî akitlerde asıl olan emaneti korumaktır. [38] Esasen İslâmî akitlerin, hattâ amellerin hepsinde emanet asıldır. Muraba¬ha, tevliye ve benzeri akitlerde fıkhı esas emanettir. Çünkü müşte¬ri, yemin veya herhangi bir beyyine (belge, tanık) olmaksızın ilk fiatı bildirirken satıcıya emniyet etmektedir. O halde bu emanetin korunması ve kötüye kullanılmaması gerekir.
İşte bu esaslar, İmam Ebu Hanife'den intikal eden ticarî akitlerle ilgili bütün fer'i fıkıh meselelerinde değişmez prensiplerdir. Bunlar, Ebu Hanîfe'nin takva ve dini eğİlimi, ticarî bilgi ve tecrübe¬leri ve metoduna bağlı olan genel prensiplerle bağdaşmaktadır.
II) Ebu Hanîfe'nin fıkhının bariz vasıflarından ikincisi, şahsî hürriyeti himaye edişidir, demiştik. O, fıkhında âkil (akıllı) ve reşîd olduğu müddetçe insanın tasarruf iradesine son derecede saygı gös¬terir. Âkil bir insanın şahsi tasarruflarına hiç kimsenin karışmasına müsamaha göstermez. Dînin emrini ihlâl etmedikçe, ne toplum ne de her hangi bir idareci, şahsın kendisine ait işlerine karışamaz. Şahis, dinî bir emri ihlâl ederse o zaman buna müdahale etmek ge¬rekir. Bu, şahsın özel hayatında istediği gibi yaşamasına veya ma¬lını istediği şekilde kullanmasına müdahale olmayıp, nizamı koru¬mak için dinî bir vazifedir.
Medenî milletlerin eski ve yeni bütün nizamları, insanları ıslâh etmek için iki kısma ayrılır: Toplumculuğun hâkim olduğu yönelime bağlı nizam: Bu¬rada, şahsın bütün tasarrufları toplumla yakından ilgili veya dev¬letin kontrolü altındadır. Bunu, günümüzdeki bazı nizamlarda ol¬duğu gibi, tarihe karışmış bir takım nizamlarda da görmekteyiz.
b) Şahsın iradesini geliştirerek, onu olgunlaştırıp iyiliğe yö¬neltme ve sonra da ona tam olarak hürriyet verme cihetine giden nizam: Bu nizam içerisinde şahıs; kendisini kötülükten koruyacak, fesad'dan uzaklaştıracak ahlâkî ve dinî bağlarla mukayyettir:
İmanı Ebu Hanîfe, bu ikinci nizâm şekline meyletmiştir. Onun bu temayülü, âkile ve bâliğa bir kadının evlenme hususunda velâyetinin kendi elinde olduğunu ileri sürüşünde, ma'tûh (bunak), se¬fih ve borçlunun hacredilmesini reddedişinde açıkça görülmektedir. Vakfın lüzumunu (yani vâkıfın vakfından geri dönememesini) mül¬kiyet hürriyetine engel sayması ve mülk sahibinin mülkünde, ha¬yatta olduğu müddetçe, istediği gibi tasarruf edebileceğini ileri sü¬rüşü de bu temayülüne bağlıdır. Burada biz, bunlara kısaca dokun¬mak istiyoruz. [39]

Âkile bir kadın kendisini evlendirebilir: Fakihler, hür ve bali-ğâ bir kadını istemediği biriyle evlenmeye hiç
kimsenin zorlama hakkına sahib olmadığında ittifak etmişlerdir. Ancak îmam Şafiî'¬nin âkile ve bâliga olsa dahi, bakireyi velisinin evlenmeye icbar ede¬bileceğine cevaz verdiği rivayet edilir. Fakat ..burada, Şafiî'ye diğer İmamlar katılmazlar.
Âkile ve bâliğa bir kadını istemediği biriyle evlenmeye hiç kim¬senin zorlama hakkı olmadığında ittifak eden fakihler, Ebu Hanife ile şu noktada ihtilâfa düşmüşlerdir: Onlara göre böyle bir kadını velîsi zorla evlendiremez; fakat o, velîsi istemezse kendi kendisini de evlendiremez. Onun evlenme akdi yapma yetkisi yoktur. Velîsi, onun evleneceği şahsı seçmeye katılma hakkına sahip olduğu gibi, evlenme akdini de bizzat velisi yapacaktır. İşte fakihlerin büyük ço¬ğunluğu (Cumhur-i Fukahâ') bu görüştedir. Kişilik hürriyetini ön plâna alan İmam Ebu Hanife ise, onlara muhalefet etmekte ve bu noktada kendi görüşünü yalnız başına savunmaktadır. Talebesi Ebu Yusuf'un bu hususta ona katıldığı rivayet edilir. Diğer bir rivayete göre ise, onun da hocasını bu meselede yalnız bırakıp öteki fakihlere katıldığı, söylenir.
