buharalıbilvanisli.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

buharalıbilvanisli.com

Sofilerin Buluşma Noktası Buhara
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
buharalıbilvanisli.com Son Konular
KonuYazanGönderme Tarihi
Salı Şub. 08, 2011 11:13 am
Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am
Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm
Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm
Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am
Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 9:37 am
Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm
Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am
Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am
Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm
Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm
Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am
Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm
Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am
Similar topics

 

 Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Empty
MesajKonu: Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi   Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:29 pm


Giriş

Başlangıçsız her şeyin evveli, nihayetsiz her şeyin sonu; Kadim, Kerim, fazilet ve cömertlik sahibi, varlığı kendinden olan Allah Teâlâ'ya sonsuz hamd ve senalar olsun. Yüce Allah, kemal sıfatların¬dan olan Cemal ve Celâl sıfatları ile vasıflanmıştır. Allah Teâlâ, noksan sıfatlardan, yaratılmış olmaktan, zevale uğramaktan beridir.
Kıyâmete dek salat ve selâm, rahmet Nebisi, Ümmet'in şefaatçisi halkın aynasında Hakk'ın kâinattaki tecellilerinin en mükemmeli olan Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'e, O'nun hoş ve temiz olan sahabîlerine, O'na uyanlara, O'nun yolundan giden müminlere olsun.
Allah Teâlâ'ya, hamd, Hz. Peygamber'e salât ve selâmdan sonra yaratıcı Rabbine en çok muhtaç olan Ali b. Sultan Muhammed el-Kari “Allah hem kendisine hem de ana babasına lütuf ve gizli keremiyle muamele etsin” söze başlar:
Bilmiş ol ki; dini kuvvetlendirme binasının temeli olan Tevhid ilmi, uyulması icabeden bilgiler yönünden ilimlerin en şereflisidir. Ancak Kitap, Sünnet ve İcmâ-i Ümmet mefhumlarından dışarıya çıkmamak, bid'at ehlinde olduğu gibi, mücerred aklî delillere ait bilgilere girmemek şartıyla. Zira mücerred akılcı bidatçılar, vakıaya uygun olarak doğru yolun habercisi Hz. Peygamber sallellahu aley¬hi vesellem'in haber verdiği gibi, Ehl Sünnet vel-Cemaat'm üze¬rinde yürüdükleri caddeyi terk ettiler. Tirmizî ve diğer Sünen kitap¬larında rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi ve¬sellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Benim Ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların hepsi cehennemdedir. Bir tanesi müstesna.. Ashabı Onlar kimlerdir yâ Resûlellah! diye sorun¬ca Hz. Peygamber: Ben ve ashabımın yolunda bulunanlardır,” buyur¬du. [2]
Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud'un Hz. Muaviye'den rivayet et¬tiklerine göre ise şöyle denilmektedir: “Yetmişiki fırka, cehennemde, bir fırka ise cennettedir. Onlar da Ümmet'in çoğunluğunu teşkil eden topluluktur.” Zira Hz. Peygamber'den rivayet edilen başka bir Hadis-i Şerife göre;
“Ümmet-i Muhammed sapık yolda toplanmaz.” Başka bir rivayete göre ise Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle bu¬yuruyor:
“Benim Ümmetim sapıklık üzerinde ittifak etmez.” [3]
Süfyan (R.A.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Bir müctehid dağ başında da bulunsa, o tek başına bir cemaattır.” Bunun manası şudur: o âlim bulunduğu yerde, cemaatın yolunda devam eder, böy¬lece tek başına bir cemaat gibi olur. Nitekim Hz. İbrahim hakkında Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Muhakkak İbrahim aleyhisselam, Hak dine yönelen, Allah'a itaat eden bir ümmet idi. O müşriklerden değildi.” [4]Bu ayet-i kerîmede Ümmetten kasıt, yalnız başına bir ümmet manasıdır. Bu manada şair bir şiirinde şöyle diyor:
“Bütün dünyayı bir kişide toplamak Allah için muhal değildir.”
İbn-i Abbas (r.a.) da şöyle buyurmuştur:
“Cenabı Allah Kur'an-ı Kerim'i okuyup manası ile amel edenlerin dünyada sapıklığa uğramayacağı âhirette de zahmet ve sıkıntı çekmeyeceğini taahhüt etmiştir.” Bu sözü söyledikten sonra İbn-i Abbas hazretleri delil olarak şu âyet-i kerîmeyi okudu:
“Kim benim hidayetime uyarsa dünyada sapmaz, âhirette de zah¬met çekmez”. [5]
Selef âlimlerinin çoğunluğu ile sonradan gelen âlimlerden bir top¬luluk Kelâm ilmî ve buna bağlı olarak maksat itibariyle mantık il¬mine yakın olan ilimleri çirkin görmüşlerdir. Hatta İmam Ebû Yusuf Bişr elMerîsî'ye şöyle demiştir : “Kelâm ilmini bilmek cehalettir, ke¬lâm ilmini bilmemekse ilimdir.” İmam Ebû Yusuf bu sözü ile, yâni kelâmı bilmemek sözü ile kelâm ilminin sağlam bir bilgi olmadığını itikat etmeyi kasd etmiştir. Kelâm ilmi faydalı bir ilimdir. Yahut bu sözü ile kelâm ilminden yüz çevirmeyi ve çok iltifat etmemeyi kasdetmiştir. Yoksa kelâm ilmi insanın aklını ve bilgisini korur, bu itibarla kelâm, ilimdir.
Yine İmam Ebû Yusuf'tan şöyle bir söz nakledilmiştir: “İlmi, kelâm yolu ile arayan zındıklaşır; malı, kimya yolu ile arayan iflas eder, hadislerin garibini arayan yalan konuşur.”
İmam Şafiî rahmetüllahi aleyh şöyle buyuruyor: “Kelâmcılar hakkındaki hükmüm şudur: Hurma dallarından yapılmış çubuklarla ve nalinlerle dövülmeli, sonra da kabile kabile, aşiret aşiret dolaştirılmalıdırlar.”
İmam Şafiî'nin bu sözünü tevil sadedinde şöyle denilmiştir. Bu türlü ceza, Kitap ve Sünnet'i tetkik edip sırf bidat ehlinin ve sapık¬ların yapıştığı kelâm ilmine teveccüh gösteren mutaassıplara karşı söylenmiştir.
Şâir bir şiirinde bu konuda şöyle diyor;
Kur'an'dan başka bütün ilimler, bir meşgaleden ibarettir, Hadis ilmi ile dinî bilgilere sahip olmak müstesna. İlm, “Kale” ve “Haddesenâ” sözleri ile başlayan bilgidir. Bunlardan başkası ancak şeytan vesvesesidir. [6]
İmam Şafiî bu konuda yine şöyle diyor: “Kulun, Allah'a, şirkten başka bütün günahlarla kavuşması, onun için, Allah'a ilm-i kelâm bir kısım bilgilerle kavuşmasından çok daha hayırlıdır.” Kelâm ilmini gayeye ulaşmak için bir vasıta değil de maksat edinenler kasdediliyor. Yoksa Kelâm ilmi inançları korumak için bir vasıta kılınırsa buna hiçbir müctehid karşı çıkmaz. (Mütercim.)
İmam Şafii'nin yine şöyle bir sözü vardır: “Kelâmcılardan, bir müslümanın söyleyebileceğine inanmadığım sözler ısıttım.”
Hanefî müctehidleri, fetva kitaplarında şöyle bir fetvayı zikret¬mişlerdir. Bir kimse, bulunduğu şehrin âlimlerine, bir konuda bulunsa, kelâmcılar bu vasıyyete dahil değildir. Yine bir in¬san kütüphanesinde bulunan ilmî kitapların vakfedilmesini vasıyyet etse selef âlimlerine göre, orada bulunan kelâm ilmine ait ki¬taplar vakıf değildir, satılabilirler. Bu söz akıl sahiplerince güzel bir sözdür. Zira Hz. Peygamber'in getirdiği vahye dayanmadan usul il¬mine ulaşmak nasıl taleb edilebilir? Bu konuda bir şair ne güzel söylemiş:
“Ey! İlim elde etmek için yola çıkan kişi! Bütün ilimler Hz. Peygamber'in ilminin kölesidir. Esası düzeltmek için bir ilim istiyorsan, asılların aslından nasıl gafil oluyorsun?
Hocalar hocası Celaleddin es-Suyutî, mantık ilmi gibi felsefe ilminin de öğrenilmesinin haram olduğunu söylüyor. Çünkü bu hu¬susta selef âlimleri ile, sonradan gelen güvenilir müfessirlerin ekse¬risinin icmaı vardır. Bu konuda açıklama yapanlar arasında Îbn-i Salâh, Nevevî ve benzeri sayısız âlimler vardır. Ben ise, felsefe ve mantık ilminin haram olduğu hususunda bir kitap yazdım. Kitapta felsefenin terk edilmesi hususunda müctehidlerin ileri sürdükleri delilleri zikrettim. Hanefî müctehidlerinden Siracuddin el-Kazvinî, felsefenin haram olduğu hususunda telif ettiği bir kitapta zikretti¬ğine göre, İmam Gazali de “Muntekâ” adlı kitabının baş tarafında önceleri felsefeyi medhetmiş fakat, sonradan felsefenin haram oldu¬ğu görüşüne dönmüştür.
Bizim mezhebimizden Selef inancında olanlarla Malikîlerden İbn-i Rüşd, felsefe ilmi ile meşgul olanın rivayetinin kabul edilmeye¬ceğine hükmetmişlerdir.
Huccet'ül-îslam İmam Gazali “Îhyâul-Ulûm” adlı kitabında bu konuyu açıklayarak şöyle demiştir:
“Eğer cedel ilmî ile kelâm ilmî, astronomi ilmi gibi kötü müdür, yoksa mubah mıdır, yahut sorarsan, bunun cevabı şudur: Bilmiş ol ki insanlar bu konu etrafında aşırı düşünmüşler ve bu hususta israfa dalmış¬lardır. Felsefe ilmi bidattir diyen vardır, haramdır diyen vardır; şüp¬hesiz bir kulun Allah'ına şirkten başka bütün günahları ile kavuş¬ması, onun için Allah'a kelâm ilmi ile kavuşmasından daha hayırlı¬dır. Kelâm ilmi için farzdır, diyen vardır; ya farz-ı kifaye, yahut farz-ı ayndır. Bu ilmi elde etmek ibadetlerin en faziletlisi, Allah'a yaklaştıran amellerin en mükemmelidir, şeklinde düşünenler de var¬dır. Çünkü kelâm ilmî tevhid ilminin gerçekleşmesine yardımcıdır, Allah'ın dinini öğrenmek ve muhafaza etmek isteyenlerin kuvvetli yardımcısıdır.”
İmam Gazali, İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam Muhammed, İmam Ahmed b. Hanbel, Süfyan-i Sevri ve selef inancına bağlı hadis imam¬larının hepsi felsefe ilminin haram olduğuna kail olduklarını söyliyerek onların bu konudaki sözlerini nakletmiştir.
Onlar demişlerdir ki; gerçekleri daha iyi bildikleri ve konuşma usulü bakımından diğer insanlardan daha fasih bir anlatışa sahib bulundukları halde kötülük doğuracak hususlarda konuşmayıp sükût etmişlerdir. Bu sebeple Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ;
“Bahsin derinliğine dalarak haddini aşanlar helak olmuştur.” [7] buyuruyor. Felsefenin haram olduğu görüşünü savunan mezkûr ilim adamlarının dayandıkları delillerden biri de şudur: eğer felsefe din¬den sayılmış olsaydı onun, Hz. Peygamber'in önemle emrettiği husus¬lardan biri olması ve felsefenin yolunu da bize öğretmesi, felsefe ile meşgul olanları medhetmesi gerekirdi.
İmam Gazali, sonra bu âlimlerin diğer delillerini, daha sonra da başka bir fırkanın delillerini zikrederek şöyle diyor:
“Şimdi eğer, sana göre en doğru görüş hangisidir? dersen bu soruya şöyle cevap veririm: Felsefede fayda da vardır, zarar da. Kendisinden faydalanmak icabettiği zaman faydası dokunması itibariyle helaldir, yahut menduptur; yahut duruma göre vaciptir. Felsefeden zarar geldiği zaman, zararı dokunması itibariyle de haramdır. Felsefenin zararı şüpheyi yaymak, inançları sarsmak, kesin hükümler karşısında dü¬şünceleri ve inançları sarsmak, imanları samimiyetten uzaklaştır¬maktır. Bu da başlangıçta şüpheli delillere dayanmak suretiyle meydana gelen zarardır. Bu hususlar şahıstan şahısa değişir. İşte bu, felsefenin, hak yolda bulunan kişinin inancında meydana getireceği zarardır.
Sapıkların inancını kuvvetlendirmek, bu sapık inançları kalblerinde yerleştirme yönünden felsefenin büyük zararları vardır. Öyle ki felsefe sayesinde dâvaları korunur, batıl inançları üzerinde ısrar etmek ihtirasları kuvvetlenir. Yalnız, bu zarar, münakaşa etmekten doğan taassub vasıtasıyla olur.
Felsefenin faydasına gelince, felsefenin bulunduğu yerde haki¬kat, olduğu gibi bilinir ve keşfolunur zannedilirdi. Fakat, heyhat! Sö¬zün bu güzel maksada hiç vefası yoktur. Muhakkak ki felsefenin sapıtma ve çarpıtması, hakikatleri açıklama ve tanıtmasından daha fazladır. Bu sözü bir hadis âliminden, yahut bir haşiyeciden duyacak olsan, insanlar bilmediklerinin düşmanı oldukları sözü hatıra gele¬bilir, dedikten sonra: “Bu sözü kelâmcıların en yüksek mertebesine ulaşıp kelâm ilmi dışında kalan başka ilimlerde de derinleştikten sonra felsefenin içine girerek gerçek bir tecrübeden sonra kelâm ilmini tecrübe eden kimseden işit. Gerçekten ortaya çıkmıştır ki, bilgi¬nin hakikatınaa felsefe yolundan ulaşmak için yollar kapalıdır. Öm¬rüme yemin ederim ki, tarif ve izah sadedinde kelâm ilmine ihtiyaç vardır. Fakat çok az..” diyor.

Selefin Kelâm İlmine Karşı Çıkmalarının Sebepleri:

Yukarıda zikredilen bütün bu sözlerin Selef âlimlerinden sadır olmasının birkaç sebebi vardır:
1- Yukarıda geçen sözden anlaşılan mana. O mana da şudur; Felsefeyi kötülemelerinin sebebi, Felsefe İslam'ın esaslarını anlama¬ya manidir, bir maksadı ifade ederken manasız işlerle uğraşmaktır.

2- Hak üzerinde de olsa felsefe çekişmeye ve münakaşaya sevkedicidir. Münakaşa ise ekseriya kötü huylara sebep olan hasımlaşmaya götürür. Nitekim İmanı Gazali de “Îhyâul-Ulûm” adlı kitabında bu hususu açıklamaktadır. “Müftiye Yardım Gıyas'ul-Müftî” bahsin¬de Gazali, İmam Ebû Yusuf'tan naklen şu meseleyi naklediyor:
“Hak¬kı konuşsa da bidatçı olduğu için kelâmcıların arkasında namaz kılmak caiz değildir. Ben bu meseleyi hocama naklettim. O te'vilini şöyle yaptı: Bundan kasıt, hakkı ortaya koyma düşüncesiyle hare¬ket etmeyen kelâmcılardır. Hocamın yaptığı bu tevili İmam Ez-Zâhidî'nin “Telhis” adlı kitabında gördüm. Zahidi şöyle diyor: “İmam Âzam Ebû Hanife hak yol üzerinde münakaşayı çirkin görüp tasvib etmezdi. Hatta İmam Ebû Yûsuf'tan şöyle bir rivayet nakledilmiştir. Ebû Hanife'nin meclisinde oturuyorduk. Önünde iki kişi bulunan bir topluluk içeriye girdi. Topluluktan biri şöyle dedi: Bu iki adamdan biri, Kur'an yaratılmıştır, diyor; öteki de onunla münakaşa ediyor.
Azam hazretleri: “İkisininde arkasın namaz kılmayın,” buyurdu. Ben de dedim ki: birincisi evet, Kur'an'ın yaratılmamış olduğuna hükmetmiyor, fakat diğerine ne oldu? Bu soruma karşılık İmam Âzam hazretleri buyurdu ki; bunların ikisi de dinde münakaşa ediyorlar, dinde münakaşa et¬mekse bidattir. “Miftâh'ussaade” adlı kitapta da bu husus zikr edil¬miştir. Diğerinin kötülenmesinin sebebi, Kur'an-ı Kerim kalblerimizde mahfuz olduğu, dillerimizde okunduğu ve mushaflanmızda yazılı bulunduğu halde onun indirilmesi hususunda konuşuyor.” [8]
İmam Şafiî buyuruyor ki:
“Bir kimsenin, isim musemmanın (sa¬hibinin) aynıdır, dediğini gördüğün zaman, bil ki o kelâmadır. Onun dini yoktur.” [9]
İmam Şafiî yine şöyle diyor:
“İnsanlar bu kelâm ilminin O gün¬kü anlamı ile felsefenin zararlarını bilselerdi arslandan kaçar gibi ondan kaçarlardı.”
İmam Mâlik şöyle buyuruyor:
“Bidat ehli ile kendi arzularına uyanların şahitliği kabul değildir.” Talebelerinden biri İmam Malik¬in bu sözünü tevil ederken “İmam Mâlik, kendi arzularına uyan¬lardan kelâmcıları kasdetmiştir” diyor.

3- Felsefe kişiyi şüphe ve tereddüte sevkeder. Bu sebeple felse¬fe ile uğraşan kimse başlangıçta sıddık iken zındık olur. Yani baş¬langıçta iman kuvvetli de olsa felsefe ile uğraşan kişinin imanı sar¬sılabilir.
İmam Ahmed b. Hanbel'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
“Kelâm âlimleri (Felsefeciler) zındıklardır. Kelâmcı kişi asla düzel¬mez. Kelâm ilmî ile uğraşan kişinin kalbinde mutlaka bir eksiklik görürsün.”
İmam Ahmed b. Hanbel bu konuda o derece ileri gitmiştir ki, “Bidatçılara Reddiye” adıyla kaleme aldığı bir kitap yüzünden, zühd ve takva, sahibi olmasına rağmen “Haris b. Esed el-Muhasibî” ile ara¬sı açılmıştır. Haris'e şöyle diyor.
“Yazıklar olsun! Değil mi ki kelâmcıların düşüncelerini önce hikâye ediyorsun, sonra da reddediyorsun. Değil mi ki bu kitabı yazmakla insanları bidatları mütalâaya ve şüpheyi düşünmeye sevkediyorsun? (Bundan felsefeyi kasdediyor), bu da onları reye, mübaheseye ve bu fitneye sevkediyor?”
“Kitab'ul-Hulâsa” adlı eserde beyan edildiğine göre ihtiyaçtan fazla kelâm ilmi ile meşgul olmak, münazarada bulunmak, öğren¬mek, ve onunla meşgul olmak yasaktır. Namaz vakitlerini ve kıbleyi öğrenecek kadar astronomi ilmini öğrenmekte ise bir sakınca yoktur, fazlası haramdır. Ancak hataya düşmeden ve sapmadan in¬saflı bir ölçüde kelâm ilmi ile uğraşmak mekruh değildir. Hakkı ka¬bul etmemek için konuşup onu atmak isteyen için de kelâm ilmi ile meşgul olmak mekruh değildir. İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:
”Kadı İmam’dan duydum ki, “Bir kimse (kelâm esnasında) hasmını utandırmak isterse tekfir edilir.” demiştir. Fakat bana göre, kâfir ol¬maz, küfür üzerinde bulunmasından korkulur.” “Hulâsa” sahibinin sözü burada sona ermiştir.

Netice:

Yukarıdanberi söylenenleri hulâsa etmek gerekirse şöyle diye¬biliriz: Sağlam inançlar ve bu inançları kuvvetlendirmek için ortaya konan deliller, dindar kimselerin kalblerine tesir ettiği, yakın ve kemâl derecesinde kesin iman meyvesi verdiği gibi, batıl inançlar da kalblere tesir eder, kalbleri katılaştırır, karartır; Allah'ın huzurundan uzaklaştırır, kalbin kuvvetini zayıflaştırır, dini sarsar, belki ba¬tıl inançlar kötü bir akıbetle nefes tüketmeğe sebep olur. Allah Teâlâ'dan af ve afiyet dileriz.
Görmüyor musun ki şeytan bir kimsenin imanını yoketmek iste¬yince ancak batıl inançları kalbine sokmak suretiyle imanını yok edebiliyor.

4- Felsefe'nin zararlarından biri de kelâm ilminin derinliklerine dalmak, Kitap, Sünnet ve îcma-i Ümmet'ten istifade edilen İslâmî hükümleri öğrenmeyi terketmektir. Öyle ki bazıları kelâmcı olmak için otuz sene çalışır, sonra öğrendiklerini okutur, kelâm ilmine uy¬gun sözler söyler, kelâm ilmine uymayan sözleri reddeder. Taharet, namaz, oruç gibi furua tâalluk eden fıkhı meselelerden herhangi bir meseleden, bir âyetten, bir hadisten sorulunca onu bilmez, sükût eder. Halbuki yerleşen bütün inançlar Kitapta (Kur'an'da) katı, Sünnette zannî delillerle sabittir. Bu sebeple Cenabı Allah Kur'an-i Kerîm hakkında:
“Bu Kitap, insanlara yeter,” [10] buyuruyor.
Yani Kur'an-ı Kerîm dünyadaki yaşayışla ilgili hususlarda da, âhiretteki yaşayışla ilgili hususlarda da bir vaaz kitabı olarak, bir hidayet kitabı olarak yeter. Bu konuda Cenabı Hak başka bir âyet¬te şöyle buyuruyor:
“Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz onlara yetmez mi?” [11]
Yani senin ümmî olduğunu, okuma yazma bilmediğini bildikleri halde her yerde her zaman Kur'an'ı Kerîm’in okunması devam edi¬yor.