Ebu Hanife'nin bu görüşünde tek başına israr edişi, onun kişi¬lik hürriyetine verdiği büyük değeri gösterir. Burada o, hür ve âkil bir insan üzerinde, onun bir maslahatı bulunmadıkça, velayet sabit olmayacağını kabul eder. Maslahat bulunmayınca velayete lüzum yoktur. Çünkü velayet, hürriyeti kayıt altına almakta ve zedelemek¬tedir. Hürriyetin kayıt altına alınması, ancak daha büyük bir zara¬rı önlemek için caiz olur.
Daha sonra Ebu Hanife şöyle söyler: Böyle bir kadının malı üzerinde kendisinin tam olarak velayet hakkı vardır. O halde ken¬di kendisini evlendirmede de velayeti tamamen kendisine aittir. Ebu Hanife'ye göre delikanlı erkek ve kız arasında evlenme hususunda eşitlik vardır. Erkek delikanlı nasıl evlenme konusunda tam bir ve¬layet hakkına sahipse, delikanlı kız da bu konuda tam bir velayet hakkına sahiptir.
Fakat, Ebu Hanife bu konuda, kadının evleneceği erkeği seçme¬de yanılabüeceğini de düşünüyor. Eğer o, eşini seçerken yanıhrsa, sonunda meydana gelecek haysiyet kinci netice bütün ailesini ren¬cide edecektir. Diğer fakihler, işte bu noktayı gözönüne almakta ve bu yüzden, kadının ancak velîsinin rızasıyla evlenebileceğini söylemektedirler. Burada Ebu Hanife, söz konusu olan haysiyet kırıcı durumun meydana gelmesini nasıl önlüyor? veya bunun önlenme¬si için nasıl bir tedbir alıyor? Ebu Hanife, kadına kendisini evlendir¬me hürriyetini tanırken ailesinin şeref ve haysiyetini korumak için de şöyle br tedbir alıyor: Kadının ailesine denk (küfüv) bir kimse ile evlenmesi şarttır. Böyle bir kadın, kendisine ve ailesine denk ol¬mayan birisiyle evlenmeyi tercih ederse ve velîsi de buna muvafa¬kat etmezse, Ebu Hanife'den rivayet edilen en sahih kavle göre, bu türlü evlenme akdi fâsid'tir.
İmam Ebu Hanife ile diğer fakihler arasındaki bu konuyla ilgili ihtilâf şöyle özetlenebilir: Fakihlerin büyük çoğunluğu, kadın kötü bir eş seçer ve ailesinin şerefini aşağı düşürür korkusuyla ona kendi başına evlenme hürriyeti tanımamaktadırlar. Ebu Hanîfe'ye gö¬re ise, insan hürriyetinin kayıt altına alınması, bizzat büyük bir za rardır. Meydana gelip gelmiyeceği ihtimalden ibaret olan bir zara¬rı önlemek için, kişinin hürriyetini elinden almak gibi daha büyük bir zarara sebep olunamaz. Ona hürriyeti tam olarak verilir, ancak o fiilen kötü bir eş seçerse evlenme akdi fasid olur. Böylece Ebu Hanife hem kadının hürriyetini, hem de aile veya velîsinin şerefini ko¬rumuş olur. [40]

Âkıl bir insan hacr edilemez: Ebu Hanife, sefihi de ma'tûhu da hacr etmez [41]. Ona göre kişi bulûğa ermekle akıl sayılır. İsterse se¬fih olsun isterse olmasın. O, müstakil bir şahsiyete sahip insandır. Bir kimse sefihlik ederek malını israf etse veya ma'tûh olduğu için malını işletmesini bilmese de, onun hacr'i cihetine gidilemez. Çün¬kü ona müdâhale etmek kimsenin, hakkı değildir. O, başkasına za¬rar vermedikçe istediği gibi hareket edebilir. Böyleşinin hacr edile¬rek malını istediği gibi kullanmasından alıkonulmasında bir mas¬lahat da yoktur. Çünkü hacr, onun şerefini rencide etmek ve hattâ insanlığını yoketmektir. İnsanın mal ve mülkünde istediği gibi müs¬takil olarak tasarruf etmesi, güzel tasarruflarının neticesinde iyilik görmesi, kötü tasarruflarının neticesinde de zarara uğraması, onun sırf insan olduğu için sahip bulunduğu insanlık şeref ve haysiyeti¬nin iktizâsıdır. Hürriyetin savunucusu olan İmam A'zam'a göre hacr, malın boşa sarfedilmesinden daha büyük bir zarardır. Zira hür bir insan için hacr edilmek, mallarının yok olmasından daha çok elem ve ıztırap vericidir.
Bir kimse, sefih ve matuh insanların hacr edilmesinde toplumun maslahatı da vardır diyemez. Çünkü toplumun maslahatı, malların üretici ellere intikalindedir. Onları, çalıştıramıyan kimselerin zim¬metinde tutmakta ve başkalarını onlara bekçi yapmakta bir masla¬hat yoktur. O halde toplumun maslahatı, malların uyuşuk ellerden çıkıp çalışan ellere geçmesindedir. Mal, beceriksiz ve onu tutamıyan bir ele geçerse o zaman, onu işletecek ve muhafaza edecek başka el¬lere bırakmak gerekir. İmam Ebu Hanife «Ben, 25 yaşına ulaşmış bir insanı hacr etmekten haya, ederim», derdi. İşte bu, büyük İmamın insanlığa ve şahsî hürriyete gösterdiği saygının bir delili ve insan için tanıdığı yüksek şerefin bir nişanesidir.
Mısır mahkemelerindeki tecrübeler isbat etmiştir ki; sefih ve matuhun hacr'i için açılan dâvalarla mal sahibinin maslahatı ko¬runmak istenmemekte, ancak bununla kişiye işkence etmek, onun iyilik yapmasını engellemek istenmektedir. Bu dâvaların asıl sebe¬bi, bazı mirasçıların kendi menfaatlarını teminat altına almak endi¬şesidir. Halbuki İslâm hukukçularına göre hacr, mirasçıların korun¬ması için değildir. Çünkü, mal sahibi yaşadığı müddetçe onların ne mal üzerinde, nede mal sahibi üzerinde hiç bir hak ve selâhiyetleri yoktur. [42]

Borçlu Hacr edilmez ve hiç kimse malındaki tasarruf hakkından alıkonamaz: İmam Ebu Hanife, nasıl sefih ve matuhu hacr etmi¬yorsa aynı şekilde borçlu (medîn) kimseyi de hacr etmez ve malın¬daki tasarruf yetkisini kısıtlamaz. İsterse borçları malının tamamı¬nı aşmış olsun. O, ancak borçluyu borcunu ödemek üzere takip, ha¬pis ve bedenî olarak icbar etmek cihetine gider. Zira, borcunu öde¬mekten kaçınan kimse alacaklıya zulmetmektedir. Peygamberimiz; «İmkânı olduğu halde borcunu sallayan kimse cezayı haketmektedir» buyurmuştur. Fakat, borçlunun tasarruf iradesi, akit ve sözleş¬me hakkı elinden alınamaz. îslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, Ebu Hanife'nin ileri sürdüğü bedenî cezaları kabul etmekle beraber, borçlunun malı üzerindeki kavli tasarrufunu da velinden almaktadır. O, borcunu ödemedikçe mülkünde tasarruf edemez. Borcu malının tamamını aşmasa dahi, malı cebren satılarak borcu ödenir.
İmam Ebu Hanife ise, fıkhında, insanın iradesini elinden alıp onun malında başkasının kavlî tasarrufunun geçerli oluşunu kabul etmemektedir. Ona göre mülkiyetle hürriyet birbirinden ayrılmaz. Mülkiyetin bulunduğu yerde tasarruf hürriyeti de bulunur. Ve asla bunlar birbirinden ayrılmaz. İmam A'zanı, böylesine, daima hürri¬yetten yana olmuştur.
Ebu Hanife, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini o derece¬de korur ki, mahkemenin dahi bu hürriyete müdâhale etmesini ve onu kayıt altına almasını kabul etmez. İnsanın kendi mülkündeki tasarrufu başkasına zarar verecek olursa, o zaman bu, şuurlu dinî bir vicdana havale edilir. Çünkü bu gibi şeylere mahkemece yapılan müdâhaleler daha çok husûmet ve çekişmelere, dinî duyguların za¬yıflamasına sebep olur. İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu elde ettiği maddi şeyler telâfi edemez. Beri yandan,' dinî sağ¬lam bir duygu, hertürlü tecavüz ve çekişmeyi tek başına önlemeye kâfidir. Bir insan kendi maslahatının, komşusunun maslahatıyla or¬tak oluşunun şuuruna sahip olursa, daima ona iyilik etmeyi düşü¬nür. Bunların arasına mahkeme yoluyla bir müdâhale yapılırsa müşterek maslahat duygusu zayıflar. İsteyerek ve hürriyet içerisin¬de yardımlaşmanın yerini düşmanlık alır. Ebu Hanîfe, insanların muamelelerinde dîne bağlı müsamahakâr hürriyeti, müsamaha ru¬hundan yoksun ve zorlayıcı kazâî hükümlere daima tercih eder.