5- Kelâm ilminin zararlarından biri de kelâm ve cedel ilminin neticesi olarak halde hayrete düşmek, istikbalde sapıklığa ve şüp¬heye düşmektir.
Felsefecilerin mezhebini, sözlerini en iyi bilen İbn-i Ruşd el-Hafîd “Tehâfüt'üt-Tehâfüt” adlı kitabında şöyle diyor:
“Felsefecilerden, ilahiyat konusunda itibar edilecek bir söz kim söylemiştir?”
Âmidî de zamanının önemli meselelerine vakıf olduğu halde bu konuda hayret içindedir, Gazali de böyledir. Gazalî'nin kelâma ait meselelerde vardığı netice duraklama ve hayret olmuştur. Gazali sonradan tuttuğu bu yoldan yüz çevirerek Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in hadislerine yönelmiştir. Vefatında “Buharı” kitabı göğsünün üstünde idi. Fahreddin er-Râzi de böyle.”Zâtın Kısımları” konusunda yazdığı bir kitapta şu şiirleri kaydediyor:
“Akılların sahası sınırlıdır.
Akılla uğraşan âlimlerin sonu sapıklıktır.
Ruhlarımız, cesedlerimizden ürkmektedir,
Dünyamızın neticesi eziyet ve vebaldir.
Ömrümüz boyunca bahislerimizden,
Dedikodu toplamaktan başka bir şey istifade etmedik.”
Kelâm ve felsefe bahislerini düşündüm, bunları bir hastalığa şifa verecek, susuzluğu giderecek güçte görmedim. Allah'a ulaştı¬ran yolların en yakını olarak Kur'an yolunu gördüm. Allah'ı ispat konusunda:
“Allah Arş'ın üstündedir.” [12]
“Hoş sözler Allah'a çıkar.” [13]
Âyetlerini okurum. Allah'tan nefy edilen sıfatlar konusunda da:
“Allah gibi hiçbir şey yoktur.” [14]
“Allah (insanların) bilgilerine sığmaz.” [15] ayetlerini okurum.
Fahreddin er-Râzî daha sonra şöyle diyor:
“Benim gibi tecrübeye sahib olan kişi benim bildiklerimi bilir.”
Şehristani rahmetüllahi aleyh de öyle. O da felsefe ve kelâmcılar hakkında hayret ve pişmanlıktan başka bir netice bulmamış, so¬nunda şöyle demiştir:
“Yemin ederim ki bütün üniversiteleri dolaştım, o ilim yuvalarına göz gezdirdim. Hayretten elini çenesi üzerine tutan, yahut pişmanlıktan dişini kıranlardan başkasını görmedim.”
Eb'ul-Maâlı el-Cüveyni de bu konuda şöyle diyor:
“Arkadaşlar! Kelâm ilmi ile uğraşmayınız. Ben eğer kelâmın beni ulaştıracağı noktayı bilseydim, onunla hiç uğraşmazdım.” Eb'ul-Maâlî vefat eder¬ken şöyle diyor:
“Çok büyük denizlere daldım. İslâm âlimlerinden ve ilimlerinden boş kaldım, onların beni menettikleri sahaya gir¬dim. Eğer Cenabı Allah rahmetiyle kurtarmazsa, İbn-i Cüveyni'nin vay haline! İşte ben ölüyorum. Şimdi anamın itikadı üzerinde ölü¬yorum.” Yahut, “Nisaburlu kocakarıların itikadları üzerinde ölüyo¬rum.”
Husrevşâhî de şöyle demiştir:
“Husrevşâhî Fahreddin er-Râzi'nin en büyük tabelerinden biri idi. Fazilet sahibi zatlardan biri bir gün Husrevşâhî'nin huzuruna giderek:
“Neye inanıyorsun?” Dedi. Husrevşâhî cevap verdi:
“Müslümanların inandıkları şeylere.” Bundan sonra arala¬rında şöyle bir muhavere geçti:
“Müslümanların inandıklarına açık gönüllülükle ve kesin ola¬rak inanıyor musun?
“Evet, bu nimetten ötürü Allah'a şükrediyorum. Fakat ben vallahi neye inanacağımı bilemiyorum.” deyip ağladı. Ve gözünden akan yaşlar sakallarını ıslattı.
Hûncî de vefatı esnasında şöyle demiştir:
“Elde ettiğim bilgiler içinde, mümkün olanın muraccih olana, yani yaratıkların yaratana muhtaç bulunduğundan başka bir şey öğrenmedim.” Hûncî bu sözü söyledikten sonra şöyle devam etmiştir: “Muhtaç olmak olumsuzluk sıfatıdır. İşte ölüyorum ve hiç bir şey bilmiyorum.”
Bir başkası da şöyle diyor:
“Yatağıma yatıp yorganımı başıma çekiyorum, sabaha kadar onun bunun delillerini karşılaştırarak düşünüyorum, bir tercih yapamıyorum, Bu dereceye gelmiş bir kişiyi eğer Allah rahmeti ile, teveccühü ile kurtarmazsa zmdıklaşır ve kö¬tü bir akıbetle karşılaşır. Bu hastalığa fayda verecek olan ilâç, kalblerin doktoru, gaybları bilen Allah'a karşı yapılan şu duadır: “Ey kalbleri çeviren Allahım! Benim kalbimi senin dinin üzerinde sa¬bit kıl. Yer ile gökleri yaratan, gizli açık her şeyi bilen Allahım! Se¬nin izninle ihtilâf ettikleri hakikat noktasında bana, doğru yolu gös¬ter. Şüphesiz sen dilediğini doğru yola iletirsin. Lahavle velâ kuv¬vete illâ billahil-aliyyil-azim.”

6- Fıkıhta ve Şeriat hususunda rey ile ve mücerred akıl ile hü¬küm vermek bid'at ve sapıklıktır. Tevhid ve sıfat ilminde yalnız akıl ile hükmetmek ise daha büyük bir bid'at ve sapıklıktır.
Fahr'ul-îslam Ali El-Pezdevi “Usûl-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor:
“Şeriatta aklın Mûcib olması (bir şeyin yapılması yahut yapıl¬mamasını gerekli kılması) hakkında bir delil mevcut değildir. Ve aklın mûcib olması caiz de değildir. Şeriata dayanmayan bir illet ise makbul ve caiz değildir. Zira illetler şeriatın konusudur. Kulun bu konulara girmeye hakkı yoktur. Çünkü bu, ortaklığa sevkeder. Bir delile dayanmadan kim aklı mûcib kılarsa, kulluk sınırını aşarak inatçılıkla şeriatın sınırına girmiş olur.

7- Selef âlimlerinin kelâm ilmine karşı çıkmalarının bir sebe¬bi de kelâmcıların, filozofların sözlerine kulak asmaları ve bunlar¬dan bazı sefih kişilere uymalarıdır. Bu sebeple gökten inen âyetler¬den yüz çevirip akıllı ve âlim oldukları zannedilen cahillerle beraber felsefeye daldılar. Halbuki Cenabı Allah kitabında bu hususta uyarıda bulunuyor. Şöyle buyuruyor:
“Âyetlerimiz hakkında yanlış tevillerle söz edenleri gördüğün zaman kendilerinden yüz çevir, yanlarında oturma; tâ ki Kur'an'dan başka bir söze dalalar.” [16]
Bu âyetin manası felsefecilere dayanan kelâmcılara da hususi sebeple değil, fakat umumî hatları ile şamildir. Bazen küfür, bazen fasıklık, bazen isyan, bazen hata derecesine varan bâtıl te'vüler ve tahrifler, Kur'an'ın manasında ileri gitmek, yanlış te'villerde bulun¬mak bu mananın içine giriyor. Bu bapta hata affedilmez. Dinin furuna taallûk eden meselelerde durum böyle değildir. Furu ile ilgili meselelerde hata vâki olsa günah yoktur, belki yanıldığı için de bir sevap vardır. İhtilaf halindeki bid'at ehlinin içtihatları ile ittifak ha¬linde bulunan Ehl-i Sünnet'in içtihatları arasında fark burada or¬taya çıkıyor. Cenabı Hakk'm şu buyruğu da bu noktaya işaret edi¬yor:
“Muhakkak ki Cenabı Allah sivrisinek ve daha büyüğü ile misal vermeyi terketmez. Artık iman edenler, bu misalin Rablerinden ge¬len bir hakikat olduğunu bilirler. Kâfirler ise: “Allah bu misal ile ne¬yi murad etmiştir?” derler. Cenabı Allah o misal sebebiyle çoklarını saptırır, yine o misal ile bir çoklarını doğru yola hidayet eder.” [17]
“Biz Kur'an'dan müminler için şifa ve rahmet olan âyetleri in¬dirmekteyiz. Zalimlerin ise Kur'an ancak sapıklığını artırır.” [18]
Bir hadîs-î şerifte ise şöyle buyuruluyor.
“Kur'an, lehinde yahut aleyhinde sana bir delildir?”
Kur'an-ı Kerîm nil nehri gibidir. Nil nehri, kendisinden istifade edenler (kendisine yakın olanlar) için sudur, ondan mahrum olan¬lar için ise kandır. Bütün müslümanlara vacib olan, diğer peygam¬berlerin de getirdiği inançlara uygun olarak gönderilen Peygamber¬lerin Efendisi Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesellem'e uymaktır. Cenabı Allah, Hz. Peygamber'in şanını yüceltmiştir, öyle ki kendisine bir yerde yemin ederek şöyle buyurmuştur:
«Rabbin hakkı için, onlar, aralarında çekişme konusu olan hu¬suslarda seni hakem yapıp verdiğin hükümden, nefisleri hiçbir dar¬lık çekmeden tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” [19]
Cenabı Allah bu âyette haber vermiştir ki, münafıklar, çekişme¬lerinde başkasını hakem kabul etmek isterler. Onlar Allah ve Rasûlüne, yani Allah kitabı ve Rasûlüllah'ın sünnetinin hükmüne sarıldık¬ları zaman şiddetle yüz çevirirler. Halbuki onlara sorarsan, iyilikten, tevfikten, hakikat ve yakinî imandan başka bir şey istemiyorlar. Nitekim kelâm, felsefe ve diğer ilimlere mensup âlimler de böyle söy¬lüyor. Biz ancak peygamberlerin sözleri ile filozofların sözlerini bir araya getirmek istiyoruz, diyorlar. Kendini ibadete veren bazı bid'atçılar da öyle söylüyorlar: îman ile ikan, tevfik ile şeriat, tarikat ile hakikat arasını birleştirmek suretiyle biz ancak ihsan derecesine ulaşmayı istiyoruz, derler. Ve bu sözde bâtıl mezheplerinin bâtıl meşreblerinin desiseleri olan hulul, ittihad, infisal, mutlak varlık davasını ve varlıkların bütünü ile, hakkın aynı olduğunu gizlerler ve bu dü¬şünceleri ile birleştirici makamında olduklarını vehmederler. Hal¬buki onlar tefrikacı zındıkların sapıklık hali üzerindedirler.
Herkim dine ait herhangi bir işte Hz. Peygamber sallelllahu aley¬hi vesellem'den sadır olmayan bir hüküm vermek ister ve bu hükmün yakîn babında güzel olduğunu, Peygamberin getirdiği ile ona muha¬lif düşen aklî meseleleri birleştireceğini zannederse, onun sapıklık¬tan nasibi vardır. Ve onun için Hz. Peygamber'in getirdiği Sünnet'e yükselmek haramdır. Zira Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in getirdiği kâfidir, şifa vericidir, yeterlidir, orada hak yahut bâtıl olan her şey açıklanmıştır. Cenabı Allah bu konuda şöyle bu¬yuruyor:
“Bâtıla hak libası giydirip bile bile hakkı gizlemeyin.” [20]
Hz. Peygamberin Sünneti, Sahabe'nin, Tabiînin, onlardan sonra gelen müctehidlerin, müfessirlerin büyüklerinin, büyük muhaddislerin yoludur ve Dâvud-i Tâî, Muhasıbî, Serüs-Sakatî, Mâ'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî gibi ilk sofilerle, Ebû Necîb es-Sühreverdî, mârifetullah'ta yüksek mertebe sahibi Abdulkadir-i Geylânî, Eb'ul-Kâsım el-Kuşeyri gibi sonradan gelen tasavvufçuların umdesidir.

İman Esasları

İmam Âzam Ebû Hanîfe el-Kûfî “Fıkh-ı Ekber” adlı kitabına şu sözleri ile başlamıştır:
(Tevhidin aslı ve itikatta sağlam dayanak mükellefin söylemesi farz olan şu esaslardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygam¬berlerine, öldükten sonra dirilmeğe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, inandım.)

Allah'a İman:

Hişâm, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani'den rivayet etmiştir: Ebû Hanîfe'nin şöyle dediğini duydum: “Allah'ın en büyük ismi “Al¬lah” Lâfza-i Celâlidir.” Tâhâvî ile Ariflerin ekserisi de bu görüştedir. Öyle ki onlara göre, Allah lâfzı ile zikir yapan kimsenin bulunduğu makamdan daha yüksek bir makam yoktur. Allah'a iman, kendisin¬den alınmış olan esaslara bakılmaksızın müstakil bir ilimdir. Ebû Hanîfe, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, İmam Şâfii, İmam Halîl, İmam Zeccâc, İbn-i Keysân, Halimi, Îmam'ul-Haremeyn, İmam Ga¬zali, İmam Hattâbî ve diğer âlimlerden meydana gelen çoğunluk da bu görüştedirler.

Tevhidin Esasları:

Bu bahis, gerçek Tevhîd inancını en doğru bir şekilde öğrenme bahsidir. İmam Âzam Ebû Hanîfe rahimehullah'tan rivayet edildi¬ğine göre, kelâmcılardan bir topluluk Allah'ın birliğini ispat husu¬sunda kendisi ile konuşarak bahse girmek istediler. İmam Âzam onlara şöyle dedi:
“Konuşmaya başlamadan önce bu konuda vuku bulmuş bir olay hakkında bana cevap verini Dicle'de bir gemi kendi kendine limana gidiyor, kendi kendine doluyor, yiyecek giyecek ve benzeri eşya yükleniyor, kendi kendine dönüyor, demir atıyor; kendi kendine boşa¬lıyor ve tekrar geri dönüyor, böylece çalışmasına kaptansız, tayfasız olarak devam ediyor. Bu olaya ne dersiniz? dedi. Onlar dediler ki; bu mümkün değildir, asla olamaz. Buna karşılık İmam Âzam da şöyle dedi: Bu geminin böylece kendi kendine idaresi mümkün ola¬mazsa ya bu âlem nasıl kendi kendine idare edilir?”
Bu manada Ârif-i Billah İbrahim el-Havas ne güzel söylemiştir:
“Sana giden hak yol'açıktır.Seni bulmak isteyen delil istemez.”
Bir başkası da bu manada şöyle demiştir:
“Sen apaçıksın, kimseye gizli değilsin, Kör olan kimse ancak ayı göremez.”
“Eb'ul-Atâhiye” de aşağıdaki şiirinde ne güzel söylemiştir:
“Vay! Allah'a nasıl isyan edilir?
Yahut Allah nasıl inkâr edilir?
Her harekette ve her duruşta,
Ebediyyen Allah'a şahit vardır.
Her şeyde Allah'ın birliğine delâlet eden,
Bir işaret vardır.”
Ben derim ki; Yüce Allah'ın Fatiha sûresinde sözüne “El-Hamdü lillâhi rabbil-âlemîn” ile başlaması uluhiyetin tevhidine lâzım olan rububiyetin tevhidinin takdir edildiğine işaret ediyor. Yâni Allah Teâlâ, bütün âlemlerin terbiyeci ve idarecisi olan Allah'tır. Allah'ın birliği, onun idare ve terbiyesinde de bir olmasını, eşsizliğini gerektirir. “El-Hamdü lillâhhi rabbil-âlemîn” cümlesinde bu mana gizlidir. Halkın ulûhiyeti birlemesi, kulluğun gerçekleşmesini icab ettirir. Bu da Allah'ı tanımak için ilk önce kul üzerine lâzım olan şeydir.

Tevhidin Çeşitleri:

Hulâsa, ubudiyetin tevhidinden, rububiyetin tevhidi lâzım ge¬lir. Rububiyetin tevhidinden uluhiyetin tevhidi lâzım gelmez. Çünkü Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
“Onlara: gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan, elbette Allah yarattı, derler.” [21]
“Biz o putlara, yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz.” [22]
Belki Kur'an-ı Kerîm'in surelerinin ekserisi tevhidin bu iki çe¬şidini şamildir, belki Kur'an başından sonuna kadar bu iki tevhid çeşidinin açıklaması hakkındadır. Kur'an-ı Kerîm ya Allah'ın zatın¬dan, isimlerinden, sıfatlarından ve işlerinden haber verir ki buna Tevhid-i İlmi-i haberi denir. Ya şeriki olmayan yalnız Allah'a ibadet, etmeye ve O'ndan başka ibadet edilen putları terketmeye çağırır ki buna Tevhd-i İradî-i Talebi denilir. Ya emir ve yasaklardan, Allah'a itaatin lüzumundan bahs eder ki, bunlar da Tevhid ile ilgili olup onun tamamlayıcısıdırlar. Ya Tevhid ehline ikramdan, dünyada bun¬lara yapılanlardan, âhiretteki ikramlardan haber verir ki , bu da Al¬lah'ı birlemenin mükâfatıdır. Ya da Allah'a eş koşanların durumla¬rından, dünyada kendilerine yapılan azaptan, felâketlerden, âhirette kendilerine inecek olan azaptan, zincir ve bukağılardan haber ve¬rir ki bu da Tevhidin hükmünden dışarı çıkanların cezasıdır.

Tevhid'den Bahseden Âyetler

Kur'an'ın bütünü Tevhid'den, tevhid ehlinin haklarından, onla¬rın medhinden, Allah'a eş koşmayı kötülemekten, Allah'a eş koşan¬ların isyanından ve müstahak bulundukları cezalardan bahseder.
“El-HamdüliIIahi Rabbil-âlemîn” tevhiddir.
“Errahmanirrahîm” Tevhiddir.
“Mâliki yevmiddin” tevhiddir.
“îyyâke na'budü ve iyya'ke nesteîn” tevhiddir.
“İhdinessırâtel-müstakîm” tevhiddir; tevhid ehlinin yoluna hidayet olmayı istemektir; cehalet inad ve ifsad için tevhid yolundan ayrı¬lan sapıkların ve kendilerine gadap olunanların yoluna değil, Allah'ın nimet verdiği mutlu kimselerin yoluna iletilmeyi istemeye şa¬mildir.
Kur'an gibi Sünnet de Kur'an'ın delâlet ettiği hususları açıkla¬yıcı olarak gelir. Rabbimiz olan Allah Teâlâ, tevhid konusunda bizi falancanın görüşüne ve filancanın zevkine muhtaç kılmamıştır. Bu sebeple tevhid konusunda Kitap ve Sünnet'e muhalefet edenlerin ih¬tilâfa düştüklerini, birbirleri ile çarpıştıklarını görüyoruz. Halbuki Cenabı Hak Kur'an-ı Kerîmde:
“Bugün size dininizi tamamladım ve İslâm'ı sizin için din olarak seçtim.” [23]
Buyuruyor. Bu sebeple dinin tamamlanmasında Kitap ve Sünnet'in dışında bir şeye ihtiyacımız yoktur. Nitekim Cenabı Allah başka bir âyette şöyle buyuruyor:
“Bu Kur'an-ı Kerîm insanlar için yeterlidir.” [24]
“Onlara yetmiyor mu ki, biz sana, kendilerine okunan bir kitap indirdik.” [25]
“Hz. Peygamber size neyi getirmişse onu alın, sizi nerden yasaklamışsa ondan sakının.” [26]
Tahâvî de ilk akidesinde şu sözü ile bu manaya işaret etmiştir;
“Bu konuya (Tevhid konusuna) kendi kendimize tasavvur ederek ve reylerimizle te'vil ederek giremeyiz. Zira dinin esası hakkında Allah'ın kurtardığından başkası selâmet bulmaz.”
İmam Âzam, söze başlarken işe Allah'ın varlığı bahsi ile girmedi. Çünkü Allah'ın varlığı gözle görünür gibi apaçıktır. Kur'an-ı Kerim'de Cenabı Hak şöyle buyuruyor;
“Peygamberleri kendilerine gökleri ve yeri yaratan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır?” dedi. [27]
“Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan: Muhakkak Allah yarattı, derler.” [28]
Allah'ın yarlığı halkın yaratılışında sabittir. Nitekim Cenabı Hak bu noktaya şu Âyet-i Kerime ile işaret buyuruyor:
“O halde gerçek bir müslüman olarak kendini dine yönelt.. Allah'ın dinine ki, insanları o din üzerinde yaratmıştır.” [29] Hz. Peygamber'in:
“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine do¬ğar.” [30] hadis-i şerifi de buna işaret eder.
Bütün peygamberler tevhid inancını açıklamak için gönderilmişlerdir. Bu sebepten “Lâ ilahe illellah”
kelimesi üzerinde sözleri birleşmektedir.
Peygamberler, kendi ümmetlerine, Allah'ın var olduğunu söyle¬mekle emredilmemişler, belki, ümmetlerinin hayal ve vehmettiğini reddetmek için Allah'tan başkasına ibadet edilemiyeceğini açıklamayı kasdetmişlerdir. Onların ümmetleri vehme ve hayale kapıla¬rak sapık bir inançla şöyle diyorlardı:
“Bu putlar, Allah katında bi¬zim şefaatçılarımızdırlar. Biz onlara yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz.” Tevhid inancı ise, te'kitli olarak Allah'ın varlığını ifade eder.
Sonra inançlar, aklın serbest olduğu hususlardan olsa da aslolan bunların şeriattan alınması gerekir. Yoksa, Allah'ın varlığını, il¬mini, kudretini isbat etmek haddi zatında Kitap ve Sünnete tevak¬kuf etmez. Ancak kendilerine itibar etme yönünden Kitap ve Sün¬nete tevakkuf eder. Zira bu bahislerin Kitap ve Sünnete uygun olup olmadıklarına itibar edilmezse, felsefecilerin bahsettikleri ila¬hiyat ilmi gibi olur ki, o takdirde buna itibar edilmez. Şu âyetler aklî olarak Allah'ın varlığına delâlet eden âyetlerdendir.
“Şüphesiz yer ile göklerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, denizde insanlara faydalı olacak şekilde yüzen gemi¬de, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş toprakları diritlmesinde ve yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları estirmesin¬de, yer ile gök arasında Allah'ın emrine amade bulutlarda, düşünen akıl sahibi kimseler için Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden birçok alâmetler vardır.”
Her kim bu zikredilen varlıkların acaib durumuna, yer ve göğün yaratılışına, hayvanların, bitkilerin ve âyetlerde bahsedilen diğer yaratıkların acaib yaratılışlarına dikkatlice bakarsa bu bakış onu yok¬luktan vareden, belli kanunlar üzerine tertib ederek çeşitli hikmet¬leri içine koyan bir hikmet sahibinden müstağni olmayacağına hük¬metmeye sevkeder. Nitekim Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuru¬yor:
“Biz insanı muhakkak çamurun özünden yarattık. Sonra insanın neslini sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (bir damla su) yaptık. Sonra o suyu bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıh¬tısını bir et parçası yaptık, o et parçasını da kemik haline çevirdik, kemiklere et giydirdik, sonra ona başka bir şekil vererek ruh ver¬dik. Şekil verenlerin en yücesi olan Allah'ın şanının ne kadar büyük olduğuna bak!” [31]
Mekke halkına ileride biz, hem kendi nefislerinde, hem yeryü¬zü etrafındaki âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) gösterece¬ğiz ki, sonunda Peygamber'in söylediğinin hak olduğu kendilerine apaçık görünecektir. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?” [32]
Her şeyde Allah'ın birliğine ve eşsizliğine delâlet eden delil var¬dır.
Bütün akıllı kimseler bu yoldan yürüyerek Allah'ın varlığı ve birliğini bulmuşlardır. Ancak Dehriye taifesi gibi kendini büyük gö¬ren bazı sefihler bu yoldan yürümediler. Onların bir kısmı Allah'a eş koşmak suretiyle küfre vardılar. Öyle ki puta tapanlar gibi Allah ile birlikte ilâhlara da taptılar. Bazıları da olayların bir kısmını Al¬lah'tan başkasına nisbet ederler. Mecûsiler gibi. Mecûsiler kötülük¬leri İhremen'in (Şeytan'ın) karanlığına, ki İhremen şeytandır hay¬rı da Rahman'm nuruna nisbet ederler. Puta tapanlardan bazıları da bazı eserleri putlara nisbet ederler. Bunlardan Cenabı Allah şöyle haber veriyor:
“Onlar dediler ki: ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz senin sözünle tanrılarımızı terketmeyiz. Ve biz sana inanmayız.”
“Ancak şunu söyleriz ki; ilâhlarımıza sövdüğün için, muhakkak onların bazısı seni bir fenalıkla (cinnetle) çarpmıştır. Hûd îşte ben Allah'ı şahid tutuyorum, ve siz de şahit olun ki, ben Allah'tan başka ona koştuğunuz ortaklardan hiçbirine inanmıyorum, onlardan beriyim, dedi.” [33]
Sâbiîler ve bâzı müneccimler de kendilerine ışık tuttuğu için bâ¬zı olayları yıldızlara nisbet ederler. Allah Teâlâ'yı eş koştukları şeylerden beri kılarım. Onlardan bazıları öldükten sonra dirilmek ve âhirette ölülerin dirilmesi gibi Allah'ın, inkârını küfür saydığı hu¬susları inkâr etmek suretiyle sapmışlardır. Akıl sahipleri için bu ka¬darı yeterlidir. Görüşlerini müdafaa etmek için munazaracının ter¬tip ettiği aklî mukaddimelere başvurmadık. O mukaddimelerin hu¬lâsası şudur: Âlem hadistir, yâni yoktan var edilmiştir. Onun kıdem sıfatı ile vasıflanan bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. O yaratıcı da Ce¬nabı Allah'tır. Cenabı Allah'ın şu âyeti de bu noktaya işaret edi¬yor:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerine vekildir.” [34]
“Şüphesiz sizin rabbiniz, altı günde yer ile gökleri yaratan Al¬lah'tır.” [35]
Herkim bu âlemin kadîm (yaratılmamış) olduğuna hükmederse o kâfirdir. Sonra, bütün varlıkların varlığı kendinden olan bir var¬lıkta son bulduğu sabit olunca, bu varlığın ezelî ve ebedî olması lâ¬zım gelir. Varlığı kendinden olan üzerine yokluk geçmesi ise mümkün değildir. Zira varlığı kendinden olduğu sabit olanın yok olması müm¬kün değildir. Öyle ise Cenabı Allah kadîmdir, yani varlığının evveli yoktur. Bakîdir, varlığının sonu yoktur. Bu sebeple kıdem ve baka manaları Allah Teâlâ hakkında Selbî sıfatlara döner. Bazıları bu iki sıfatı subûtî sıfatlardan saymaktadır. Zira Allah hakkında baka¬nın manası, ebed'den sonra gelen yokluğu nefyetmektir. Kadim de ezelden evvel geçen yokluğu nefyetmek olduğu gibi. O halde bu iki kelimenin manası yokluğu nefyetmeye yönelir. Bu sebeple Tûrbiştî kendi inancında şöyle demiştir: “Mevcud ve kadim”» sıfatları Allah'ın zat sıfatlarındandır.
Yukarıda geçmiş imanın şartlarından olan “Allah'a inandım sözünün, imanın yarısı olduğu hususunda ihtilaf bulunmakla bera¬ber, imanda söz ile ikrar etmeye itibar edildiğine işaret vardır. An¬cak ikrar bazı zamanlarda düşer, yahut ikrar imanın hükümlerini icra etmek için şarttır. Bu görüş İmam Âzam'dan rivayet edilmiştir. İmam Mâtürîdi de bu görüşe meyletmiştir. Eş'arî'ye göre en doğru görüş de budur. Şu âyet-i kerîme bu görüşü kuvvetlendiriyor:
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah'a ve Peygamber'e karşı gelenlerle sevişir halde bulamazsın; velev ki o o karşı gelenler, babaları, oğulları, yahut kardeşleri, yahut kendi kabilelerinden olsun. İşte Allah böyle (zalim) kimseleri sevmiyen bir kavmin kalblerinde imanı tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile kuvvetlendirmiştir.” [36]
Şeyh'ul-İslâm Pezdevî bu konuda şöyle diyor:
“Bir kimse kalbten inanıp özürsüz olarak bu imanını açıklamayı terk ederse, mümin ola¬maz.” Bu görüş müçtehidlerden Muhakkik olanların görüşüdür. Pezdevî'nin bu sözünde, imanda “Eşhedü” sözünün şart koşulmadığına işaret vardır. Çünkü kişinin, “Allah'a inandım” şeklinde şehadet getirmesi gerekir, dememiştir. Şafiî âlimlerinden bazıları iman¬da “Kelime-i Şehadet”i şart koşuyorlar ve bunun için de Hz. Peygamber'in şu Hadîsini delil getiriyorlar:
“Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına şehadet getirinceye ka¬dar insanlarla savaşmakla emrolundum.” [37]
Başka bir rivayette ise “(Lâ ilahe illellah deyinceye kadar” ifa¬desi vardır. Bu kelimenin manası: Allah Teâlâ'nın varlığını, zatında ve sıfatında birliğini itiraf ederek tasdik ettim, demektir.

Meleklere Îman :

Allah'ın meleklerine şöyle inanırız: Allah'ın emrine karşı gel¬mezler, emrini yerine getirirler. Melekler günah işlemekten korun¬muşturlar, erkeklik dişilik sıfatlarından beridirler. Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîmde melekleri dişilikle vasıflayarak Allah'ın kızlarıdır, diyenleri reddediyor; şöyle buyuruyor: .
“Onlar, Rahman olan Allah'ın kulları olan melekleri de dişi yap¬tılar. Yaratılışlarına şahit mi idiler? Onların şahitliklerini yazacağız, onlar Kıyamete kadar sorumlu tutulacaklardır.” [38]
“Yoksa Allah kızları oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size, nasıl böyle hüküm veriyorsunuz.” [39]
“Cevâhir'ul-Usûl” adlı kitapta şöyle zikrediliyor: Melekler için cennet nimetleri ve Allah'ı görme nimetinden nasib yoktur. Konevî'nin “Umdet'ün-Nesefi” Şerhinde de böyle yazılmaktadır. Bu ki¬taplarda yine meleklerin her şekle girebilen havaî latif bir cisme sahib oldukları, ikişer, üçer, dörder kanatları bulunduğu da zikre¬diliyor. Meskenleri göklerdir. Müslümanların çoğunluğunun görü¬şü de böyledir.

Kitaplara İman:

Allah'ın kitaplarına iman konusunda Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan gibi adet tayin etmeksizin Allah katından indirilen bütün ki¬taplara iman etmek gerekir.

Peygamberlere İman:

Peygamberlere iman ederken Allah tarafından gönderilen bü¬tün peygamberlere inanmak lâzımdır. Kendine bir kitap veya say¬fa verilsin, yahut verilmesin, bütün peygamberleri içine alacak şekilde inanmak şarttır. İmam Âzam yukarıdaki ifadesinde “Resul” kelimesini “Nebi”ye eş anlamlı olarak kullanmıştır. Feth'ul-Kadîr sahibi İbn-i Humam da bu görüşü benimsemiştir. Ancak Cumhura göre, Resul kelimesi Nebi kelimesinden daha hususî bir manâ ta¬şır, Peygamberlere iman ederken belli bir sayı tâyin etmeyiz. Zi¬ra sayı tayin edince peygamber olmayanı peygamber yapmak ihti¬mali olabilir. Yahut peygamber olduğu halde sayıdan çıkarılarak peygamberliğine inanılmayanlar da bulunabilir. İman esaslarındaki tertib, meleklerin kitapları Peygamberlere getiren kişiler olma¬ları itibariyledir. Yoksa kitaplar ve peygamberler, meleklerden daha faziletlidirler.

Öldükten Sonra Dirilmeye İman

Öldükten sonra dirilmekten maksat, başlangıçtaki şekil ve var¬lık yok olduktan sonra yeniden var olmaktır. Öldükten sonra diril¬menin delili şu âyet-i kerimelerdir:
“Sonra sizler, şüphesiz Kıyamet gününde diriltileceksiniz.” [40]
“O (inkarcı) insan görmedi mi ki biz onu bir damla sudan na¬sıl yarattık. Şimdi de aşikâr bir mücadeleci kesildi”.
“Bir damla sudan yaratılışını unutarak bize bir de misal ge¬tirdi: Bu kemikleri dağılıp çürümüşken kim diriltir? dedi.”
“Ey Resulüm! De kii onları ilk defa yaratan diriltir ve o, her yaratılanı tamamiyle bilir.” [41]
“El-Makâsıd” adlı kitapta şöyle deniliyor: Öldükten sonra diril¬meye inanmak dinin zarurî saydığı inanç esaslarındandir, inkârı ise kesinlikle küfürdür.
Öldükten sonra dirilme hâdisesine şöyle itiraz edilebilir: Öldük¬ten sonra dirilmeye inanmak, tenasuh'a, yani ruhun bir bedenden başka bir bedene intikaline hükmetmektir. Çünkü ikinci beden ilk beden değildir. Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
“Cennet ehli tüysüz, sakalsızdır. Gençleri ihtiyarlamaz, elbiseleri eskimez.” [42]
“Cehennemlik birinin sırtı Uhud dağı gibidir.” [43]
Öldükten sonra dirilme ve cesetlerin haşri ile hükmetmek üzerine Celâleddin er-Rûmî rahimehullah şöyle diyor:
“Tenasüh inancının yerleşmediği hiçbir mezhep yoktur.”
Bu itiraza şöyle cevap veririz : İkinci beden, ilk bedenin aslî cüz¬lerinden yaratılmış olmasaydı o zaman belki tenasüh olabilirdi. Eğer bu inanca yâni cesetlerin haşri inancına tenasüh adı verilecek olur¬sa, bu yalnız isim üzerine bir münakaşa olur. Esas tenasühün tarifi, Tenasuha inananlara göre şöyledir: Tenasüh, ruhların âhirette değil dünyada şahıslara iadesidir. Zira Tenasüh inancına sahib olanlar Cennet ve Cehennemi ve âhirete ait diğer işleri inkâr edi¬yorlar. Bu sebepten bu inançta olanlar tekfir edilmişlerdir. Cenabı Hak'kın:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri yarın ateşe ataca¬ğız. Onların derileri piştikçe, azabı duysunlar diye kendilerine, de¬rilerinden başka deriler vereceğiz. Çünkü Allah, gerçekten Azizdir, Hakimdir.” [44]
Buyruğunun, hissî lezzetlerle mükâfatlandırılacak, cismanî ızdırap ve acılarla cezalandırılacak olan kimsenin, Allah'a itaat eden ve kötülüğü irtikap edenlerden başkası olduğunu ifade ettiği söyle¬nemez. Zira biz deriz ki: öldükten sonra dirilmede cismanî ve hissi olarak tat ve acıları duymada itibar edilen husus bu işi anlamaktır. Acı yahut lezzet tatmak ise ancak ruhun tâalluku ile olabilir. Ve lev ki alet vasıtasiyle olsun. Vücudun aletleri ise aynen bakidir, bedenin diğer asli parçaları da öyle. Bu sebeple çocukluk çağında görülen ve bir çocuk için ihtiyarlık anında şekil ve görünüşü hat¬ta birçok azası ve aleti değişse de, çocukluktaki insanın aynı ol¬duğu rahatlıkla söylenir. Gençlik çağında cinayet işleyip yaşlanınca cezaya çarptırılan bir kimse için, gençliğinde suçu işleyen kim¬se değildir, denilemez. İşte Hadis-i şerifte belirtilen: “Kâfirin sırtının Uhud dağı kadar büyümesi”, azalarından bir şişme meydana gel¬mesi gibidir. Parçalar aynı parçalardır.
“Şerh'ül-Mevâkıf”ta şöyle deniliyor: insandaki asıl parçalar, ömrün başından sonuna kadar devam eden parçalardır. Bâzı âlim¬ler de demişlerdir ki: insan vücudunun asıl cüzleri, yaratılışın başlangıcında hâsıl olan cüzlerdir. Yaratılışın başlangıcı, ruhların ce¬setlere tâalluk etmeğe başladığı zamandır.
Öldükten sonra dirilmede bedenin asıl cüzlerine itibar edildiği hususunda zikrettiğimiz görüş ile cesedlerin bütün cüzleri ile öldük¬ten sonra dirilmeyi inkar edenlerin öldükten sonra haşri inkar sadedinde söyledikleri söz itibardan düşmüştür. Haşir ise ancak her şeyden evvel ömrün evvelinden sonuna kadar cesetlerin bütün cüzleri ile olur. Hatta öyle ki, iade mânasını gerçekleştirmek için Cenabı Allah sünnet yerinden kesilen et parçası ile tırnaklardan, saç¬lardan kesilenler, dişlerden çıkarılanlar ve benzeri vücudun ilk ya¬ratılışında var olan bütün cüzleri iade edecektir. Sonra Cenabı Al¬lah kemmiyet, keyfiyet ve şekil bakımından iradesinin taallûk ettiğince dilediğini bırakacak, dilediğini yok edecektir. Sonra bilmiş ol ki Cenabı Allah akıllıları dirilteceği gibi, delileri, çocukları, cin ve şeytanları, hayvanları, haşereleri ve kuşları da diriltecektir. Çünkü bu hususta hadîs-i şerif vardır. Azası henüz tamamlanmamış bulu¬nan düşük çocuklar diriltilecek mi? İmam Âzam Ebû Hanife'den rivayet edildiğine göre, düşük çocuğa ruh verilmişse diriltilecektir, ruh verilmeden düşmüşse diriltilmeyecektir. Doğru olan görüş de bu¬dur. Zira Allah'a yakın olan muttaki âlimlerin mezhebi, haşrin ruh ve cesedden meydana geleceğidir. Konevi'nin görüşü ise şöyledir: Kendisi şöyle diyor: bizim âlimlerimizin mezhebinin gereği şudur. Çocuğun azalarından bir kısmı belli olmuşsa dirilecektir. Bu görüş Şâbî ve İbn-i Şîrin'in görüşü olup reddedilmiştir. Zira bu hüküm fıkhî bir hükümdür. Bu hüküm üzerine dünyevî bazı hükümler te¬rettüp eder. (Miras gibi). Âhirete ait haller buna kıyas edilemez.

Kadere İman:

Kadere inanmak iman esaslarındandır. Hayrın faydasının, şer¬rin zararının Allah’tan olduğuna inanmak da kadere imana dahil¬dir. Acının acılığı, tatlının tatlılığı, hayrın faydası, şerrin zararı hep Allah'tandır. Kader değişmez. Allah'ın kaza ve kaderine rıza gös¬termek gerekir. Kader, fayda, zarar, güzellik, çirkinlik ve bunları kaplayan zaman ve mekânla bunlar üzerine terettüp eden sevap ve azab cinsinden yaratıkların hepsini bulunduğu durumda tayin et¬mektir, İmam Âzam, Hz. Peygamber'e uyarak Kelime-i Şehadetin şamil bulunduğu icmali, imanı anlatmamış olsa gerektir. Peygam¬ber'e Cebrail aleyhisselam, imandan sorunca bu kadar (yani altı iman esası) ile cevap vermişti. imam Âzam da Hz. Peygamber'e uya¬rak aynı esasları kabul etmiştir. Ancak İmam Âzam yukarıdaki me¬tinde âhiret gününe iman sözü yerine “öldükten sonra dirilmek” ifadesini kullanmıştır. Bu ifade ile kabirdeki hayatı da içine almıştır. Sonra ben başka bir nüshada “Âhiret günü” ifadesi ile “öldük¬ten sonra dirilmek” ifadesini birleştirdiğini gördüm. İmam Âzam'm bu iki ifadeyi birleştirmesi ile, öldükten sonra dirilmekten, kabirde dirilmek mânası kasd edildiği, yahut “âhiret günü” ile Kıyamete ait bütün halleri, ölümden sonraki sevap ve azap hallerini kasdettiği ortaya çıkmıştır.
Sonra İmam Âzam âhirete ait hallerden haşir neşir için dirilme¬yi tahsis etmiştir. Çünkü bu bahis, kâfirlerin ilk münakaşaya girdik konudur. Tafsili imanın esaslarını ihtiva etmektedir. Bu şekilde İmam Azam kitabının başında, sonradan tafsilatlı olarak açı¬layacağı hususları kısaca sana tenbih etmeyi istemiştir.

Öldükten Sonra Hesap Günü :

Hesab, amellerin tartılması Cennet ve cehennemin varlığı haktır. Kametin, duraklarından olan Sırat, havuz ve diğerlerinin varlığı da haktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Empty
MesajKonu: Geri: Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi   Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:30 pm

Allah'ın Birliği :

İmanı Âzam buraya kadar imanın esaslarını açıkladıktan son¬ra esas Tevhid'in mânasını bütün açıklığı ile izah etti ve şöyle dedi.
“Allahu Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliği sayı cihetinden değil, ortağı bulunmamak yönündendir.”
Birliğinin sayı cihetine inhisar etmemesi, kendinden sonra bir varedicinin bulunduğu vehmini ortadan kaldırmak içindir. Zira adet mânası üzerinde düşünülünce, başka sayılar da akla gelir. Halbuki Cenabı Allah zatında, sıfatında eşi, benzeri ve ortağı yoktur, Al¬lah'ın varlığı ve birliğine Kur'an-ı Kerîm'den delil İhlâs süresidir. Cenabı Allah İhlâs sûresinde şöyle buyuruyor:
“De ki: Allah birdir. Allah kimseye muhtaç değildir. Doğmamış¬tır. Doğurmamıştır. Kendisine hiç kimse emsal olmamıştır.” [45]
Yâni Allah Zatında ve sıfatında tektir, herkes ona muhtaçtır. O, kimseye muhtaç değildir, sonradan var olan yaratıkların mahalli değildir, sonradan yaratılmış da değildir. Hiç bir varlık kendisine denk olamaz. Burada Mekke kâfirlerine reddiye vardır. Onlar şöyle demişlerdi: “Melekler Allah'ın kızlarıdır”. “Allah doğurmamıştır,” ifadesiyle bu inanç yıkılmıştır. Yahudilere de reddiye vardır. Yahudiler de şöyle demişlerdi:
“Uzeyr, Allah'ın oğludur.” Yani Allah'ın oğlu da yoktur, kızı da. “O doğmamıştır, doğurmamıştır.” Hıristiyanlara da reddiye vardır. Hıristiyanlar:
“Mesih, Allah'ın oğludur, anası da eşi¬dir,” demişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de cinlerin müminlerinden hikâyeten şöyle buyuruluyor:
“Doğrusu rabbimizin şanı çok yücedir; ne eş edinmiştir, ne de çocuk.” [46]
Yâni eş ve çocuk edinmek mecaz yolu ile de olsa, Allah hakkın¬da düşünülemez. Gerçekten olması ise zaten mümkün değildir.
Hâsılı bu âlemin yaratıcısı birdir, eşsizdir. Zira Vâcib'ul-Vücûd'un mânasının ancak çeşitli kemal sıfatları ile vasıflanan tek ve eşsiz bir zat üzerinde tasdik edilmesi ile mümkün olabilir. Nitekim Ce¬nabı Allah da şöyle buyuruyor:
“Yerde, gökte Allah'tan başka farz edilen başka ilâhlar bulunsa, yer ile gök düzeni bozulurdu.” [47]
Bu âyetten istifade edilerek Burhan-i Temânü diye adlandırılan bir delil ortaya çıkmıştır. Bunun takriri şöyledir:

Burhan-i Temânü:

Eğer iki ilahın varlığı mümkün görülürse, aralarında çekişme ve çatışma da mümkün olur. Şöyle ki, biri meselâ: Zeyd'in hareket etmesini, diğeri ise hıareket etmemesini, durmasını isteyebilirdi. Zira bu iki durumdan her biri de mümkün olan şeylerdir. Yine iradenin bu iki işten birine taalluk etmesi de haddizatında yine mümkündür. Çünkü bu iki irade arasında bir tezat yoktur. Belki tezat istenilen iki ayrı şeydedir. O takdirde ya istenilen iki iş de olacaktır, ki o za¬man iki zıddın toplanması lâzım gelir. Yahut ikisi de olmaya¬cak, belki biri vuku' bulacaktır. O zaman da iki ilahtan birinin âciz olması gerekecektir. Acizlik ise yaratıcı olmamanın, sonradan yara¬tılmış olmanın işaretidir. Çünkü acizlikte ihtiyaç şaibesi vardır. İlahların birkaç tane olması, muhali gerektiren çatışmayı gerektir¬mektedir. Dolayısıyla ilahların birkaç tane olması da mümkün de¬ğildir. Bu açıklama aşağıda söylenen sözün de tefsiridir: Varlığı farz edilen ilahlardan biri eğer diğerine karşı gelmeğe gücü yetmezse, ötekinin âciz olması lâzımgelir; gücü yeterse diğerinin ilah olama¬ması ve âciz olması gerekir. Yukarıda zikrettiğimiz açıklamalarla, iki ilâhın çatışmadan ittifak etmelerinin mümkün olduğu yolunda söylenen söz de reddedilmiş oluyor.
Allâme Tafazânî'nin: “Mezkûr âyet, iknaî bir delildir” sözü şu demektir: yâni ilk bakışta iknai delil olduğu zannedilir, demektir. Bu zan, bilgi hasıl olduktan sonra zail olur. Âyetin hükmünün gereği olan mulâzemet, yâni iki ilahın var olduğunun farzedilmesinden yer ile göğün fesada uğramasının lâzımgelmesi, zannî delillere lâyık olduğu vech ile adettir. Zira hakimler birkaç tane olunca, çe¬kişme ve galebenin varlığı adeti geçerlidir. Nitekim Cenabı Allah buna bir âyette işaret ederek şöyle buyuruyor:
“Allah hiç bir evlât edinmemiştir, ona ortak hiç bir ilâh da yok¬tur. Eğer böyle olsaydı her ilâh kendi yarattığını götürür, bazısı üzerine üstün gelirdi. Allah Teâlâ, onların vasıfladıkları şirkten münezzehtir [48]
Gazali, İbn-i Humam ve Beydavi gibi araştırıcı alimler mezkur Temanü' âyetinin iknaî olması ile yetinmeyerek onu kesin hakikatlerden saydılar. Belki, bu ayetin iknaî delil olduğunu söyleyenin kâ¬fir olacağını bile söyleyenler vardır. Bu mesele hakkında kelam ki¬taplarında yeterince bilgi verilmiştir.
Sonra bil ki, âyetteki “lev” kelimesi “lintifaissani Iintifâil-evvel” kaidesince, birinci kısım olan şartın bulunmayışından dolayı ikinci kısım olan cevabın bulunmamasını ifade etmez. Yâni yer ile gök fesada uğramadığına göre, Allah Teâlâ birdir. Belki burada lev ke¬limesi zaman tâyinine delâlet etmeksizin şartın bulunmaması üze¬rine cezanın da bulunmamasını gerektirir. Yâni Allah bir olduğu için yer ile gök bozulmamıştır. Çünkü lev harfi bazı yerlerde bu mânada da kullanılır.(Cenabı Allah yarattığı şeylerden hiç birine benzemez.)
Çünkü Cenabı Allah'ın varlığı kendindendir. Allah'dan başka her şeyin varlığı ise mümkün olup kendinden değildir. Varlığı ken¬dinden olan Samed’dir, yâni kimseye muhtaç değildir, her şey O’nun yaratmasına ve yardımına muhtaçtır. Bu konuda Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Allah kimseye muhtaç değildir, sizler ise muhtaçsınız.” [49]
O halde Allah'ın varlığı zatının aynıdır. Allah'ın sıfatları ise za¬tının aynı değildir, gayrı da değildir. Filozoflara göre bu görüşe mu¬halefet vardır. Onlara göre, Allah'ın sıfatları zatının aynıdır. Mute¬zileye göre de Allah'ın sıfatları zatının gayrıdır.
Kerrâmiye mezhebine mensub olanların inandıkları gibi, Allah'ın sıfatları da sonradan yaratılmış değildir. Yaratılmışların sıfatları böyle değildir. Zira yaratılmışların sıfatları bütün ilim adamlarına göre, zatlarının gayrıdır.
Hâsılı Filozoflarla Mutezile, kadîm olan varlıkların birkaç tane olmasından sakınarak Allah'ın sıfatlarını kabul etmediler. Eş'arîler de Allah'ın sıfatları zatının ne aynıdır, ne de gayrıdır, diyerek gö¬rüşlerini belirttiler.

Allah'ın Eşsizliği:

(Allah'ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık ona benzemez.)
Bu ifade yukarıdaki metinde geçen ifadeyi takviye için gelmiş olup Cenabı Hakkın şu âyetinden istifade edilmiştir:
“Allah gibi hiç bir şey yoktur.” [50]
Yâni Allah'ın zatı ve sıfatı gibi hiçbir şey yoktur. Yahut bu âyette mislinin mislini nefyetmek, ileri gelen bazı âlimlerin araş¬tırdığı gibi, Burhan yolu ile mislinin yok olmasını gerektirir. Bura¬da “Kemislihî” sözündeki “kâf”ın zaide, olduğu ile hüküm vermiyo¬ruz, misil kelimesinin zaide olduğu ile de hükmetmiyoruz. Zira mut¬lak misil, bütün yönlerden eşit olandır.
Konevî Şerh”inde zikredildiğine göre, Nuaym b. Hammad şöy¬le demiştir:
“Kim Allah'ı, yarattığı varlıklardan herhangi birine benzetirse kâfir olur. Kim, Allah'ın kendini vasıflandırdığı sıfatı inkâr ederse o da kâfir olur.”
İshak b. Raheveyh de şöyle demiştir:
“Kim Allah'ı bir vasıf ile vasıflandırıp O'nun sıfatlarını Allah'ın yarattıklarından birinin sı¬fatına benzetirse, o kimse kâfir-i bülah'il-azîmdir.”
Allame Cehm ve arkadaşları :
Allâme Cehm, Cehmiye taifesinin reisidir. Bunlar Allah'ın sıfat¬ları konusunda Ehl-i Sünnet'e karşı çıkmışlar ve yalan isnad ede¬rek Ehi-i Sünnet'e “Müsebbibe: Allah'ı yaratıklara benzeten” adı¬nı vermişlerdir. Oysa Ehl-i Sünnet Müşebbîh değil, Muattıledir. Bu sebeple Selef âlimlerinin çoğu demişlerdir ki:
“Cehmiye taifesinin alâmeti, Ehl-i Sünnet'e Müşebbih adını takmalarıdır. Halbuki Cumhur'a göre, Ehl-i Sünnet'in meşhur olan görüşü, Allah'ın yaratıklara benzemesini nefyetmekle Allah'ın sıfatlarını nefyetmeyi kasdetmedikleri, belki bununla Allah'ın isimlerinde, sıfatlarında ve işlerinde yaratıklardan hiçbirine benzemediğini kasdettikleri yolundadır.”

Zâti Ve Fi'lî Sıfatlar:

(Cenabı Allah geçmişte ve gelecekte Zatî ve Fi’lî sıfatlar ile va¬sıflanmıştır.)
Zatî sıfatları ilim, hayat ve kelâm gibi sıfatlar olup ittifakla bu sıfatlar kadîmdir. Yaratmak, rızık vermek ve benzeri sıfatlar da fi¬li sıfatları teşkil etmekte olup bu sıfatların kadim olduğunda ihtilâf vardır. Mâtüridîlerin mezhebi ise bu sıfatların kadîm olduğudur. Eş'arîlerin mezhebine göre filî sıfatlar kadîm değil hadistir, yâni sonradan yaratılmıştır. Buradaki ihtilâf, araştırıldığı takdirde, araştırıcılarca anlaşılacağı üzere görünüşte bir ihtilâftır. Bunun açıkla¬ması şöyledir:
Kendi zatı için varlığı vacib olan isim ve sıfatları gibi bütün yönleri ile varlığı vacibtir, yani kendiliğinden var olmuştur. Bunun mânası şudur: Allah Teâlâ'nın beklenen bir sıfatı yahut tehir edil¬miş bir hali yoktur. Zira Allah'ın zatı arazların mahalli değildir. Yâ¬ni varlığının devamı başka bir varlığa muhtaç şeylerin mahalli de¬ğildir. Çünkü Allah'ın zatı, arazları tamamlayacak bütün durum¬larla kendisine ait bütün sıfatların meydana gelmesinde kâfidir. Eğer Allah'ın zatı buna yeterli olmasa bunu meydana getirecek baş¬ka birine muhtaç olması gerekirdi. Başkasına muhtaç olan her şey ise varlığı kendinden olmayıp başkası tarafından yaratılmıştır. Hal¬buki Allah'ın varlığının vacib olduğu, varlığı kendinden olduğu sa¬bit olmuştur. Bu konuda Cenabı Allah şöyle buyuruyor;
“Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise hiç bir şeye muh¬taç değildir.” [51]
Yâni Allah zatı ve sıfatı ile yarattıklarının zuhurundan müstağ¬nidir. Şu demek: Allah yarattığı kâinatı yaratmaya muhtaç değildir. Allah isimleri ve sıfatları ile öğülmüştür. İster öğen olsun, ister ol¬masın bu birdir. Allah Teâlâ, değişiklikten ve intikalden de beridir.
Belki fi'lî sıfatlarında zevalden, zatî sıfatlarda kendini tamamla¬maktan müstağni olmakta devam eder. Allah'ın bu kemal sıfatla¬rının ilgili bulunduğu yaratıkların hadis olmasından sıfatların da yaratılmış olması gerekmez. Meselâ; Allah rızık veren, gören, işiten¬dir. Bu sıfatlar yaratılmış değildir. Allah'ın gördüğü, rızık verdiği ve işittiği şeylerin yaratılmış olmasından, Allah'ın bu sıfatlarının da yaratılmış olması gerekmez.

Zatî Sıfatlar

(Allah'ın Zatî sıfatları şunlardır: Hayat, Kudret, İlim, Kelâm, Semi', Basar, İrade).
Hayat: Allah Teâlâ'nın yaşaması demektir. Allah Teâlâ'nın ezelî bir hayatı vardır. Mevsufu olan Allah'a ait sıhhatli bir bilgiyi gerek¬tirir.

Kudret: Gücü yetmek demektir. Yaratıklara tâalluk ettiği za¬man tesir eden ezelî bir sıfattır. Bunun mânası şudur: Şüphesiz Cenabı Allah, ezeli ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve sermedi sıfa¬tı olan kudreti ile her istediğini yapmaya gücü yetendir. Yâni Al¬lah bir şeye gücü yettiği zaman bu olay kadîm olan (yaratılmamış olan) kudreti ile gücü ile meydana gelir. Yaratılmış varlıklarda ol¬duğu gibi hadis olan bir kudret ile değil.

Cenabı Allah Hayyul - Kayyûm'dur: Yâni kendi zatı ile kaim olup yaratıkların varlığını da devam ettirmektedir. Allah ilk önce yoktan var ettiği varlıkları öldürdükten sonra tekrar diriltir. Allah her şeye gücü yetendir. Allah yaratıkları yaratmış, onlara hayat ver¬miş, kudretinden kudret vermiş ve rızık vermiştir. Allah'ın her şeye gücü yeter olmasının mânası Allah'ın bu âlemi yaratması ile yarat¬maması ona göre eşittir, demektir.

İlim: Allah'ın zatı sıfatlarından biri de ilimdir. İlim sıfatı, yara¬tıklara tâalluk ettiği zaman bilgi meydana getiren ezeli bir sıfattır. Allah Teâlâ, bütün yaratıkları bilir, yükseklerde ve aşağılarda bu¬lunanlar içinde zerre kadar hiç bir şey O'nun bilgisinden gizli de¬ğildir. Cenabı Allah, gizli ve aşikâre her şeyin gizliden, de daha gizli¬sini, gayba ait olan şeyleri bilir. Belki O'nun ilmi, ister parça olsun, ister tüm olsun, ister var olsun, ister yok olsun, ister mümkün ol¬sun, ister mümkün olmasın, Allah'ın bilgisi her şeyi kaplamıştır. Cenabı Allah her şeyin zat ve sıfatını, kemâl tariki ile vasıflamış bulunduğu kadîm ilmi ile bilir, intikal, değişme, infial ve kabul yolu ile hasıl olan sonradan olma bilgi ile değil. Allah'ın şanı sonradan olma bilgilerden münezzehtir.
İmam Şafiî'nin arkadaşlarından İmam Abdülaziz el-Mekkî, Ha¬life Memun'un huzurunda Allah'ın ilminden sorduğu zaman Bişr el-Merîsi ile yaptığı münazarayı hikâye ettiği kitabında şöyle diyor:
“Bişr el-Merisî demiştir ki: Allah cahil değildir, derim. Mermin soru¬yu tekrarlayarak ilmin sıfatından sordu. Bunun üzerine İmam Abdülaziz el-Mekkı demiştir ki: Cehaleti nefyetmek bir övme sıfatı değildir. Zira bu direk de cahil değildir. Halbuki Cenabı Allah Kur'a-n-ı Kerimde Peygamberlerle melekleri ve inananları cehaletlerini nefyederek değil, ilim ile medhetmiştir. İlmi ispat eden, cehaleti nefyetmiş olur. Aksine cehaleti nefyeden ilmi ispat etmiş olmaz. Halka düşen görev, Allah'ın kendisi için ispat ettiğini ispat edip, nefyettiği¬ni nefyetmek, terkettiğini terketmektir. Cenabı Allah şöyle buyuru¬yor:
“Yaratan bilmez mi? O, lâtifdir, her şeyden haberdardır.” [52]
“Gaybın anahtarları Allah katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini o bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir dane, yaş ve kuru her şey Allah'ın emridir. O Allah'tır ki sizleri geceleyin uyuta¬rak ölü gibi yapıyor, gündüz de yaptığınız işleri biliyor. Nihayet dönüşünüz O'nadır.” [53]
Bu âyetlerde yaratıklardan da ilim sahipleri olduğuna işaret [54]
“Eğer Allah ezelî bilgisinde onlarda bir hayır takdir etseydi, el¬bette onlara duyururdu, (bu durumlarında) Allah kulaklarına soksa bile yine onlar, muhakkak ki (Haktan) yüz çevirerek döner gi¬derlerdi. (İmandan çıkarlardı.” [55]
“Hayır, evvelce gizleyip durdukları işleri karşılarına çıktı da ondan böyle söylüyorlar. Yoksa (dünyaya) geri çevrilselerdi, o ahkonmak istendikleri fenalığa yine döneceklerdi. Şüphesiz ki onlar yine yalancıdırlar.” [56]
Cenabı Allah, kötülük işleyenlerin yeniden dünyaya döndürülmeyeceklerini bilmesine rağmen, geri döndürüldükleri takdirde, kendilerine yasaklanan şeyleri yine yapacaklarını ezelî bilgisi ile haber veriyor. İşte bu âyet-i kerîme'de Rafızî ve Kaderiye inancına mensup olan kişilere reddiye vardır. Çünkü onlar, Allah'ın, bir şeyi yaratmadan önce bilmeyeceği inancındadırlar.

Kelâm: Allah'ın zatına ait sıfatlardandır. Zira Cenabı Allah, ezelî sıfatı olan kelâm sıfatı aracılığı ile konuşur. Bu kelâm sıfatının tezahürü harflerden teşekkül eden ve Kur'an diye isimlendirilen nazm-ı ilâhîdir. Yâni Kelâm-ı nefsî'nin tezahürü kelâm-i lafzî'dir. Zira bir emir vermek, bir şeyi yasaklamak, bir şeyden haber ver¬mek isteyen kimse içinde bu hususta bir mâna bulur; sonra bu mânayı yazı, ifade, yahut işaretle anlatır. Kelâm, yani konuşma sıfatı ilim değildir. Zira insan bilmediği bir şeyden de haber verir, belki haber verdiği şeyin hilafını bilir. Kelâm iradeden de başkadır. Zira insan, yapılmasını istemeden bir emir de verebilir. Meselâ; hizmet¬çisinin emirlerine uymadığını ve kendisine âsi olduğunu duyurmak için ona bir emir verir, fakat yapmasını murad etmez. İşte bu türlü kelâm'a Kelâm-i Nefsi denilir. Nitekim Cenabı Allah Kur'an-ı Ke¬rîmede bundan bahsederken münafıklar ve Yahudilerden hikâyeten şöyle buyuruyor:
“Onlar kendi aralarında: Allah bizi söylediklerimiz sebebiyle azaplandırsa ya! derler.” [57]
Şâir Ahtal bir şiirinde şöyle diyor:
“Şüphesiz söz, kalpte olandır.”
Lisan ancak kalbtekine bir delil kılınmıştır.
Hz. Ömer (r.a.) ise şöyle buyurmuştur:
“Ben kendi içimde bir makale dizdim.”
Cenabı Hakk'ın kelâm sıfatının varlığına delil İcmâ-i Ümmetle peygamberlerden bizlere kadar intikal ettiği üzere yüce Allah'ın kendilerine hükümlerini açıklamayı vahyetmesidir. Ancak şu var ki Cenab-ı Allah'ın kelâmı harf ve ses cinsinden değildir. Allah Teâlâ konuşur, emreder, yasaklar, haber verir denildiği zaman şu mâna¬dadır. Allah Teâlâ'nm kelâmı bir tek sıfattır. Kelâm sıfatını emir, yasak ve haberlere göre çoğaltmak, ilim, kudret ve diğer sıfatlarla ilgisinin muhtelif olması iledir. Zira bu sıfatlar birdir. Çokluk ve hudûs ise ancak nisbetlerde olur. Emredenin bilgisinde emredilenin var olması kâfidir. Hâsılı bu ses ve harflerden meydana gelen ve mahalleri ile kaim olan sonradan olma kelâm-i lafzî'ye Allah'ın ke¬lâmı ve Kur'an adı verilir.

Allah'ın Konuşması Nasıl Olur? :

Konevî “Umde” şerhinde diyor ki:
“Ehl-i Sünnet, eşyanın varlığı¬nın Allah Teâlâ'nın “Kün” emrine taalluk ettiğine inanmazlar. On¬ların inancına göre belki eşyanın varlığı Allah'ın icad ve yaratma¬sına tâalluk eder. Allah'ın icad ve yaratması ise O'nun ezeli sıfatı¬dır. Bu söz, Allah'ın yaratması ile maksadın süratle meydana gel¬mesinden ibarettir.
Eş'arilere göre ise eşyanın varlığı Allah'ın ezelî kelâmına taal¬luk eder. “Te'vîlat” şerhinde de böyle kaydediliyor. “Tefsir'ul-Teysîr”de Cenabı Allah'ın:
“Allah Teâlâ bir işe hüküm verdiği zaman yalnız ol, der olur.” [58]
Âyeti tefsir edilirken şöyle deniliyor: Cenabı Allah bu ayette eşyayı “ol” emri ile muhatap kıldı, bu hitap sebebiyle var olur, mâ¬nasını kasdetmemiştir. Zira bu emir gerçekten eşyaya hitap kılnırsa o takdirde ya yokta olan şeye hitap yapılmış olacak ve bu hi¬tap sebebiyle var olmuş olacak, yahut da var olan bir şeye var ol¬duktan sonra hitap olacak. Yok olan bir şeye hitap olması caiz de¬ğildir. Çünkü herhangi bir şey ortada yoktur, yok olan bir şey na¬sıl muhatap olur? Var olan bir şeye hitap vaki olması da caiz değildir. Çünkü var olan şey vardır. Ona nasıl var ol denilebilir?
Âyetteki ifade şu noktayı beyan ediyor: Cenabı Allah bir şeyi yaratmak isteyince o şey var olur.
Eğer denilirse ki: Allah'ın icadı ile vücud meydana geldiği zaman bu “ol” emrinin faydası nedir? Deriz ki: bu emrin faydası Al¬lah'ın büyüklüğünü ve kudretini göstermektir. Nitekim Cenabı Al¬lah kabirde bulunan ölüleri diriltecek, lâkin sûra üflemek suretiyle diriltecek. Yahut denilebilir ki aklî deliller eşyanın varlığının icat ile var olduğuna delâlet eder. Kesin nakli deliller de o icadın bu emir vasıtasıyla olduğunu beyan ediyor. Bu sebeple faydasını aramakla meşgul olmadan âyetlerin hükmünün gereği ile amel etmek vacib olmuştur. Müteşâbih âyetlerde olduğu gibi. Bu âyetlerin te¬vili ile meşgul olmadan onlara iman etmek vaciptir.
Fahr'ul-İslâm Pezdevî “Usûl” adlı kitabında Allah'ın “Kün” emrinden maksadın, Eş'arî mezhebine uygun olarak icad mânasında mecaz olan bu kelime konuşmanın hakikati olduğuna işaret et¬miştir. Zira bu söz üzerine istenilen şeyi ispat etmek için âyete da¬yanmak daha kuvvetlidir. Çünkü âyet, bundan, konuşmanın haki¬kati kaydedildiğine daha çok delâlet eder. Çünkü burada emir mü¬kerrerdir. Diğer âyetler ise böyle değildir.
Pezdevî'ye şöyle cevap verilmiştir. O'nun mezhebi Eş'arîlerin mezhebinden ayrı değildir. Zira Eş'arî'ye göre eşyanın varlığı “Kün-Ol” hitabı iledir, başka türlü değildir. Ehl-i Sünnet'e göre ise Al¬lah'ın icadı iledir, başka bir şey ile değildir. Pezdevî'ye göre ise eş¬yanın varlığı Allah'ın icadı ve hitabı ile vücut bulmuştur. Böylece Pezdevî'nin görüşü üçüncü bir mezheb olmuştur. Doğrusunu Allah Teâlâ bilir.
Cenabı Allah yarattığı mahlûkattan biri ile konuşacağı zaman Allah'ın emri ile Levh-i Mahfuz'da yazılan Kadîm kelâmına delâlet eden kelime ve harflerle yazılmış bulunan kelâmı ile konuşur, ha¬dis olan kelâm ile konuşmaz. Zira hadis olan kelâm, O'nun kelâmı¬na delâlet eden harfler ve kelimeler olup Allah'ın zatı ile kâim olan kelâmın hakikati değildir. Zira Allah kelâmı diğer sıfatlarda oldu¬ğu gibi yaratıkların kelâmına benzemez. Cenabı Hak bir âyette şöy¬le buyuruyor:
“Hiçbir insan yoktur ki, Allah onunla (doğrudan doğruya) ko¬nuşmuş olsun; ancak vahyile, yahut perde arkasından, yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dilediğini vahyetmesi suretiy¬le olur.” [59]
Yâni Cenab-ı Allah peygamberlere yaptığı gibi, rüyada da kuluna vahyeder, yahut Allah velilerinde olduğu gibi ilham eder.
“Allah Ömer'in lisanı üzre konuşur” mealindeki hadîs-i şerif de bu mânada söylenmiştir. Perde arkasından konuşma, Musa Aleyhisselâm'da olduğu gibi Allah'ı görmeden kelâmını işitmek suretiyle olur. Yahut Cebrail Aleyhisselâm gibi bir melek göndererek bu melek vasıtasıy¬la vahyeder. Yâni elçi olan melek kul ile konuşarak rabbinin emri¬ni tebliğ eder.
Allah'ın kelâmı kendi zatı ile kâimdir. Mûtezile'ye göre ise du¬rum böyle değildir. Mutezile Allah'ın, başkası ile kaim olan bir ke¬lâm sıfatı ile muttasıf bulunduğu ve Allah'ın böyle bir sıfatı bu¬lunmadığı görüşünü benimseyerek, şöyle demişlerdir: Allah'ın kelâ¬mı harfler ve seslerden meydana gelir ve Allah bu kelâmı Cebrail aleyhisselâm'da, Hz. Peygamber'de ve Levh-i Mahfuz'da olduğu gi¬bi başkalarının ağzında yaratır.
Hanbelilerin sapıkları da şöyle demişlerdir; Allah'ın kelâmı harf ve seslerden ibarettir. Bu harfler ve sesler Allah'ın zatı ile kâ¬imdir. Allah'ın zatı ise kadîmdir. Onların bir kısmı cehaletlerinde mübalağa ederek şöyle demişlerdir: Mushaf'ın cilt ve kâğıdı dahi kadîmdir. Nerde kaldı ki sayfaları. Bu söz bizzarure batıl bir söz¬dür ve hissi bir davranış icabı olarak inatlaşmadır. Çünkü “Bismillah”taki “ba”nin “sin”den önce olduğu gözle görülüyor.

Görme Ve İşitme Sıfatları

Semi ve Basar sıfatları Allah'ın zatî sıfatlarındandır. Zira Ce¬nabı Allah harfler, sesler ve kelimeleri ezelde kendisine ait sıfatı olan işitme sıfatı ile işitir. Şekil ve renkleri de ezelde kadîm sıfatı olan görme sıfatı ile görür. İşitilenin ve görülenin yaratılmış olma¬sından işitme ve görme sıfatlarının da Yaratılmış olması gerekmez. Allah her şeyi işiten ve görendir. Ne kadar gizli olursa olsun, O'nun işitmesinden hiç bir ses, kaçmaz; göze göre de ne kadar küçük olursa olsun, hiç bir şey onun görmesinden kaybolmaz. Cenabı Allah Karanlık gecede siyah karıncanın sert kaya üzerindeki sessiz yürü¬yüşünü görür ve işitir. İşitme sıfatı işitilen varlıklarla ilgili bir sıfat¬tır, görme sıfatı da görülen şeylerle ilgili bir sıfattır. Bu sıfatla Ce¬nabı Allah bir organ tesiri olmadan, hava ulaşmadan; vehim ve ta¬hayyül yolu ile de olmaksızın tam bir idrâk ile idrâk eder. İşitme sı¬fatı ile görme sıfatının kadîm oluşundan işitilen ve görülenlerin ka¬dim olması lâzım gelmez. İlim ve kudret sıfatının kadîm oluşundan bilinen ve kudret tesiri altına giren eşyanın kadîm olması lâzım gel¬mediği gibi. Çünkü bunlar kadim sıfatlardır. Âlem-i şuhûdda (Bu dünyada) eşyaya gıyabî olarak tâalluk ettikleri gibi, eşya var olun¬ca hadis olan (sonradan var olan) bu şeylere de zahiri olarak taal¬luk ederler, işitme ve görme sıfatlarının her biri ilim sıfatından daha özeldir. “Suyûtî Nikâye” adlı kitabında şöyle der: “Semi” ile “Basar” sıfatı öyle sıfatlardır ki, bunlarla meydana gelen inkişaf (bilgi), ilim sıfatı ile meydana gelen inkişaftan daha fazladır. Bu söz ancak bize nisbetle doğru olur. Çünkü bize göre işitme ve görme sıfatları ile de bilgi hasıl olur. Fakat Allah'a nisbet edildiği zaman Allah zatında kâmil olduğu gibi O'nun bütün sıfatları da kâmildir. Allah'ın sıfatları artış kabul etmezler.


İrade:

İrade sıfatı: Allah'ın zati sıfatlarındandır. İrade, meşiet gibi bütün varlıklara karşı kudret nisbeti eşit olmakla beraber herhangi bir vakitte vukubulmak suretiyle bir şeyin yapma ve yapmama gi¬bi iki tarafından birini tahsis eden bir sıfattır. Bu zikredilen tarifte şu iki inanç reddedilmektedir. İnançlardan biri şudur. Allah'ın Me¬şiet sıfatı kadîmdir, irade sıfatı ise hadistir ve Allah'ın zatı ile kâ¬imdir. Diğer inanç da, Allah'ın kendi işini yapmayı dilemesinin mâ¬nası şudur: Allah cebredilemez, yanılmaz ve mağlûb olmaz. Başka¬sının işini murad etmesinin mânası da onu emreder, demektir. Al¬lah Teâlâ kadim olan irade sıfatı ile olmuş ve olacak şeyleri diler. Dünyada ve âhirette küçük büyük, az çok, hayır yahut şer, fayda yahut zarar, tatlı yahut acı, iman yahut küfür, bilinen yahut bi¬linmeyen, kurtuluş yahut ziyan, ziyade yahut noksan, tâat yahut isyan ne varsa hepsi ancak O'nun iradesi ile ve hikmetine uygun olarak, takdirine ve yaratıkları içindeki hükmüne mutabık olarak meydana gelir. Allah'ın dilediği şey olur, dilemediği şey olmaz. Allah dilediğini istediği gibi mübalâğa ile yapandır. Allah'ın dilediğini geri çeviren yoktur, kulları arasında verdiği hükmü tâkîb eden yoktur. Allah'ın iradesi ve yardımı olmadan O'na isayandan kaçış yok¬tur; O'nun muvaffak kılması ve dilemesi olmadan hiçbir kul için taâtnı kazanmak mümkün değildir. Kötülükten kaçış, itaata muvaf¬fak oluş, ancak Allah'ın yardımı iledir. Kurtuluş ve sığınış ancak Al¬lah'adır. Bütün yaratıklar bu âlemde bir zerreyi Allah'ın iradesi dı¬şında bir kerre hareket ettirmek, yahut durdurmak isteseler buna güç yetiremezler, belki Allah'ın iradesi hilâfına bir, iradeye sahip olamazlar. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Sizler ancak Allah'ın dilediklerini dileyebilirsiniz.” [60]
Allah ezelde tayin ettiği vakitlerde eşyanın varlığını dilemiştir ve irade sıfatı ile vasıflanmıştır. Böylece eşya tâyin edilen vakitlerde Allah'ın bildirdiği ve dilediği şekilde takdim ve tehirsiz bir değişik¬liğe uğramadan var olmuştur. Eşyanın Allah'ın iradesi gereğince var olması kulun bir iradeye sahib olmasına aykırı değildir. Çünkü Cenabı Allah bir âyette: [61]
“Dilediğinizi yapın.”Buyuruyor. Sonra Allah'ın irade ve meşîet sıfatına şu âyetler, de delâlet etmektedir:
“Allah dilediğini yapar.” [62]
“Şüphesiz Cenabı Allah dilediğine hükmeder.” [63]
Bu ayetlerdeki meşiet ile irade bize göre, Allah hakkında düşünüldüğü zaman aynı şeylerdir. Fakat kullar yönünden düşünüldüğü takdirde manaları değişir. Meselâ bir kimse karısına irade sığasıyle “seni boşamak istedim” dese karısı boş olmaz. Fakat meşiet sığası ile, “seni boşamak istedim” dese, karısı boş olur. Çünkü irade kelimesi revede kökünden alınmıştır. Bu kelimenin mânası taleb etmektir. Meşîet kelimesi ise icad etmekten ibarettir. Meşîet kelimesi ile boşadım deyince, sanki senin talakını icad ettim demiş olur ki bununla boşama vaki olur.
Konevî, bu görüşte ihtilâf vardır, diyor. Çünkü eğer böyle ol¬saydı o zaman niyyete ihtiyaç görülürdü.
Netice olarak meşiet, iş ve iradenin kendisinden ayrılmadığı tam bir dilemeden ibarettir. Tam dilemeğe de, eksik dilemeğe de söylenir. Birinci mana Allah hakkında, ikinci mana ise kullar hakkında kasdedilir.
Bu görüşte de ihtilâf vardır. Çünkü buna göre irade sıfatının de meşîet sıfatının Allah sıfatları arasında zikredilmesi gerekirdi.
Söyle bir soru sorulabilir: Allah Teâlâ, Firavn, Ebû Cehil ve benzeri kâfirlerin iman etmelerini emretmek suretiyle istedi, fakat on¬lardan iman eden olmadı. Eğer irade ve meşîet sıfatı sizin zannetti¬riniz gibi, bir olsaydı bunların da iman etmeleri gerekirdi. Çünkü meşîet, icad etmektir.
Bu soruya karşılık deriz ki: Allah'ın istemesi iki şekilde olur. Bi¬ri mükelleften ihtiyarî olarak bir işi istemesidir ki buna emir denili¬yor. Bu talebten dolayı emredilenin var olması gerekmez. Çünkü bu emir ve taleb, mükellefin ihtiyarı ile değildir. İkincisi ise mükellefin ihtiyarı ile ilgisi bulunmayan istektir ki buna da meşîet ve irade de¬nilir. Emredilen şeyin var olması ise irade ve meşîetin levazımatındandır. Zira böyle olmasa acizlik lâzımgelir. Halbuki Cenabı Allah acizlikten münezzehtir. Kullar ise böyle değildir.
Sonra Hikmet sıfatı, ister ilim manasında olsun ve ister ameli sağlam ve güzel yapmak manasında olsun, bize göre Allah'ın ezelî sıfatıdır. Eş'ariler ise bu görüşe muhaliftirler. İmam Eş'arî şöyle di¬yor: Eğer hikmet ile ilim kasdedilirse o zaman bu sıfat ezelîdir. Eğer iş kasdedilirse ezelî değildir. Zira Eş'arî'ye göre Tekvin sıfatı hadis (sonradan var olan) bir sıfattır.
Konevî diyor ki; kader mefkud (mevcut olmayan) bir bilgidir. Bu meselede de ilim adamlarının görüşleri değişiktir. Bazıları demişlerdir ki; bütün yaratıklar ve bütün işler Allah'ın muradıdır, deriz; fakat, tafsilâtlı olarak çirkinlikler, kötülükler, masiyetler Allah'¬tandır, demeyiz. (Yani bu ilim adamları bütün yaratıkların Allah'ın iradesi dahilinde meydana geldiğini söylerler, fakat tafsilâtına gir¬mekten sakınırlar.) Bütün yaratıkları yaratan Allah'tır, deyip de leşleri ve pislikleri yarattı, diyerek tafsilâtına girişmekten sakındığımız gibi.
Bazıları da şöyle demişlerdir: Tafsilâtı ile Allah her şeyi yarattı, deriz; fakat Allah'a yaraşır bir karine ile söyleriz. Meselâ; Allah kâ¬firin küfrünü onun kendi kazancı olarak, kötülük ve yasaklanmış bir iş olduğu halde murad etmiştir. Müminde ise kendi kazancı, eseri olarak hayır ve güzel bir iş tarzında emredilen imanı murad etmiş¬tir, işte bu görüş İmam Matürîdî'nin kabul ettiği görüştür. İmam Eş'ari ile Ehl-i Sünnet'in araştırıcı âlimleri de bu görüşü benimsemişler¬dir. Onlar bu konuda şöyle derler:
Allah'ın kitabında irade iki türlüdür: Biri kaderle ilgili kevni ve hılkî (tabiî) iradedir ki o iradenin sembolü meşîettir. Bütün ya¬ratıklara şamildir. Çünkü Cenabı Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyürüyor:
“Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun kalbini İslâm'a açar, gönlüne de genişlik verir. Her kimi de sapıklığa sevk etmek isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki, iman etme teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi zorlanır.” [64]
İradenin ikinci türlüsü din, şeriat ve emirlerle ilgili iradedir. Bu türlü irade ise mahabbet ve rızayı gerektirir. Nitekim bu konuda Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah sizin için kolaylık murad eder, güçlük murad etmez.” [65]
Emir ise bu ikinci çeşit iradeyi gerektirir, birinci tür iradeyi ge¬rektirmez.
İmam Âzam rahmetüllahi aleyh, Allah'ın bu zatî olan yedi sıfa¬tına zikretmiştir. Bunlardan biri zatında bir olmak, diğeri sıfatında bir olmak, üçüncüsü mümkün olan varlıklara muhtaç olmamak, dördüncüsü azamet ve kibriya sıfatı ile muttasıf olmak, sıfatları da bu yedi sıfattandır.
Beydavî; Azîm sıfatı hakir sıfatının zıddıdır, kebîr sıfatı sağîr (küçüklük) sıfatının zıddıdır, demiştir. Ben derim ki; Âlî (yüksek mânasında), Denî'nin (alçak sıfatının) zıddıdır. Bunlar Esmâ-i Hüsnâ içinde mânaları birbirine yakın olan kelimelerdir. Bunların, key¬fiyet bildiren hallerden sudur etmiş, mânaları bir, sözleri ayrı keli¬meler oldukları konusunda Huccet'ül-İslâm Gazzâlî şöyle diyor.
“İki kelimenin mânaları arasında bir fark gözetmemiz gerekir. Çünkü Al¬lah hakkında iki söz arasında mana bakımından farklılık yönünü ayırdetmek bizim için güçleşir. Fakat biz bununla beraber esasında bir ayrılığın yarlığından şüphe etmiyoruz. Bu sebeple Cenabı Allah Hadîs-i Kudsisinde şöyle buyuruyor:
“Kibriya (büyüklük) benim ridamdır, azamet de izarımdır.” [66]
Burada kibriyâ da azamet de büyüklük demektir. Bu iki sözün manası bir, fakat sözleri ayrıdır. Cenabı Allah bu iki söz arasında farklı olduklarına delâlet eden bir ayrılığa işaret etmiştir. Çünkü rida (belden yukarı giyilen elbise), ile izar (belden aşağı giyilen elbise) her ikisi de insan oğlunun zinetidirler. Ancak belden yukarı giyilen ridâ belden aşağı giyilen izardan daha üstün kabul edilir. Bunun için “Allahu Ekber” sözü namazın anahtarı yapılmıştır.
Zikredilen bu yedi sıfat, Allah'ın sübûtî sıfatlarıdır. Baka sıfatı¬nın sübûtî sıfatlardan mı, yoksa selbî sıfatlardan mı olduğu husu¬sunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları onu sübûtî sıfatlardan sayarak bir beyitte onları şöyle toplamıştır:
“Hayât, ilim, kudret, irade: Kelâm, ibsar, semi', baka.”
Doğrusu baka sıfatı, selbî sıfatlardandır. Çünkü bu sıfatla kasdedilen mana, geçmiş olan yokluğu ve gelecek olan faniliği nefyet¬mektir. Zira kadîm olduğu sabit olanın yok olması muhaldir. Yok ol¬ması caiz olanın ise kadîm olması mümkün değildir. Mevlâna Ömer en-Nesefi'nin “Metn'ül-Akâid” adlı kitabında yer alan (Hay, kadir, alîm, semi', basîr, Şâî, Mürîd) gibi sıfat isimlerinin sayılması, meşîet ve iradenin birbirinden ayrı manaları taşıyan iki kelime olduğu vehmini akla getirir. Halbuki durum böyle değildir. Bu makamda, yu¬karıda bunun sözü geçmiştir.

Fî'lî Sıfatlar:

(Allah'ın fi'lî sıfatları ise tahlîk, terzîk, inşâ, ibda', sun', ihya, if¬na, inbat, inmâ, gibi iş ile ilgili olan sıfatlardır.)
Tahlîk, yaratmak demektir. Tarzîk, yaratıkları rızıklandırmaktır. İnşâ ilk başta yaratmak, ibda', eşsiz bir şekilde yaratmaktır. Sun', Allah'ın sanatı demektir. İhya diriltmek, ifna yok etmek, inmâ bü¬yütmek, üretmek; tasvir eşyaya şekil vermek demektir. Bu sıfatların hepsi Tekvin sıfatının manası içine girmektedir.
Fi'lî sıfatlar, meydana çıkması yaratıkların varlığına bağlı olan sıfatlardır. Bil ki fi'lî sıfatlarla zatî sıfatlar arasındaki fark ihtilaflı¬dır.


Sıfatların İsimlendirilmesi:
Mutezilece göre, müspet veya menfi manalarda kullanılan sıfatlar fi'lî sıfatlardandır. Meselâ; Allah falanca için çocuk yarattı, filanca için yaratmadı; Zeyd'e rızık verdi, Amr'a rızık vermedi misalinde olduğu gibi. Burada yaratmak sıfatı müspet ve menfi olarak kulla¬nıldığı için filî sıfatlardandır. Menfî manada kullanılmayan sıfatlar ise zatî sıfatlardır. ilim, kudret gibi. Allah hakkında şunu bilmiyor, denilemez; bir şeye gücü yetmiyor da denilemez.İrade ve kelâm sı¬fatları ise müspet ve menfî manada kullanılabilen sıfatlardandır. Cenabı Allah Kur'an-ı Kerînı'de şöyle buyuruyor:
“Allah sizin için kolaylık murad eder, güçlük murad etmez.” [67]
“Ve Allah Musa ile konuştu.” [68]
“Allah Kıyamette onlarla konuşmayacaktır.” [69]
Yukarıdaki âyetlerin ilkinde irade sıfatı müspet ve menfî ma¬nalarda kullanılmıştır. Kelâm sıfatı da yine iki manada kullanılmış¬tır. Binaenaleyh bu sıfatlar fi'lî sıfatlara dahildirler ve yazılmıştır¬lar.
Fakat Eş'arî'lere göre, fi'li ve zatî sıfatlar arasında fark şudur: Nefyedilmesi sebebiyle zıddı sabit olan sıfatlar zatî sıfatlardır. Zira sen hayat sıfatını nefyedersen bundan ölmek Iâzımgelir. Yani diri değildir, dersen ölüdür, manası çıkar. Kudret sıfatı için de durum bu şekildedir. Gücü yetmez, dersen, bundan acizlik lâzım gelir. Cehalet karşısında ilim sıfatı da böyledir. Bilmiyor dersen, bundan cahil olmak sıfatı sabit olur. Nefyedilmesinden zıddı bir mana sabit olmayan sıfatlar ise fi'lî sıfatlardandır. Meselâ; Allah hakkında dirilt¬mek, yaratmak, rızık vermek gibi sıfatları menfî olarak kullanırsan; Allah yaratmadı, diriltmedi, rızık vermedi dersen, bundan dolayı bir noksanlık ve Allah hakkında yaratamamak, rızık verememek, diriltememek gibi manalar sabit olmaz. Bu sebeple bu sıfatlar fi'lî sıfatlardandır. Buna göre, irade sıfatını menfî olarak kullanırsan, bun¬dan dolayı cebir lâzım gelir; kelâm sıfatını nefyedersen, yani Allah konuşmaz, dersen bundan dolayı da dilsiz olmak lâzım gelir. Binaenaleyh bu iki sıfatın da zati sıfatlardan olduğu sabit olmuştur.
Bize göre, Allah'ın kendisini vasıfladığı ve zıddı ile vasıflanması caiz olmayan her sıfat, zatî sıfatlardandır. Kudret, ilim, azamet gi¬bi. Hem kendisi ile hem de zıddı ile Allah'ı vasıflandırmak caiz olan sıfatlar ise fi'lî sıfatlardandır. Şefkat (Re'fet), rahmet, gazab, sanat sıfatları gibi...
Sonra Eş'arilerle Mûtezile'nin bu noktadaki şüpheleri şudur: Eğer tekvin sıfatı ezelî olsaydı, yaratılan varlıklara ezelde taallûk etmesi gerekirdi. Ezelde yaratıkların varlığına taallûk edince sonradan yaratılanın ezelde var olması ve ezelî olması gerekirdi. Zira yaratılanlar meydanda olmadan Yaratma sıfatının varlığı ile hükmetmek, dövü¬len bulunmadan dövmekten bahsetmek gibidir. Bu ise muhaldir. Binaenaleyh Tekvin (yaratma) sıfatının hadis yani ezeli olmaması gerekir.
Mutezile ve Eş'arîlerin bu görüşüne verilen cevap şöyledir: Ya¬ratma sıfatının eğer, yaratmakla hadis (yaratılmış) olması gerekecek olursa bu sıfat, başka bir yaratma sıfatının varlığına muhtaç demek¬tir. Böyle olursa teselsül lâzım gelir. Teselsül ise batıldır. Yahut, hadis olan yaratma sıfatı kadîm olan bir başka yaratma sıfatına dayanır. İşte bizim iddia ettiğimiz hadis olmayan ve kadîm olan yaratma sıfatı budur. Yahut Allah'ın yaratma sıfatı bulunmaması gerekir ki Allah'ın hiçbir kimseyi yaratmadığım kabul etmek hem mümkün değildir, mümkün olsa da o takdirde yaratıcı olan Allah'ı tatil etmek gere¬kir. Halbuki Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
“Allah her an bir iştedir.” [70]
Hulâsa biz diyoruz ki, Tekvin (yaratma) sıfatı kadîm bir sıfattır. Bu sıfatın taallûk ettiği yaratıklar ise hadistir. Nitekim ilim sıfatı da kadim ve ezelidir, fakat bu sıfatın taallûk ettiği yaratıklar, bilinen varlıklar ise hadistir. Binaenaleyh Tekvin sıfatı; kendisi sebebiyle bu âlemin ezelde yaratılmasına tahsis edilmiş değildir, belki var olacağı zamanda yaratılsın için Allah’ın sıfatları arasında ezeli bir sıfat olarak bulunmaktadır. Allah'ın bu yaratma sıfatı ebediyyen bakidir. Her yaratılanın varlığı Allah'ın ezelî olan yaratma sıfatına taalluk eder. Fakat dövmek böyle değildir. Zira dövmek arızî bir iştir. Dö¬vülen kişinin var olacağı zamana kadar kalması düşünülemez. Son¬ra onlara karşı derizki; bu âlemin varlığı Allah'ın zatına, yahut sı¬fatlarından bir sıfata taallûk eder mi, etmez mi? Eğer, hayır, der¬lerse, Allah Teâlâ'yı muattal (iş yapmaz) kılmış olurlar. Eğer evet, derlerse deriz ki; Allah'ın zatına yahut sıfatına taallûk eden şey ezelî midir, yoksa hadis midir? Eğer hadistir, o bu âlemdendir ve bu âle¬min hadis oluşu Allah'ın zatına değil de Allah'ın sıfatlarından birine taalluk eder derlerse bu görüşte de Allah Teâlâ'yı tatil (Bir iş yapmı¬yor kabul etmek) gerekir. Ezelîdir; derlerse deriz ki; bu tâalluk'un eze¬lî oluşu şu âlemin ezelî olmasını gerektirir mi, gerektirmez mi? Eğer evet, derlerse kâfir olurlar. Eğer hayır, derlerse şüpheleri bâtıl olur. Bize göre ezelî sıfatlar sekizdir. Eş'arîlerin inandığı gibi fi'lî sı¬fatlar izafi değildir. Mâveraunnnehir âlimlerinden bazılarının inan¬dığı gibi fi'lî sıfatların her biri hakikî ve ezeli birer sıfat değildir. Zi¬ra bu düşünceye göre kadîm olan varlıkların birkaç tane olması ge¬rekir. En iyisi bu konuda şöyle demek gerekir: Bu fi'lî sıfatların hep¬sinin mercii Tekvin sıfatıdır. Zira Tekvin sıfatı hayata tâalluk ederse bu diriltmek olur, ölüme tâalluk ederse öldürmek olur, şekil vermeğe tâalluk ederse Tasvir olur. Bu ve benzerî sıfatların hepsi aslında Tekvindir. Ancak bunun tâalluk ettiği sıfatlarda hususiyet arzeder. Sonra ilk akla gelen şudur. Tahlîk, inşâ, sun' ve fiilin manaları birdir. Bu mana da var olmayan bir şeyi sonradan yaratmaktır. İs¬ter geçen misalde olduğu gibi olsun, ister olmasın, bu birdir. Doğrusu bu sıfatların birbirine yakın manaları vardır. Zira ibda', bir şe¬yi sonradan yoktan var etmektir. Tahlîk böyle değildir. Tahlîk de ya¬ratmaktır, fakat bu sıfat ibdâ'dan daha umumidir, yahut onun karşılığıdır. İnşâ, eşyanın evveline mahsus bir yaratma sıfatıdır. Fiil, hayır ve şer konusunda itibar edilen her amelden kinayedir. Sun' ise, muhkem ve güzel yaratmak, güzel nizam vermek manasını taşır. Nitekim Cenabı Hak bu manaya Kur'an-ı Kerîm'de şöyle işaret ediyor:
“Bu her şeyi muhkem yapan Allah'ın işidir.” [71]
Terzik, bir şeyin rızkını ihdas etmek, ona azık yaratmaktır. Sonra ki mülk âleminde, gölge âleminde, melekût ve ruhlar âleminde bir yaratık yoktur ki Allah onu, tahlîk, fiil, inşa ve sanatı ile getirmesin Şüphesiz Allah Teâlâ, insanları ve cinleri yarattığı gibi bunların rızıklarını da yaratmıştır. Nitekim Cenabı Allah bu ko¬nuda şöyle buyuruyor:
“Allah sizi önce yarattı, sonra da rızık verdi.” [72]
Cenabı Allah kudret ve rahmetini, nimet ve, hikmetini açıklamak yaratıklara marifetini göstermek istediği için bunu yapmıştır. Yüce Alah başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyuruyor:
“Ben insan ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” [73]
Buradaki ibadet etsinler sözünden maksat, beni bilsinler için demektir. İnsan ve cinlerin özellikle zikredilmesi, cinsleri itibariyle Allah Teâlâ'yı celâl ve cemal sıfatı ile bildikleri için olsa gerektir. Bir Hadîs-i Kudsî'de ise Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, beni bilmeleri için de halkı yarattım.” [74]
Yani Allah bilinmeye muhtaç olduğu için değil, kendileri için di¬lediği sevabı bu bilmek sebebiyle vermesi için yaratmıştır. Allah ise kimseye muhtaç değildir.
Doğrusu [75] Tekvin sıfatı Allah'ın ezelî sıfatıdır. Çünkü akıl ve na¬kil Allah Teâlâ'nın bu âlemin yaratıcısı olduğunda ve me'haz-i işti¬kak bulunmadan bir şeye müştak adı verilemeyeceği hususunda ittifah için ezelde ve ebedde sabit olan bir sıfattır. İlkinin hadis olması sebebiyle yaratılanlar da hadistir, yâni ezelî değildir. İlim, kudret ve kadim olan diğer sıfatlarda oldu¬ğu gibi. Bu sıfatların kadîm olmasından, tâalluk ettikleri yaratıkların da kadim olması lâzım gelmediği gibi Tekvin sıfatının tâallukundan dolayı yaratılanların da kadim olması gerekmez.
Sonra İmam Âzam Hazretleri zatî ye fi'lî sıfatlardan bazılarını getirmiştir, diğer illet sıfatlarından bahsetmemiştir. Zira meşhur ve açık olan bu fi'lî ve zatî sıfatlan bilmek, Allahı'n varlığını ve sıfat¬larını tanımak için yeterlidir.
Fahr'ul-İslâm Ali el-Pezdevî, “Usül-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor: İman ile İslâm'ın açıklaması, Allah Teâlâ'yı olduğu gibi sıfat¬ları ve isimleri ile ikrar ve tasdik etmektir; hükümlerine boyun eğ¬mek, şeriatlarını kabul etmektir. Bu tasdik ve kabul de iki türlü olur. Biri müslümanlar arasında doğup büyümek ve ana-badadan hangisi nıüslümansa ona bakarak müslümanlığın sabit olmasıdır. İkincisi ise müslümanlığını tasdikini kendi ifadesiyle beyan etmek ve Allah'ı olduğu gibi vasıflandırmak suretiyle sabittir. Ancak bu bir kemal derecesidir. Şartlarını tam olarak yerine getirmek mümkün değil dir. Zira halkı Hakk'ın vasıfları ile bilmek, tefsir ve anlatış bakı¬mından farklıdır. Kemal'in şartı bir güçlük ve muhal'in bulunma¬masıdır. Bu da söylediğimiz gibi tasdik ve ikrarın icmali olarak sabit olmasıdır. Her ne kadar icmalen inandıklarını tefsir ve beyan et¬mekten âciz olsa da, kul icmali olarak tasdik ederse bu iman kemâl olur. Biz bu sebeple deriz ki; tasdikte vacib olan müminden Allah'ın sıfatlarının sorulmalıdır. Meselâ; şöyle denilebilir? Allah şu sıfatla vasıflanmış mıdır? Allah'ın Subûti, selbî, zatî ve fiilî sıfatları var mıdır? Eğer evet, derse o müminin nıüslümanlığının kemal derecede olduğu ortaya çıkar. Bu sıfatlar kendisinden sorulduğu halde Allah'ı kendine lâyık olan sıfatlarla vasıflamayı bilmeyen kişi mü'min de¬ğildir. Bu sebepten İmam Muhammed “el- Camiu’l-Kebîr” adlı kita¬bında, müslüman anababadan olma küçük bir kız çocuğu nikâhlansa bulûğ çağına girince İslâm'ı anlatamasa, kocasından talâk-i bâin ile boş olur.

Allah'ın İsim Ve Sıfatları:

Allah Teâlâ'nın isimleri ve sıfatları vardır. O'nun hiçbir ismi ve hiçbir sıfatı hadis değildir.
Yâni Allah'ın bütün sıfatları ve isimleri ezelidir, başlangıcı yok¬tur. Ebedîdir, sonu yoktur. Allah'ın isimlerinden herhangi bir isim, sı¬fatlarından herhangi bir sıfat yenilenmemiştir. Çünkü Cenabı Al¬lah'ın varlığı kendindendir; zatında ve sıfatında kâmildir, noksan¬sızdır. Onun bir sıfatı yaratılmış olsa, yahut bir sıfatı zail (yok) ol¬sa, o sıfatının yaratılmasından önce ve yok olduktan sonra Allah Teâlâ'nın kemal makamında noksan olması gerekirdi. Bu ise Allah hakkında muhaldir. Allah'ın bütün sıfatları ezelîdir, ebedîdir. Bura da meşhur bir soru bahiskonusudur. O soru da şudur: Allah'ın kelâmı Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen haberler çoğunlukla mazi lâfzı ile gelmistir. Meselâ;
“Biz Nuh'u kavmine gönderdik.”.
Hz. Musa'dan hikâyeten:
“Firavn Allah'a isyan etti.” gibi. Mazi lâfzı ile, bulunmayan bir şey¬den haber vermek yalan konuştuktan sonra olur. Allah üzerine ya¬lan ise muhaldir.
Bu sorunun cevabı şöyle yazılıdır. Allah'ın haber vermesi ezelde mazi, hal, yahut istikbal ile vasıflanmaz. Çünkü Allah hakkında za¬man yoktur. Allah'ın verdiği haberler, şimdiki zaman, istikbal ve geçmiş ile ancak lâ yezalde gelecekte ezeli olarak tâalluk ettiği eş¬yaya göre vasıflanır. Bu şekilde Nuh âleyhisselâm'ın peygamberliği ile alâkalı olarak ondan haber vermek mutlak olarak Allah'ın zatı ile kâim olmuştur. Mutlaktan kasıt, zamanla kayıtlı olmadan, de¬mektir. Bu haber verme keyfiyyeti ezelde ebedî olarak bakîdir. Nuh aleyhisselâm'ın gönderilmesinden evvel, Nuh'a delâlet eden ibare var idi, ki o da “Biz peygamber göndereceğiz” ibaresi idi. Nuh Pey¬gamber olarak gönderildikten sonra bu ibare “Biz gönderdik.” oldu. Burada değişiklik. Allah'ın zatı ile kaim olarak verilen haberin şeklindedir yoksa haber vermede bir değişiklik olmamıştır. Bu, Allah'ın ilmi hakkında, Nuh aleyhisselâm'ın peygamber olarak gönderilece¬ğini ezelde bilmesi O'nun zatı ile kâimdir, demen gibidir. Bu ilim ebediyyen bâkidir. Bir görüşe göre de Nuh aleyhisselâm varlığı hak¬kındaki bilgi var olacak, tarzındadır. Var olduktan sonra bu bilgi ile Allah onun var olduğunu, peygamber olduğunu bilir. Değişiklik bil¬gide değil, bilinendedir.

Bütün Sıfatlar Ezelidir:

Allah Teâlâ'nın ilim sıfatı ile eşyayı bilmesi gerçektir. İlim sı¬fatı ezelde Allah'ın sıfatıdır.
Allah her şeyi ezelî sıfatı olan bilgisi ile bilir, cehaleti doğuran bilgi ile değil. Allah'ın ilmi ezelidir, ebedîdir, ziyade ve noksanı ka¬bul etmekten münezzehtir. Bilgi sahiplerinin bilgisi böyle değildir. Artma ve eksilme kabul eder.
Kudret sıfatı ile Allah'ın her şeye gücü yeter. Kudret sıfatı Al¬lah'ın ezelî sıfatıdır.)
Allah zatî ve kudsi olan kelâmı ile konuşur. Kelâm sıfatı ezelde Allah'ın sıfatıdır.
Allah, Tahlîk Yaratma sıfatı ile vasıflanmıştır. Yaratma sıfatı ezelde Allah'ın sıfatıdır.
Allah yaptıklarını fiil sıfatı ile yapar, fiil, ezelde Allah'ın sıfa¬tıdır.
Yâni Allah bir şeyi ilk olarak yarattığı ve sonunda yaptığı za¬man, onu ancak ezelî sıfatı olan fiil sıfatı ile yaratır. Yaratıldığı zaman sonradan olma bir fiil ile ve sıfat ile değil. Çünkü Allah Teâlâ'nın ilim, kudret, halk ve fiili, bilinen, yaratılan, güç yetirilen ve yapılan¬ların hadis olması ile hadis olmaz.
İşi yapan Allah Teâlâ'dır.İşinde, sanatında ve hükmünde O'na kimse ortak olamaz.
Fiil sıfatı ezelde Allah'ın sıfatıdır. Yapılan işler ise yaratıktır. Allah'ın işi ise yaratık değildir.
Yâni Allah'ın işi sonradan olma değildir, belki sahibi gibi kadîm¬dir. Zira yapılan işin yaratılmış olmasından, iş yapmanın yaratılmış olması gerekmez. İmam Âzam'ın kelâmında şu noktaya işaret vardır. Eğer Allah'ın işi yaratılmış olsaydı, yaratanların da birkaç tane olması lâzım gelirdi. Halbuki Allah Teâlâ'nın, her şeyin yaratıcısı ol¬duğu sabittir. Allah zatında, sıfatında ye işlerinde hirdir, eşsizdir. Ne gariptir ki İbn-i Humam bu kelâmdan gafil olarak şöyle demiştir:
Ebû Hanîfe'nin sözünde Tekvin sıfatının kadim ve önce geçen sı¬fatlar üzerine zaid olduğu hususunda bir açıklama yoktur. Ancak müteahhir âlimlerinin (sonradan gelen âlimlerin) kabul ettikleri şu sözü vardır: Allah Teâlâ, yaratmadan evvel de yaratıcı idi, rızık ver¬meden evvelde rızık verici idi.
Eş'ariler diyorlar ki; özel bir yere tâalluk etmesi itibariyle Tekvin sıfatı, kudret sıfatından ayrı değildir. Tahlîk (yaratma) sıfatı, yaratı¬lana tâalluku itibariyle kudrettir. Tarzik (rızık verme) sıfatı da böyledir. Eş'ariler diyorlar ki; Allah'ın ef'al (işler) ile ilgili sıfatı sonradan meydana gelir. Çünkü bu sıfatlar, kudretin tâallukundan ibarettir. Tâalluk ise sonradan olmadır.
İbn-i Humam rahimehullah diyor ki; Hanefîlerin, Tekvin sıfatını açıklarken bu sıfatın tesire delâlet eden sıfatlar olduğunu zikretme¬leri Eş'arilerin sözünü nefyetmez ve Tekvin sıfatının beraberinde tâalluk eden kudret ve iradeye raci olmayan başka sıfatların bulun¬masını da gerektirmez. Belki Ebû Hanîfe'nin kelâmı, Tahavî'nin nak¬lettiğine göre, Eş'arilerin bu sıfatlardan anladıkları şeyi ifade edi¬yor, şöyle diyor: Allah Teâlâ sıfatı ile ezelî olduğu gibi, bu sıfatlarla vasıflanmasında ebedîdir. Mahlûkatı yarattığından bu yana, Hâlık ismini almış değildir. Allah, berâyayı (yaratıkları) yarattığından beri Bari adım almış da değildir. Belki Allah terbiye edilen yokken Rab, yaratılan yokken Hâlık ismi ile sıfatlanmıştır. Nitekim Cenabı Hak, ölüleri dirilticidir. Allah Teâlâ, bu ismi ölüleri diriltmeden ev¬vel almıştır. Halık Yaratıcı ismi de böyledir. Allah mahlûkatı ya¬ratmadan önce bu ismi almıştır. Şüphesiz Cenabı Hak, her şeye gü¬cü yetendir.

Allah'ın Sıfatları Yaratılmış Değildir :

Allah'ın sıfatları, ezelde yaratılmış değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış olduğunu söyleyen, yahut bu konuda duraklama göste¬ren, yahut şüpheye düşen kimse kâfir-i billâhtır.
Zira kul, Allah'ın zatını ve bütün sıfatlarını şanına yakışır şe¬kilde tanımak zorundadır. Ancak küfrü gerektiren, bilmemek ve şüphe etmek, yukarıda yazılı meşhur sıfatlara mahsustur. Bu sıfat¬lar da hayat, ilim, kudret, kelâm, semi', basar, irade, tahlîk, tarzîk sıfatlarıdır.

Kur'an-ı Kerîm Allah Kelamıdır, Yaratılmış Değildir;

Kur'an-ı Kerîm, mushaflarda yazılıdır, kalblerde mahfuzdur, li¬sanlarda okunan kelâmdır.
Burada Kur'an'dan maksat, Allah Teâlâ'nın kelâm-ı nefsîsidir. Mushaflarda yazılan, kalblerde mahfuz bulunan ve lisanlarda oku¬nan kelâm bu nefsi kelâma delâlet eder. Kelâmullah hakkında şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer Allah kelâmı, kadim olan mana için hakikat, teşekkül eden nazım ve lafızlarda mecaz olursa, sûre ve âyet¬lerden meydana gelen yaratılmış kelâm-ı lâfzı arasında müşterek bir isimdir. Bu kelâmın Allah'a nisbet edilmesi, Allah'ın sıfatı olma¬sıdır. Nisbetin gerçek manası, yani bu lâfzı kelâm, Allah'ın yaratık¬larından olup yaratıkların telinlerinden değildir, demektir. Bu takdirde kelâmı lâfzî'yi Allah'tan nefyetmek sahih olmaz. Oysa mü¬nazara ve münakaşalar, yalnız Allah'ın kelâmına karşı yapılmakta¬dır. Bu icazı taşıyan da kelâm-ı lâfzidir. İşte bu sebeple abdestsiz ve cünüb kimselerle hayız haldeki kadınların kelâm-ı lâfzı olan Kur'an-ı Kerim'e dokunmaları yasaktır.
Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem üze¬rine indirilmiştir.
Kur'an-ı Kerîm, Hz. Peygamber'e muhtelif durumlarda muhtelif şekillerde tek ve mürekkeb harfler vasıtasıyla indirilmiştir. Buna işareten Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Rablerinden kendilerine gelen ihtarı, hep eğlenerek dinliyor.” [76]
Burada muhdes kelimesinden maksat, Kur'an âyetlerinin indi¬rilmesidir. Allah'ın nefsi kelâmı intikalden münezzehtir.
Bizim Kur'an'ı telâffuz edişimiz yaratılmıştır. Kur'an'ı yazma¬mız ve onu okumamız da yaratılmıştır.
Allah'ın Kelâmı Nefsisi olan Kur'an Allah kelâmıdır, yaratıl¬mış değildir.
Zira emretmek, yasaklamak, bir şeyden haber vermek isteyen kişi önce içinden buna dair bir mana bulur, sonra bu manaya ibare ile yazı yahut işaret ile delâlet eder.
Sonra bil ki Eş'arî'nin mezhebi şudur: Allah’ın nefsi kelamının harikulade olarak işitilmesi caizdir. Nitekim Bâkıllânî de bu noktaya tenbih etmiştir, fakat bu görüşü Ebû İshak el-İsfirayinî reddetmiştir. Şeyh Ebû Mansur el-Mâtürîdi'nin tercih ettiği görüş budur. Cenab-ı Allah'ın:
“Eğer (taarruza uğrayan) müşriklerden biri aman dilerse, ona aman ver, tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin.” [77]
Burada Allah kelâmını dinlesin sözünden maksat, Allah'ın nefsi kelâmına delâlet eden sözler demektir. Musa âleyhisselam, Allah'ın nefsi kelâmına delâlet eden ses işitmiştir. Fakat bir melek aracılığı olmaksızın ve yazılı bir vasıta bulunmaksızın harikulade bir şekilde meydana geldiği için, Musa aleyhisselâm “Kelîmullah Allah ile konuşan”adına tahsis edilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu kavli de buna delâlet etmektedir.
“Nihayet oraya varınca, bereketli yerdeki vadinin sağ kıyısın¬dan, ağaç tarafından şöyle nida edildi: Ey Musa! Gerçekten ben âlemlerîn rabbi olan Allah'ım.” [78]
İmam Âzam'in kelâmında bu konuda geniş bilgi verilecektir. İmam Âzam “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor: “Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kelâmı, sıfatı, vahyi ve O'nun indirmesi olduğunu, zatının ne aynı ne de gayrı olduğunu ikrar ederiz. Belki Kur'an-ı Ke¬rîm gerçekten mushaflarda yazılan, lisanlarda okunan, kalblerde mahfuz bulunan, fakat buralara hulul etmeyen bir sıfatıdır. Harf¬ler, harekeler, kâğıt, yazı bunların hepsi yaratılmıştır. Çünkü bunlar, kulların işleridir. Allah'ın kelâmı ise yaratılmış değildir. Çünkü yazı, harfler, kelimeler ve âyetlerin hepsi kulların ihtiyacına binaen Kur'an okumaya birer alettir. Allah'ın kelâmı ise kendi zatı ile kâimdir. An¬cak Allah'ın kelâmının manası ise bu ayetler vasıtasıyla anlaşılır. “Allah'ın kelâmı yaratılmıştır” diyen kimse kâfir-i billâh'tır. Allah Teâlâ, mâbuddur. Yâni kendisine ibadet edilendir, Allah'ın kelâmı ise okunur, yazılır, Allah'ın zatından ayrılmadan ezberlenir.
Fahr'ul İslâm demiştir ki; İmam Ebû Yusuf'un şöyle dediği sahih rivayetle sabittir: Kur'ân'ın yaratılması meselesinde İmam Âzam Ebu Hanife ile münazara ettim, sonunda ikimizin görüşü şu noktada birleşti: “Kur'an'ın yaratılmış olduğuna hükmeden kâfirdir.” Bu söz, İmam Muhammed'den de sahih bir rivayet olarak sabit olmuştur. İlim adamları kelâmullah konusunda ancak şöyle söylenebileceğini zikretmişlerdir: “Kur'an, Allah'ın kelâmıdır, yaratılmış değildir.” Bu şekilde söylenebilir, fakat sadece Kur'an yaratılmış değildir, denile¬mez. O takdirde ses ve harflerden teşekkül eden kitabın kadim olduğu düşüncesi akla gelir. Nitekim Hanbelîlerin bazı cahilleri de bu gö¬rüşe meyletmişlerdir. “Şerh'ul Akâid” adlı kitapta zikredildiği üzre: Hz. Peygamber buyurmuştur ki;
“Kur'an Allah'ın kelâmıdır, yaratıl¬mış değildir, kim yaratılmıştır, derse kâfir-i billâh'tır.” mealindeki hadis'in aslı yoktur. Şerh'ul-Akâid'in hadislerini tahric ederken bu hususu da beyan etmiştim.
Bizimle Mutezile arasındaki ihtilâf, Allah'ın kelâm-i nefsisinin nefyi veya isbatı konusuna dönüyor. Yoksa biz, Kelâmullah'ın sözle¬rinin ve harflerinin kadîm olmasına hükmetmiyoruz. Onlar da Nef¬si kelâmın yaratılmış olduğuna hükmetmiyorlar. Bizim delilimiz da¬ha önce geçtiği üzere; “Peygamberlerden tevatür yolu ile ve icma ile Allah'ın kelâm sahibi olduğu sabit olmuştur. Bunun mânası; Allah Teâlâ'nın kelâm sıfatı ile vasıflanmasından başka bir şey değildir. Yaratılmış olan Kelimullah'a ait sözlerin Allah'ın zatı ile kâim olma¬sı mümkün değildir. Öyle ise Allah'ın, kadîm olan nefsi kelâmı sabit olmuştur.
Mûtezîle'nin, Kur'an, Yaratılmışların sıfatı ile vasıflanmıştır; di¬yerek telifi, tanzimi, inmesi, indirilmesi, arapça olması, işitilmesi, fasih ve mûciz olması gibi yaratılmış varlıkların sıfatları ile vasıflan¬mış olmasını ileri sürmeleri yukarıda belirtilen Hanbeliler aleyhine delil olur; bizi hiç ilgilendirmez. Çünkü biz Kur'ân'ın nazmının hadis (yaratılmış) olduğu ile hükmediyoruz. Esas söz, kadîm'in mânasındadır. Mutezile için Allah'ın konuşucu olduğunu inkâr etmek müm¬kün olmayınca, ses ve harfleri mahallinde kitabet şekillerini Levh-i Mahfuz'da yaratıcı mânasında konuşur olduğuna meyletmişlerdir. Halbuki sen, hareketi yaratanın değil de hareket kendisi ile kaim olan kişinin müteharrik (hareket eden) olduğunu bilirsin.
Ancak bir âyette iki çeşit kıraat bulunsa, her bir okunuşun di¬ğerinden farklı mânası varsa, Allah Teâlâ, iki mânanın her ikisi ile de konuşandır. O iki kıraat, iki âyet yerine geçer. Eğer iki karaatın mânaları,bir ise, o takdirde Cenabı Allah bu iki mânadan biri ile ko¬nuşmuştur, fakat iki türlü okunmasını caiz görmüştür. Bu görüşü fakîh Eb'ul-Leys es-Semerkandî de zikretmiştir.
Bil ki, şüphesiz Sahabe ve Tâbiûn ve diğer müctehitler (Allah on¬lardan razı olsun), Allah'ın sıfatlarından her birinin, zatının ne aynı ne de gayrı olduğunda ittifak etmişlerdir. Şârih de bunu bu şekilde zikretmiştir. Bunun mânası şudur: Allah'ın sıfatları, zihindeki mef¬hum itibariyle Allah'ın aynı değildir; haricî varlık itibariyle de Al¬lah'ın zatının gayrı değildir. Zira sıfatın mânası zatın mânasının baş¬kası değildir. Ancak, sıfatlar, kâinattaki tezahürleri itibariyle Al¬lah'ın zatına mugayir değildir.
Hülâsa, Allah'ın kelâmı, O'nun sıfatlarındandır. Allah da zatı ve sıfatları ile kadîmdir. Kadîm oluş, bakî kalmayı gerektirir. Zira ka¬dîm olduğu sabit olanın yok olması muhal olur. Nitekim bu mâna Al¬lah Teâlâ'nın şu kavlinden de istifade edilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“O, evveldir, âhirdir, zahirdir, batındır. O, her şeyi bilendir.” [79]
“Ay için seyir menzilleri tâyin ettik. Öyle ki, kurumuş eski hur¬ma dalında olduğu gibi yay şeklîni almıştır.” [80]
Bu âyette “Urcûn el-Kadîm” yani eski hurma dalı şeklinden mak¬sat, ikinci yay biçimindeki şeklini alınca evvelki eski oluyor, demek¬tir. Yenisi bulununca eskisine kadîm deniliyor. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Bir de kâfirler, iman edenler hakkında şöyle dediler: Eğer o pey¬gamber hayırlı olsaydı, bizden evvel (fakir ve bîçâreler) ona koşmaz¬lardı demekle maksatlarına erişemeyince de şöyle diyecekler: Bu Kur'an eski bir yalandır.” [81]
Yâni zaman bakımından evveldir. Sonra şüphe yoktur ki, kadîm, önce gelen mânasında kullanıldığı zaman, yaratılmışlardan önce olan her şeyin başkalarından önce olması gerekir. Lâkin Allah Teâlâ'nın isimleri, Allah'ı medheden hususî bir mânaya delale't eden Esmâ-i hüsnasıdır. Tekaddüm sözü lügat mânasında mutlaktır, bütün yaratılmışlardan önce gelmek mânasına tahsis, edilmiş değildir. O zaman Allah'ın Esmâ-i Hüsnasından olamaz. İşte bu sebeple Şeriat, Evvel, ismini zikretmiştir ki bu isim, kadîm isminden daha güzeldir. Çünkü evvel ismi, sonradan gelenlerin ona döndüğünü, tabi olduğu¬nu bildirir. Kadîm sözü bunun aksidir. Ancak şu var ki. Cenabı Al¬lah, evvel mânasını şamil olan kadim mânasında ekmel ve tek olun¬ca, kelâm âlimleri kadim ismini Allah'a ad olarak vermişlerdir. Bu noktada düşün.
Sonra Kayyûm sıfatı ezelî ve ebedî mânasına delâlet eder. Ka¬dim sözü ise bu mânaya delâlet etmez. Kayyûm sıfatı, yine Allah Teâlâ'nın kendi kendine var olduğuna da delâlet eder. İşte bu, Allah Teâlâ'nın Vacib'ul-vücûd olduğunun mânâsıdır. Bu ince mânaları ta¬şıdığı için “Hayyül-Kayyûm” isminin îsm-i Âzam olduğu söyleniyor. Hz. Peygamber'den sahih olarak rivayet edilen şu hadîs-i şerif de bu mânayı takviye eder. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Cenab-ı Hakk'ın (Allahu Lâ ilahe illâ huvel-hayyül-kayyûm) sö¬zü Kur'an'daki âyetlerin en büyüğüdür”
Bu iki ismin Esmâ-i hüsnâ'nın medarı oldukları da ism-i âzam ol¬duklarını yine takviye eder. Bütün esmâ-i hüsnâ'nın mânaları bu iki kelimeye dayanır. Zira hayat sıfatı, bütün kemal sıfatlarının varlığı¬nı gerektiriridir. Esmâ-i hüsnâ'dan hiçbiri Kemal sıfatının dışında kalmaz. Kalacak olsa bu ancak hayat sıfatının zayıflığı sebebiyle ol¬ması gerekir. Allah Teâlâ'nın hayatı, hayatların en mükemmel ve tamamı olunca, onu ispat ederken bütün kemal sıfatlarını ispat etmek gerektir.
Kayyûm ismi, Allah Teâlâ'nın tam zengin olmasını, tam kudret sahibi bulunmasını ve gerek zatında, gerek sıfatında yaratma ve yar¬dım etme bakımından bir isimdir. Şüphesiz Cenabı Allah, kendi zatı ile kâimdir, hiçbir suretle başkalarına benzemez. Başkalarını da ayakta tutan odur. Allah'ın kudreti olmadan hiçbir şey ayakta dura¬maz. İşte bu sebeple bu iki sıfat, en mükemmel bir tarzda kemal sı¬fatı olarak sayılmıştır. Bunların ikisinin İsm-i Âzam olmaları uzak ihtimal değildir. Allah Teâlâ en iyi bilendir.

Kuran'daki Kıssalar Allah Kelâmıdır ;

Cenabı Allah'ın Kur'an'da, Musa aleyhisselâm'dan, diğer pey¬gamberlerden, Firavun'dan ve şeytan'dan bahsettiği hususların hep¬si Allah Teâlâ'nın kelâmıdır. Onlardan haber vermektedir.
Burada Musa aleyhisselâm'ın tahsis edilmesinde, kelimullah ol¬duğuna işaret vardır. Firavn'ın iblis üzerine takdim edilmesinde de şeytanlık makamının şeytandan daha kuvvetli olduğuna işaret var¬dır. Aynı zamanda bu ifadede İbn-i Arabi'ye ve Celâlüddin ed-Devvânî gibi ona tabi olanlara reddiye vardır. Bu meselenin araştırılması konusunda müstakil bir risale yazdım, müşkil yerlerde düştük¬leri vehimleri açıkladım ve Kitap ile Sünnetten açık deliller getir¬dim.
Allah Teâlâ'nın Kur'an'da yukarıda sayılan hususlardan haber vermesi, Levh-i Mahfuz'da, yerlsr, gökler ve ruhlar yaratılmadan bu mânalara delâlet eden kelimeler uygun olarak yapılmıştır. Musa, îsa ve diğer peygamberlerle, Fravn, İblis, Hâman, Kârûn ve sair düş¬manlardan işitildiği zaman meydana gelen ilimden sonra yaratıl¬mış bulunan kelâm ile konuşmuş değildir. Böyle olsa o takdirde Al¬lah Teâlâ'nın, Tebbet Sûresi, muharebe âyetleri ve be
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Empty
MesajKonu: Geri: Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi   Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:31 pm

Kuranda Geçen Yaratıklara Ait Sözler Yaratılmıştır :

Allah Teâlâ'nın kelâmı yaratılmış değildir. Mûsa aleyhisselâm ve diğer yaratıkların sözleri ise yaratılmıştır. Kur'an, Allah Teâlâ'nın Kelâmıdır, onların sözü değildir.
Mahlûkatın sözleri, kendileri gibi yaratılmıştır. Zira sıfat mevsûfuna, yâni sahibine tâbidir. Ancak şöyle denilebilir. İbranîce tan¬zim edilen sözler Tevrat'tır. Arapça sözlerle tanzim edilen nazım da Kur'an'dır. Kur'an Allah Teâlâ'nın kelâmıdır. Çünkü Kur'an'ın ke¬limeleri, âyetleri Allah'ın kelâmının delilleri ve maksadının alâmet¬leridir. Ve Kur'an'ın ibaresinin başlangıcı Allah Teâlâ'ya dayanır. Görmüyor musun ki sen bir hadîs-i şerif okuduğun zaman bu oku¬duğun hadîs benim sözüm değildir, diyorsun. Belki Rasûlullah sallellahu aleyhi vesellem'in sözüdür, diyorsun. Çünkü bu sözün başlan¬gıcı Hz. Peygambere dayanıyor. Onu ilk söyleyen Hz. Peygamberdir. Aşağıdaki âyet-i kerîmeler de bu mânaya delâlet etmektedir:
“Ey müminler! Yahudilerin size inanacaklarını mı umuyorsu¬nuz? Halbuki onlardan bir zümre vardır ki, Allah kelâmını (Tevratı) dinlerlerdi de gerçeği anladıktan sonra onu bile bile değiştirirlerdir.” [82]
“Eğer müşriklerden biri aman dilerse ona aman ver, tâ ki Al¬lah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır.” [83]
Bil ki İmam Âzam ve diğer âlimlerin sözlerinde geçen, Kur'an'ın yaratılmış olduğuna hükmedenin kâfir olacağı fetvası küfrân-i ni¬met mânasına hamledilmiştir. İslâm milletinden, dinden ve imandan çıkmak mânasında kâfir demek değildir. Mutezile bu meselede ise değişik düşünüyor. Belki doğrusu bu meselede bir çekişme bahiskonusu değildir. Zira kelâm-ı lâfzi'nin yaratılmış olduğunda Ehl-i Sünnet'in ihtilâfı yoktur. Kesin delil ile sabit olsa Kelâm-ı Nefsî'nin ka¬dim olduğunda da Mûtezile'nin ihtilâfı yoktur. Kur'anı yaratılmıştır, diyen kâfir olur, sözü sabit değildir. Bu söz âhâd yolu ile intikal et¬miştir ve maksadını açıklamakta tevile ihtiyacı olan bir sözdür. Kur'an mahlûktur diyen kâfir olur, ifadesinde mahlûk sözünden maksat, iftira, yalan mânası kasdedildiğini söylesek de bununla be¬raber hiç bir kimse için, Kelâm-i lâfzi mahlûktur, demek caiz değil¬dir. Zira bu sözde küfrü gerektiren bir düşünce vardır. Kur'an-ı Ke¬rime ait bazı tâbirler itibarı ile hadd-i zatında bu söz her ne kadar doğru olsa da, küfre sebep olacak vehim ve düşünceyi bulundurduğu için, bir kimsenin, Kur'an'ın lâfzı yaratılmıştır, demesi caiz değildir. Zira Kur'an sözü Kıraat için de söylenir. Meselâ Sabah Kur'an'ı de¬mek olan “Kur'an'ul-Fecr” sözünde olduğu gibi. Mushaf içinde söy¬lenir. “Kur'an'la düşman topraklarına sefer etmeyin” sözünde oldu¬ğu gibi. Bazen okunan kelâma da söylenir, ki bu okunan, kelâm O Allah'ın kadim olan kelâmıdır. Cenabı Allah bu konuda şöyle bu¬yuruyor:
“Kur'an okuduğun zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş bulu¬nan şeytan'dan Allah'a sığın.” [84]
Allah kelâmı, hadis (Yaratılmış) olmaya delâlet edecek bir ka¬rine ile zikredildiği zaman, Meselâ, abdestsiz adamın Kur'an'a ya¬pışmasının haram olması gibi bu söz mushafa dokunmak ve kıraat mânasına hamledilir. Mutlak olarak zikredildiği zaman ezelî sıfat olan kelâm mânasına hamledilir. Mutlak olarak Kur'an yaratılmış¬tır, demek caiz değildir.

Musa (A.S.) ın Allah İle Konuşması:

Musa âleyhisselâm, Allah Teâlâ'nın kelâmını işitmiştir. Bu konu¬da Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Ve Allah Musa ile vasıtasız konuştu.” [85]
Kelâmı mecazî mânaya hamletmek için bu ayette mastar olan Teklim kelimesini tekitli olarak getirdi. Yâni Allah Musa ile muhak¬kak konuştu ve ona kelâmım musaddak (doğrulanmış) olarak işit¬tirdi. Bu âyetin mânası şöyledir. Musa âleyhisselâm, Rabbu'l-Âlemin olan Allah Teâlâ'nın kelâmını vasıtasız olarak işitti. Ancak bu işitme olayı bir perde arkasından oldu. Bu sebepten Musa Âleyhisselâm:
“Mûsa, kendisiyle konuşacağımızı vaad ettiğimiz vakitte gelin¬ce, rabbi ona kelâmını söyledi. Mûsa şöyle dedi: Rabbim! Cemalini bana göster, sana bakayım.” [86]
Bu konuda şöyle bir açıklama yapılmıştır: Mûsa âleyhisselâm, Allah kelâmını bir bulut içinden işitiyordu. Bu bulut direk gibi idi. Bu. bulut, Mûsa aleyhisselâm'ı kaplıyordu. Mûsa âleyhisselâm, çok kerre Allah kelâmım ateşin içinden işitirdi. Yahut Cebrail aleyhisselâm ve meleklerden başka elçiler göndermek suretiyle konuşur¬du.
Son iki görüşte bozukluk vardır. Çünkü bu iki tarzda Allah kelamını dinlemekle Mûsa âleyhisselâm için bir hususiyet hasıl olma¬makta, diğer peygamberlere nazaran bir meziyete sahip bulunma¬maktadır, Allah Teâlâ, Mûsa âleyhisselâm ile vasıtasız konuşmadan evvel, muhtelif vakitlerde, değişik durumlarda Allah Teâlâ ile arala¬rında konuşma vaki olmuştur. Yoksa ilk vaki olan konuşma ancak Allah Teâlâ'nın haber verdiği gibi, Hz. Musa'nın ateş zannettiği müba¬rek ağaçtan kendisine nida edilmiş değildir, O ağaç yalnız, nurların kaynağı, sırların menbaı, ağaçlardaki meyvelerin neticesi idi. Musa aleyhisselâm var olmadan evvel de Allah Teâlâ, ezelde konuşma sıfatına sahib idi. Mahluûkatı yaratmadan evvel de Cenabı Allah yaratıcı idi.
Mânası şudur: Gerçekten Allah Teâlâ, mahlûkatı yaratmadan ev¬vel de yaratıcı idi. Bir nüshada da şöyle yazılıdır: Allah Teâlâ, mahlûkatı yaratmadan evvel de gerçekten bizim yaratıcımız idi. Bu sı¬fat, yani yaratma sıfatı Allah Teâlâ'da mecazî olarak değil hakikat olarak var idi demektir. İbn-i Ebî Şerif Allah Teâlâ'nın ezelde yara¬tıcılığının bilkuvve var olduğuna kail olanlardandı. Bu görüş, Allahı Teâlâ'nın yaratmasının imkân dahilinde olduğunu, zamanlar içinde vuku' bulma, yahut bulmama ihtimali içinde bulunduğunu hatıra ge¬tirir. Halbuki durum böyle değildir. Zira Cenabı Allah, yaratmaya başlamayı murad ettiği vakitte vukuu gerçekleşir. İlim adamlarına göre Kelâm ve yaratılma işinin Musa'dan ve diğer yaratıklardan, sonraya kalışı kelâmın sıhhatini ve yaratmanın Allah'tan nefyedilmesini gerektirmez. Zira her şey önce bil-kuvve olur, sonra kuvveden fiile çıkar. Fiil ise sonradan var olduğu için hadistir. Çünkü varlığı mümkün olan, kendi kendine var olmayan her varlık yaratılmıştır.
Yine yazı yazmaya gücü yettiği halde bu gücünü, yazmak istedi¬ği zamana kadar tehir eden kişi ile bilkuvve yazabildiği halde şim¬diki halde yazmaktan âciz olan ve gelecek zamanlarda ise yazması muhtemel olan kişi arasında açık bir fark, görünen bir mesafe var¬dır.
Hulâsa, İmanı Tahavi'nin de dediği gibi, Cenabı Allah, yaratıkla¬rı yarattığı zamandan beri yaratıcı, berâyayı (mahlûkatı) yarattı¬ğından beri Bârî adını almış değildir. Merbûb (Terbiye edilen yara¬tıklar) var olmadan Allah Rab, mahlûk (Yaratılanlar) var olmadan Hâlık (Yaratıcı) idi. Allah ölüleri dirilttikten sonra Mûhyî (Dirilti¬ci) adıyla isimlendiği gibi, ölüleri diriltmeden evvel de bu ad ile adlanmıştı. Bunun gibi yaratıkları yaratmadan evvel Allah Teâlâ, Ya¬ratıcı ismini almıştır. Çünkü Yüce Allah her şeye gücü yetendir, her şey Allah Teâlâ'ya muhtaçtır ve her şey Allah için kolaydır.

Hiç Bir Varlık Allah'a Benzemez:

Allah Teâlâ'ya benzeyen hiçbir şey yoktur. Allah, işitici ve gö¬rücüdür.
Bu metinde “hiçbir şeye benzemez” sözü, Allah Tealâ'yı yaratıklara benzeten Müşebbihe taifesini red için söylenmiştir. İşitici vs gö¬rücüdür, sözü de Allah Tealâ'yı bir iş yapmamakla tatil eden “Muattıla” taifesine reddiye vardır.
Buhari'nin hocası Nuaym b. Hammad el-Huzai şöyle diyor: “Zat veya sıfat bakımından herkim Allah Tealâ'yı yaratıklardan herhangi birine benzetirse kâfirdir. Kim Allah Teâlâ'nın kendisine vasfettiği sıfatlarını inkar ederse, yani Allah Teâlâ'nın zati ve fili sıfatlarını inkâr ederse yine kâfirdir.” Bu konuda İmam Tahavi de şöyle diyor: “Kim sıfatları reddetme ve Allah'ı yaratıklara benzetme hastalığın¬dan korunmazsa doğru yoldan kayar ve Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmede isabet etmez.”
Sonra Cenabı Allah'ın:
“Hiçbir şey Allah gibi değildir.” [87] buyuruğunun tefsiri konusun¬da ilim adamlarının söylediklerinin hulâsası şudur: Bu âyetle müba¬lâğa kasdedilmiş değildir. Yâni benzeri farz edilecek olsa Allah Teâlâ'nın misli gibi bir misil yoktur. Nerde kaldı ki kendi benzeri olsun. Sonradan olma varlıkların AllahTeâlâ'nın ezelî ve ebedi olan zatı ile kâim olmasının muhal oluşu akli ve şer'î delillerle bilinmektedir. İşte bu sebeple Allah Teâlâ'nın Kelâm sıfatı kadîmdir. Yaratma sıfatı da yine kadimdir. Fakat bu sıfatların taalluk ettikleri yaratıklar ise hadistir, kadim değildir. Bir nüshada “Allah mütekellim idi” sözü, “Allah Yaratıcı idi” sözünden sonradır. Yaratmaya tâalluk eden cüm¬le itiraziyedir. Musa aleyhisselâmın yaratılmasının mahlûkatı ya¬ratma esnasında meydana geldiğini bildirmek içindir. Durum böyle olunca söz konusu durum nasıldır?
Cenabı Allah; Musa aleyhisselâm ile konuşunca, ezelde kendi¬sinin sıfatı olan Kelâm ile konuşmuştur!
Yâni Allah Teâlâ, Musa aleyhisselâm ile kadim, ezelî ve akdes olan kelâmının mazmunu ile konuşmuştur. Nitekim buna dair keli¬meleri Levh-i Mahfuz-i Enfes'te yerleri, gölderi ve canlıları yaratmadan evvel nakş etmiştir. Sonradan bu kelimelere uygun olarak onunla konuşmuştur. İşte sonradan meydana gelen bu yazılmış ke¬limeler ve Musa aleyhisselâm'ın o meşhur ağaçtan işittiği sözler ise yaratılmıştır. Ancak bu sözler, Allah Teâlâ'nın hakiki, ezelî sıfatı olan kelâmının delilleridir.
“Akîdet'üt-Tahavî” adlı kitabın sârini şöyle diyor: İmam Âzam:
“Musa, kendisiyle konuşacağımızı vaad ettiğimiz zamanda ge¬lince Râbbi ona kelâmını söyledi.” [88]
İmam Âzam'ın yukarıdaki sözü, Allah'ın kelâm sıfatının kendisi ile kâim bir mâna olduğunu, Allah kelâmının işitilmesinin tasavvur edilemiyeceği, Ebû Mansur el-Mâtüridi'nin de dediği gibi, Allah Teâlâ ancak sesi havada yaratır, diyen arkadaşlarına red olduğu an¬laşılmaktadır.
Yine imam Âzam'ın: “Kelâm sıfatı Allah Teâlâ'nın sıfatlarındandır.” sözü Allah Teâlâ, mütekellim sıfatı ile vasıflanmış değilken son¬radan bu sıfat kendisi için meydana gelmiştir, diyenlere bir red ce¬vabıdır.
Hülâsa, Mûtezile'nin delil olarak ileri sürdüğü Allah Teâlâ'nm meşiet ve kudreti ilgili kelâm üzerine delâlet eden ve Allah dilediği zaman konuşur, zaman zaman konuşur, tarzında ileriye sürdüğü de¬lil doğrudur; kabul edilmesi lâzımdır; onunla hükmetmek gerekir. İşte her iki taifenin doğru olan ve şeriata da akla da uygun olan sözlerini kabul etmek lâzımdır. Bu gerçek sözdür. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle duada bulunmuştur:
“Allah'ın tam olan kelimelerine sığınının.” Halbuki Hz. Peygamber yaratılmış bir şeye sığınmamıştır. Belki o söz: “Senin rızana sığınırım, Allah'ın iz¬zet ve kudretine sığınırım.” sözü gibidir. Hanefilere ait muteehhirin'in (sonradan gelen âlimlerin) çoğunluğu, Kelâm sıfatının tek bir mâ¬na olduğu, çoğunluğu, parçalanma ancak delâletlerde meydana geldiği, medlûlda (mânada) meydana gelmediği düşüncesindedirler. Bu iba¬reler yaratılmıştır. Bu ibarelere Allah kelâmı adı verilmesinin sebe¬bi, Allah kelâmına delâlet ettiği içindir. Allah kelâmına delâlet eden ibareler eğer Arapça ile ifade edilirse Kur'an'dır. ibrânice ile anlatılırsa Tevrat'tır, ihtilâf ibarelerdedir, kelâmın kendisinde değildir. Adı geçen âlimler, bu ibarelere mecazî olarak Allah kelâmı söylenir, de¬mişlerdir. Bu söz ise yanlıştır. Çünkü bu sözün gereği şudur: Allah Teâlâ'nın:
“Zinaya yaklaşmayın.” sözünün manası “Namazı dosdoğru kılın.” âyetinin mânası olur; Âyet'el Kürsî'nin mânası da Müdâyene âyetinin mânası, İhlâs süresinin mânası ise Tebbet Yedâ suresinin mânası olması lâzımgelir.
İmam Âzam hazretleri sonra şöyle demiştir: “Bir kimse, Mushaflarda yazılı olan sözlerin Allah kelâmından ibaret olduğunu, yahut Allah kelâmını hikâye ettiğini söyleyip Allah kelâmı olmadığını söylerse Kitaba, Sünnet'e ve Selefe aykırı hareket etmiş olur. Tahâvi'nin sözü, “Allah kelâmı bir mânadır, onu. Allah'tan işitmek tasavvur edilemez, işitilen, okunan ve yazılan sözler ise Allah kelâmı değildir, ancak bir mânadan ibarettir.” diyenlere reddiyedir. Zira Tahâvî di¬yor ki: “Allah'ın kelâmı kendindendir, keyfiyetsiz başlamıştır. Yani Allah'ın nasıl konuştuğunu biz bilemeyiz. Tahâvî'nin dışındaki selefîlerden bu şekilde söyleyenler de vardır: Allah kelâmı kendinden başlamıştır, kendine döner. Kendinden başlar tâbirini kullanmaları¬nın sebebi şudur: Mutezile taifesinden Cehmiye ve diğerleri şöyle di¬yorlar: “Allah Teâlâ, kelâmı bir yerde yaratmış, onu yine bu yerde takdir etmiştir. İşte bu sebeple Selef âlimleri: “Kelâm sıfatı Allah'dan başlamıştır” demişlerdir. Yani Allah Teâlâ kelâmı ile konuşur, kelâmı kendinden başlamıştır, bazı yaratıklardan başlamış değildir. Nite¬kim Cenabı Hak bu konuda şöyle buyuruyor:
“Bu Kur'an, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiş¬tir.” [89]
Kur'an Allah'a dönecektir, sözlerinin mânası hadis-i şeriflerde de beyan buyurulduğu gibi, kalblerden ve mushaflardan kaldırılacak¬tır. Bana göre, doğrusu, Kur'an Allah'a dönecektir, sözünün mânası şudur: Kelâmının keyfiyyetinin tafsilatı ile ilgili bilgi ona dönecektir; maksadının hakikatinin künhü de ona dönecektir. Musa aleyhisselâm; Allah'ın kelâmını işitmişse, O'nun hepsini, yahut bir kısmını duymuştur, şeklinde tasavvur edilemez.

Allah'ın Sıfatları Kullar Gibi Vasıtalı Değildir:

Allah'ın bütün sıfatları ezelde vardır. Yaratıkların sıfatları böyle değildir. Allah bilir, fakat bizim bilgimiz gibi değil. Allah'ın gücü yeter, fakat bizim gücümüz gibi değil. Allah görür, fakat bi¬zim gördüğümüz gibi değil. Allah, konuşur, fakat bizim konuşma¬mız gibi değil. Bizler âletler, uzuvlar ve harfler yardımı ile konu¬şuruz. Allah Teâlâ ise aletsiz ve harfsiz olarak konuşur. Harfler ya¬ratılmıştır. Allah Kelâmı ise yaratılmış değildir.
Allah Teâlâ'nın bilgisi bizim bilgimiz gibi değildir. Bizler eşyayı aletler yardımıyla ve anladığımız kadarıyla zihinlerimizde meydana gelen şekilleri tasavvur etmek suretiyle biliriz. Allah Teâlâ ise, eşyanın hakikatlerini bütünü ile, parçası ile, açığı ve gizlisi ile, zatî olan samedî ve ebedî olan ilmi ile bilir. Allah Teâlâ'nın kudreti bizim gücümüz gibi değildir. Çünkü Al¬lah'ın kudreti kadîmdir. Alet yardımı ve bir şeyin ortaklığı ile de¬ğildir. O, her şeye gücü yetendir. Bizler ise ancak bazı eşya üzerine muayyen bir ölçüde güç yetirebiliriz. Bu da yine aletler ve yardım¬cılar aracılığı ile oluyor. Amma Allah Teâlâ, fâil-i muhtardır (diledi¬ğini yapandır.) Kadirdir, hakimdir, kudret ve ihtiyarı ile her şeyi yerli yerinde idare edendir.
Allah'ın görmesi bizim, görmemiz gibi değildir. İşitmesi de bizim işitmemiz gibi değildir. Zira bizler, muhtelif şekilleri ve renkleri, de¬ğişik kelimeleri, kendi fiilimiz olmaksızın, Allah'ın göstermesine uy¬gun biçimde teşekkül ettirilmiş bulunan azalarda yaratılmış âletler aracılığı ile görürüz. O'nun göstermesi ile görürüz, işittirmesi ile işi¬tiriz. Nitekim bir duada da şöyle deniliyor: “Allahım! Bizi yaşattığın müddet, gözlerimizden ve kulaklarımızdan faydalandır.” Cenabı Al¬lah, şekil ve renkleri, muhtelif heyetleri kendi sıfatı olan görme kuv¬veti ile iktidar sıfatı füzerine görür; sesleri, gerek tek, gerekse mürekkeb kelimeleri kendi sıfatı olan işitmesi ile görür. Allah’ın gör¬mesi herhangi bir âlet yardımı ile, yahut kâinattan başka bir varlı¬ğın ortaklığı ile değildir. Her ne kadar görülenler ve işitilenler yara¬tılmış ise de, Allah Teâlâ'nın görülecekleri görmesi, işitilecekleri duy¬ması bizzat kadimdir. Yukarıda da geçtiği üzere, sonradan yaratılan mütâallakın (yani sıfatın tâalluk ettiği varlığın) sonradan meydana gelmesi kadîm olan mûtâallikin (sıfatın) önceden var olmasına ay¬kırı değildir. Görmüyor musun ki; sen rüyanda dimağının kuvve-i bâtınesi ile çeşitli şekiller ve renkler görürsün, çeşitli sesler işitirsin! Halbuki esasta ne renk vardır, ne de şekil. Sonradan uyanık halde iken aradan zaman geçer. O renkleri ve şekilleri görürsün, işittiğin o sesleri işitirsin.
Sonra uykuda gördüğün ve işittiğin o ses ve renkleri aynen uya¬nıklık halinde de eksiksiz olarak, gelecekte görürsün. Bununla beraber, kemal sıfatları ile vasıflanmış, melik-i müteâl olan Allah Teâlâ'nın eşyayı yaratmadan, renk ve şekillerini nasıl gördüğü, seslerini nasıl işittiğini acayib karşılıyorsun; kelime ve sesleri nasıl işitir? di¬yorsun. Halbuki Allah uyku halinde iken sana o şekil ve renkleri gös¬teren, vukuundan önce o kelime ve sesleri işittiren yüce Allah'tır. Allah Teâlâ'nın konuşması, boğaz, dil, dudak ve dişler yardımı ile değildir. Kelimeler ve sesler, harflerin mahreçlerine muhtaç değil.
Harfler ve sesler yaratılmıştır. Allah Teâlâ'nın kelâmı ise yara¬tılmış değildir, belki bizzat kadîmdir.
İmam Tahavî diyor ki: “Kim Allah kelâmını işitir de onun beşer sözü olduğuna inanırsa kâfir olur. Allah Teâlâ böylelerini Cehen¬nem ateşi ile korkutmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ben muhakkak onu Cehennem'e sokacağım.” [90]
Cenabı Allah, “Bu Kur'an, ancak bir beşer sözüdür.” [91] diyeni ce¬hennem ateşi ile korkutunca, kesinlikle bildik ki Kur'an, beşerin ya¬ratıcısının sözüdür. Dolayısıyla beşer sözüne benzemez.”

Kelâm Meselesindeki Görüşler:

Tahâvî'nin şârihi şöyle diyor: “İnsanlar bu meselede (kelâm me¬selesinde) dokuz guruba ayrıldılar. Bunlardan biri şudur: Şüphesiz Allah kelâmı insanlar üzerine mânaları akıtan sözdür. Bazılarına gö¬re bu sözler ya faal olan akıldandır, yahut başkasındandır. Bu gö¬rüş Sâbiîlerle (Yıldıza tapanlarla) felsefecilerin sözüdür.
İkincisi: Kur'an yaratılmıştır, onu Allah Teâlâ yaratmıştır, fakat kendisinden ayrı olarak yaratmıştır, derler. Bu söz de Mûtezile'nin sözüdür.
Üçüncüsü: Allah kelâmı tek bir mânadır, Allah Teâlâ'nın zatı ile kaimdir, O da emir, yasak, haber ve haber alma tarzındadır. Eğer bu emir ve yasakları, haber ve istihbarları ibranî dili ile ifade buyurursa Tevrat, Arapça ile ifade buyurursa Kur'an olur, derler. Bu söz de İbn Küllâb ve Eş'ari gibi ona uyan zatların görüşüdür.
Dördüncüsü: Allah kelâmı ezelde toplanmış ezelî sesler ve harf¬lerden ibarettir, derler. Bu görüş de Kelâmcı ve Hadisçilerden bir taifenin görüşüdür.
Beşincisi; Allah kelâmı sesler ve harflerden ibarettir. Allah Tealâ sonradan bunlarla konuşmuştur, derler. Bu görüş de Kerrâmiye taifesi ile diğer âlimlerin görüşüdür.
Altıncısı: Allah kelâmı, zatı ile kaim olan ilmi ve iradesi ile ya¬rattığı varlıklara döner, derler. Bu görüşü Muteber adlı kitabın sahibi kabul etmiştir. “El-Metâlib'ul-Âliye” adlı kitabında Fahreddin er-Râzi de bu görüşe meyi eder.
Yedincisi: Allah'ın kelâmı, kendi zatı ile kaim bir mânayı tazammun eder, Allah o mânayı başkasında yaratmamıştır, derler. Bu görüş de Ebû Mansûr el-Mâtüridî'nin görüşüdür.
Sekizincisi: Allah kelâmı, kendi zatı ile kaim olan kadim mâna ile başkalarında yarattığı sesler arasında müşterektir. Bu söz, Eb'ul-Meâli ve ona uyanların sözüdür. Ben de derim ki; birinci mâna ha¬kikat, ikinci mâna ise mecazdır.
Dokuzuncusu: Cenabı Allah geçmişte ve gelecekte dilediği za¬man, dilediği şekilde konuşmakta devam eder. Allah Teâlâ işitilen bir ses ile konuşur. Kelâmın nevi ise kadîmdir. Ses her ne kadar kadim değilse de, konuşmanın nevi kadîmdir. Bu söz, daha evvel söylediğimiz Hadîs ve Sünnet ashabından tercih edilen sözü takviye ediyor. Bu meselenin, İmam Âzam hazretlerinin telifinde tekrar edil¬mesinin sebebi, maksad bakımından öneminin büyüklüğünü göster¬mektedir.
Sonra bil ki; buzağıya tapanlar, Allah'a karşı küfür içinde ol¬malarına rağmen, Mutezileden daha çok söz anlamaktadırlar. Zira Musa aleyhisselâm onlara:
“Görmüyorlar mı ki; o (buzağı) onlarla konuşmuyor ve kendile¬rine yol göstermiyor.” [92]
Buzağıya tapanlar, Musa aleyhisselâm'a bu ifade karşısında, se¬nin rabbin de konuşmuyor, tarzında bir cevap vermediler, itirazda bu¬lunmadılar. Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, konuşmayı nefy etmek bir noksanlıktır, bu noksanlık, buzağının ilâh olamıyacağına delil kabul ediliyor. Mutezilenin şüphesi son haddine vararak şöyle derler: Allah'ın konuşmasından dolayı, yaratıklara benzemesi ve ci¬sim olması gerekir. Onlara şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ, kendine yakışır şekilde konuşur, dediğimiz zaman şüpheleri yok olur. Mûtezile'den biri, yedi Kıraat İmamından biri olan Ebû Amr b. Alâ'ya; Cenabı Hak'kın ;
“Musa, kendisi ile konuşacağımızı va’dettiğimiz vakitte gelince, Rabbi ona kelâmını söyledi. [93] âyetindeki “Allah Musa ile konuştu sözüne ne diyeceksin?” deyince Mûtezîlî olan bu şahıs bir cevap vere¬medi.
Sonra Cennet nimetlerinin en üstünü, Allah Tealâ'nın cemalini görmek, O'nun kelâmım işitmektir. Bunu inkâr etmek, Cennet'in ru¬hunu inkâr etmektir. Çünkü Cennet, Cennete girecekler için, ancak bu iki şey ile hoştur. Nitekim kâfirler için Cehennem azabının en şid¬detlisi, Allah'ın cemalinin onlara perdelenmesi, gösterilmemesi ve onların Allah kelâmını işitmemeleridir. Allah Teâlâ bu hususu şöyle haber veriyor:
“Kıyamet gününde Başka bir âyette de: Allah Teâlâ, onlarla konuşmayacaktır.” [94]
“Orada ses çıkarmayın, bana bir şey söylemeyin.” [95]
“Hayır onlar, Kıyamet günü, rablerinin rahmetinden menedilmişlerdir.” [96]
Mutezile,
“Güneşi, ayı, yıldızları Allah, kendi emrine bağlı olarak yarattı. Dikkat edin, hem yaratmak, hem de emr etmek O'na aittir.” [97]
Bu âyette Allah Teâlâ, yaratmakla, emr etmeyi birbirinden ayır¬mıştır. Dolayısıyla mutezilenin, Allah'ın sıfatları, ilim, kudret ve ben¬zer bütün sıfatlarının yaratılmış olduğu yolundaki batıl inançlarını reddetmiştir. Bu, apaçık küfürdür. Zira Allah'ın ilmi bir şeydir, kud¬reti bir şeydir, hayatı bir şeydir: Bu sebeple bu şeyler “Her şeyi ya¬rattı” âyetinin şümulü içine girer. Dolayısıyla Allah'ın sıfatlarının yaratılmış olması lâzım gelir Cenabı Allah, bu taifenin söyledikle¬rinden münezzehtir. Cenabı Allah, başkası ile kaim olan bir kelâm ile nasıl konuşabilir? Bu doğru olacak olsa, Allah'ın cansızlarda ve hayvanlarda meydana getirdiği seslerin de Allah kelâmı olması gerekirdi. “Konuştu” sözü ile, “Allah konuşturdu” sözü arasında bir fark olmazdı. Kıyamette kâfirlerin derileri konuşturulacaktır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“O kâfirler, derilerine niçin aleyhimizde şahitlik yaptınız? der¬ler. Onlar (deriler), her şeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu, derler.” [98]
Bu âyette “bizi Allah konuşturdu” ifadesi vardır. “Allah konuştu” buyurulmuyor. Belki, Allah Teâlâ, başkalarında yarattığı her söz ile konuşmuş olması gerekir, ister doğru, ister yalan olsun, ister küfür olsun, ister hezeyan olsun. Cenabı Allah bunlardan münezzehtir.
Konevi'nin naklettiğine göre, Allah'ın zatı ile sıfatını birleştiren bu “İttihadiye” taifesini red için İbn-i Arabi şöyle diyor;
“Varlık alemindeki bütün sözler, Allah'ın kelâmıdır, Bizim için nazmı da, nesri de birdir.”
Bunun gibi Abdülaziz el-Mekki Halife Me'mun'un huzurunda Bişr el-Merisi'yi ilzam etmiştir. Önce, Kur'an nassı dışına çıkmamayı şart koşmuş, sonra Halifenin huzurunda aralarında şöyle bir karşılıklı konuşma olmuştur: Söze önce Bişr el-Merîysî başlayarak şöyle demiştir:
“Ey Mü'minlerin halifesi! Benim muarızım, Kur'an naslarını bıraksın da Kur'an nasları dışında benimle münazara etsin, o zaman eğer sözünden ve görüşünden dönmez ve Kur'an'ın yaratılmış oldu¬ğuna hükmetmezse benim kanım helâldir. Bunun üzerine Abdülaziz:
“Ben mi soru sorayım, yoksa sen mi soru soracaksın?” diyerek söze başladı. Bişr; sen sor, dedi. Ben de ona şöyle bir soru sordum:
“Üç görüşten birini mutlaka kabul etmeniz gerekir. Yâ Allah Teâlâ Kur'an'ı kendi zatında yaratmıştır, yahut onu kendi zatı ile kaim olarak yaratmıştır, yahut onu başkalarında yaratmıştır, demen gerekir.” Bişr:
“Allah Teâlâ, eşyayı yarattığı gibi Kur'an'ı da yaratmıştır,” diyerek cevap vermekten kaçındı. Bunun üzerine halife Me'mun Abdülaziz'e:
“Bişr'i bırak da bu meseleyi sen açıkla,”dedi, Abdülaziz de şöyle dedi:
Eğer Bişr derse ki, Allah kelâmını kendi zatında yaratmıştır, bu mümkün değildir. Zira Allah Teâlâ, yaratıklara mahal olamaz. Allah'ın zatından bir şey yaratılmış olamaz. Eğer, başkasında kelâ¬mını yarattı, derse, akla ve kıyasa göre, Allah'ın başkasında yarat¬tığı her kelâmın, kendi kelâmı olması gerekir. Eğer, kendi zatı ile ka¬im olarak Allah kelâmını yaratmıştır, derse, bu da mümkün değildir. Zira, irade, ancak murad edenden, ilim de âlimden sudur et¬tiği gibi, kelâm da ancak konuşandan sudur eder. Allah'ın zatı ile kaim olup zatı ile konuştuğu bir kelâm tasavvur edilemez. Bu yönlerden Allah kelâmının yaratılmış olması mümkün olmayınca, Kelâm sıfa¬tının Allah Teâlâ'mn sıfatı olduğu bilinmektedir. Bu sözler, İmam Abdülaziz'in “el-Ceyyide” adlı kitaptan kısaltılmış olan sözleridir. Konevi, Mutezilenin, düşüncelerine delil olarak aşağıdaki âyeti ileri sürmelerini acayip karşılayarak, “ne bozuk bir delil getirme” diye vasıflandırıyor. Mutezilenin, ileri sürdüğü delil şu âyet-i kerî¬medir:
“Nihayet oraya varınca, bereketli yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından şöyle nida edildi: Ey Musa! Gerçekten ben âlemlerin rabbi olan Allah'ım.” [99]
Burada âyetten anlaşıldığına göre, Allah Teâlâ, Musa ile olan kelamını ağaçta yaratmıştır. Musa aleyhisselâm da Allah kelâmını bu ağaçtan işitmiştir.Bu âyetteki nîdâ edildi sözü, bundan sonraki sözdür. Musa aleyhisselâm vadinin kıyısından nidayı işitmiştir. Bere¬ketli yerdeki ağaçtan, ifadesinden de anlaşılacağı üzere, nida, ağaç¬tan olmuştur. Nitekim “Zeyd'in konuşmasını evden duydum” dediğin zaman ev, konuşmanın başladığı sınırı belirtir. Evin, konuştuğunu ifade etmez. Eğer Allah kelâmı ağaçta yaratılmış olsaydı, ağacın ko¬nuşması ve
“Yâ Musa şüphesiz ben Allah'ım” [100]sözünü ağacın söylemesi gerekirdi. Eğer bu söz, Allah'tan başkasın sudur etseydi, Fir'avn'ın :
“Muhakkak ben sizin rabbinizim” [101] sözünün de doğru olması gerekir¬di. Zira Mutezileye göre, her iki söz de yaratılmıştır, ve bu sözleri Al¬lah'tan başkası söylemiştir. Oysa onlar, bozuk olan inanç temellerine göre beşer kelâmı ile Allah kelâmı arasında fark gözetiyorlar, Musa âleyhisselâm'a nida edilen kelâmın, Allah'ın ağaçta yarattığı söz ol¬duğunu kabul ediyorlar. Halbuki Firavn'ın sözü kendisinin yarattığı sözdür. Bu şekilde Mutezile, tahrif ve tebdil yapmak suretiyle Allah’tan başka bir yaratıcıya inanmış oluyorlar. Halbuki Yüce Allah şöy¬le buyuruyor:
“Allah'tan başka bir yaratıcı varmıdır?” [102]
Şöyle bir soru ortaya atılabilir: Cenabı Allah bir âyette ;
“Kur'an, şüphesiz kerem sahibi bir peygamberin sözüdür.” [103]
buyuruyor. Bu âyet-i kerime, Kur'an'ı, bir elçinin, ya Cebrail aleyhisselâm'ın, yahut Muhammed aleyhisselâm'ın icadettiğine delalet eder. Buna şöyle cevap verilir:
Bu âyette Resul kelimesinin mârife olarak zikredilmesi, Kur'an, gönderildiği elçi tarafından tebliğ edildiği içindir. Zira Cenabı Allah: Bu Kur'an bir meleğin yahut bir peygamberin sözüdür, buyurmuyor. Dolayısıyla, Allah Teâlâ'nın Kur'an'ı, gönderdiği kişi vasıtasıyla teb¬liğ ettiği biliniyor, anlaşılıyor. Bu sözden, o elçinin bu sözü kendisi ih¬das ettiği manası anlaşılmaz. Âyetlerden birinde elçi Cebrail aleyhisselâm, diğerinde ise Muhammed aleyhisselâm'dır. Kur'an'ın her ikisine de nisbet edilmesi, bu izafetin tebliği için olduğunu ortaya koyar. Zira Kur'an'ı ikisinden birinin yarattığı kabul edilirse, diğeri¬nin yaratması mümkün olmaz. Yine Allah Teâlâ, başka bir âyette de Kur'an'a beşer sözü diyenlerin kâfir olduğunu beyan buyuruyor. Do¬layısıyla Kur'an'ın, Hz. Muhammed'in sözü olduğunu, onu kendisinin icadettiğini söyleyen kişi kâfirdir. Kur'an beşer sözü yahut melek sözüdür, demek arasında bir fark yoktur. Zira söz söyleyene aittir. Onu tebliğ edene ait değildir.
“Durun, sevgiliyi ve sevgilinin yaşadığı yeri hatırlayıp ağlaya¬lım.”
şiirini başkasından işitsek de bu şiiri söyleyen şairin İmreil-Kays ol¬duğuna hükmederiz. Çünkü bu sözü ilk söyleyen odur. Bir kimsenin “Ameller niyetlere göredir.” hadisini söylediğini işitirsek, bu söz Peygamberin sözüdür, deriz. Eğer “Elhamdü Iillâhi rabbil, âlemin” dediğini duyarsak, yahut: “Kul huvellahu ehad” sûresini okuduğunu işitirsek bu sözün Allah kelâmı olduğunu söyleriz.
Hulâsa, dört mezhebe bağlı Ehl-i Sünnet, selef ve halef âlimleri Kur'an'ın yaratılmış olmadığında ittifak halindedirler. Ancak, son¬radan gelen âlimler Kur'an, Allah'ın zatı ile kaim olan bir mana mı, sonradan konuştuğu ses ve harfler mi, yahut dilediği zaman dilediği şekilde konuştuğu bir kelâm mı olduğu hususunda ihtilâfa düşmüş¬lerdir. Fakat, şüphe yok ki Allah'ın kelâmı kadîmdir. İmam Tahavi’nin tercih ettiği görüş de budur. Kıble ehli arasındaki münakaşa ise, Allah'ın yarattığı bir yaratık mı, yoksa Allah'ın konuştuğu ve kendi zatı ile kaim olan kelâmı mı olduğudur.

Allah Teâla Bir Şeydir :

Cenabı Allah bir şeydir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Burada Allah bir şeydir, sözünden kasdedilen, yani Allah zatı ile ve sıfatı ile vardır. Ancak Allah Teâlâ, zat ve sıfat bakımından ya¬ratılmış eşya gibi değildir. Nitekim Cenabı Hakk'ın şu sözü de buna işaret ediyor:
“Allah gibi hiçbir şey yoktur.” [104]
Bu âyette geçen “mislihi” kelimesindeki kâf ister Arapların sözlerinde olduğu gibi ve tekit için olsun, ister “kâf-i” sabite olsun, mıslihî kelime kasdedilen Allah Teâlâ'nın zatı ve sıfatıdır. Araplar “Senin gibisi cimri olmaz sözü ile cimriliği muhatabın nefsinden nefyeder. Mislinden nefyedince, kendi zatından daha mübalâğalı bir biçim nefyetmiş olurlar. Çünkü kinayeli ifadeler, açık ifadelerden daha hulâsa bir arif ve kâmilin dediği gibi, hatırına ne gelirse Allah Tealâ ondan başkasıdır. Cenabı Hak da kendi zatı hakkında şöyle buyuruyor.
“İnsanlar bilgi bakımından Allah Teâlâ’yı ihata edemezler.” [105]
Yâni kullar, Allah'ın zatının künhü ile ilgili bilgiye tahammül ede¬mezler. Anladığım anlamaktan âciz olmak da anlamaktır. Hz. Peygamber'in şöyle dua ettiği sahih bir rivayet olarak zikredilmiştir;
“Senin kendini medhettîğin gibi bir sena (medih) bilmiyorum.” [106]
İmam Âzam'ın “Allah Teâlâ, bir şeydir, fakat diğer eşya gibi de¬ğildir.” sözünden, Allah Teâlâ'nın zamanlardan bir zaman, mekân¬lardan bir mekân içinde olmadığı öğrenilmektedir: Çünkü zaman ve mekân yaratılmışlar cümlesindendir. Allah Teâlâ ise hiçbir varlık yok iken ezelde var idi. Sonra bil ki, şey sözü aslında mastardır, fakat bazen mef'ul manasında da kullanılır. Nitekim Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Allah, her şeye kadirdir.” [107]
Bu manası ile, yani meful manasında şey kelimesini Allah hak¬kında zikretmek Allah için söylemek caiz değildir. Şey kelimesi fail manasında da kullanılır. Bu manada Cenabı Hak şöyle buyuruyor :
“De ki, şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür. De ki, Allah benimle sizin aranızda şahittir.” [108]
Bu takdirde, yani şey kelimesini fail manasına aldığımız takdir¬de onu Allah hakkında zikretmemiz caizdir. Bazen şey kelimesinden mutlak varlık manası da kasdedilir. Ancak o takdirde varlığı kendinden olma vasfı ile vasıflanan mâbud ile, varlığı ve yokluğu bir olan mümkin varlıklar arasında fark vardır. Bu itibarla Allah hak¬kında şey sözünü kullanmak, başkası hakkında istimal etmekten daha lâyıktır.

Allah Teâlâ Cisimsiz, Cevhersiz Var Olan Bir Şeydir;

Allah Teâlâ'nın diğer eşyaya benzemeyen bir şey olduğunu ifade etmenin manası, cisimsiz, cevhersiz ve arazsız olarak varlığını ispat etmektir.
Zira cisim bazı maddelerin birleşmesinden meydana gelen bir mürekkeptir, ayni zamanda bir mekâna da ihtiyacı vardır. Mürekkep olmak ve bir mekâna ihtiyacı olmaksa yaratılmışlık işaretidir. Allah cevher de değildir, demiştir. Cevher mekânı olan bir varlıktır. Cevher, aynı zamanda cismin bölünemiyen en küçük parçasıdır. Al¬lah araz da değildir, demiştir. Araz, cisim ve cevherlerde sonradan meydana gelen arızî varlıklardır. Bu varlıklar, kendi başına var ola¬maz, varlıkları başkalarının varlığı ile kaimdir. Cisimler üzerindeki boya, oluştaki toplanma, ayrılma, hareket etme, durma, tad, koku gibi varlıklara araz denir. Allah Teâlâ ise bunlardan münezzehtir.
Hulâsa, bu âlem ayan ve a'razdan ibarettir. Ayan, kendi başına var olabilen, daha başka bir ifade ile varlığı için başkalarının varlı¬ğına ihtiyacı olmayan şeydir. Bu da ya mürekkeb olur. Mürekkeb de cisimdir. Ayan ya mürekkeb olmaz, bu da cevherdir. Cevher, cisimlerin bölünemeyen en küçük parçasıdır. Cenabı Allah ise bunların hepsinden beridir.
Fahreddin er-Râzî ne güzel söylemiştir:
“Mücessime taifesine mensup olan kişi asla Allah'a ibadet edemez. Çünkü o, kendi vehminde tasavvur ettiği surete tapar, Allah Teâlâ ise suretten münezzehtir.Mücessime, Allah Teâlâ'yı bir cisim olarak kabul eden müşriklere verilen addır.
İmam Âzam Ebû Hanîfe’den rivayet edildiğine göre, araz ve cisim¬ler hakkında şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ, Amr b. Ubeyd'e lanet etsin çünkü o insanlığa bu konudaki bahsi ilk açan kimsedir.”

Allah Teâlâ Sınırlı Değildir:

“Allah Teâlâ'nm sınırı yoktur. Zıddı yoktur. Benzeri yoktur. Onun gibisi yoktur.
Allah'ın balangıç ve sonu yoktur. Ne başlangıçta, ne de sonuçta ona karşı gelecek, engel olacak, onunla çekişecek kimse yoktur. Al¬lah'ın ortağı yoktur. Nitekim Cenabı Allah bir âyette şöyle buyuruyor:
“Artık Allah'ın eşi ve benzeri olmadığını bildiğiniz halde O'na eş koşmayınız.” [109]
Allah'ın sıfatları konusunda iki taife çatışmıştır. Bir gurup Allah' ın sıfatlarını nefyetme hususunda çok ileri gitmiştir, diğer taife de Allah'ın sıfatlarını ispat hususunda ileri gitmiştir. Biz ise orta bir yol tâkib ettik. Ve Allah için kemal sıfatlarını ispat ettik; bütün yönle¬riyle başka varlıkların Allah'a benzemesini, ona eş olmasını nefyet¬tik. Geride şöyle bir vehim kalmıştır. Allah Teâlâ'