Rivayet edildiğine göre; bir kişi, Ebu Hanife'ye gelip komşusu¬nun evinde kendisinin duvarına yakın bir yerde kuyu kazdığından şikâyetlenmiş ve bu, kuyunun devamlı kullanılması sebebiyle kendi duyarının zarar göreceğini söylemiştir, İmam A'zam da ona; git kom¬şuna söyle, demiştir. Şikâyetçi şahıs da; ona söyledim dinlemedi, de¬miştir. Bunun üzerine Ebu Hanîfe ona; öyleyse git, sen de evinin da¬hilinde onun kuyusunun karşısına bir lâğım çukuru kaz, diye söy¬lemiştir. Adam da, Ebu Hanîfe'nin dediğini yapmıştır. Tabıatiyle çu¬kurun pis suyu komşusunun kuyusuna sızmaya başlayınca o, bu¬nun üzerine kendi kuyusunu kapatmak zorunda kalmıştır. İşte Ebu Hanife'nin bu tavsiyesi, komşular arasında yardımlaşma duygusunun gelişmesini hedef tutmaktadır.
Ebu Hanîfe, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini korumak maksadıyladır ki vakfın lüzumu'na (yani vakfın, vâkıfın hayatında kesinlik ifade etmesine) cevaz vermemiştir. İmam A'zam'a göre vak¬fın lüzumu, mal sahibinin kendi mülkünde tasarruf hakkını engel¬lemektedir. Ona göre tasarruf hakkı olmayan bir mal sahibi düşü¬nülemez. Vakfın, vâkıfın mülkiyetinden çıkmış olduğunu da Ebu Hanîfe kabul etmez. Çünkü vâkıfın mülkiyetinden çıkan vakıf mal, sahipsiz kalmaktadır. İşte böyle bir şeyin mülkiyet vasfı ortadan kalkmaktadır. Vakfın, Allah'ın mülkü olduğunu söylemek de Ebu Hanîfe'yi tatmin etmez. Çünkü bu, kuru bir lâftan ibarettir. Zira as¬lında, her şey Allah'ın mülküdür. Dilimizdeki mülkiyet mefhumu, bir malın Allah'a nisbet edilmesiyle değil, insana nisbet edilmesiyle açıklanır. Ancak Ebu Hanîfe, böyle bir vakfın cami için yapıldığı takdirde kesinleşebileceğini düşünür. Zira cami Allah'a ibadet için ayrılmış bir yer olup mülkiyeti sadece Allah'a izafe edilir; başka bi¬rine izafe edilemez. [43]











[33] Tarîhu Bağdad c. XIII, s. 368.
[34] el-Mekkî, Menâkıbu Ebi Hanife, c. I, s. 82.
[35] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/238-240.
[36] Selem, para peşin mal veresiye olmak üzere yapılan bir akittir. Meselâ, tarladaki pamuğun yetişmeden önce parası ödenerek satın alınması böy¬ledir. Yalnız, burada faiz gayesinin giidülmemiş olması şarttır. Muraba¬ha, malın yüzde beş veya yüzde on kârla; Tevliye, nialm abş fiatma; Vadia da, malın alış fiatından daha aşağı bir fiyatla satılmasıdır.
[37] el-Mebsût, c. XII, s. 110.
[38] Güveni sarsmamaktır.
[39] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/241-243.
[40] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/243-245.
[41] Sefih, israfçı yani malım yerli yersiz saçıp savuran kimsedir. Mâtûh, bu. nak yani akıl ve şuuru tam olarak yerinde değilse de, deli de olmayan kimsedir. Hacr; delilik, çocukluk vb. sebeplerden Ötürü kişinin kavli ta» sorruftan yani akit, sözleşme gibi.tasarruf hakkından mahrum edilmesi¬dir. Çeviren.
[42] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/245-246.
[43] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/246-247.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İmam Ebu Hanîfe'nin Fıkhı
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Şafiî'nin Fıkhı
» Ahmed B. Hanbel'in Hadîs Ve Fıkhı
»  İmâm-ı Ahmed Rabbânî ks

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
buharalıbilvanisli.com :: Mezheplerimiz Ve Fıkıh Kaynakları :: Hanefi Mezhebi-
Buraya geçin: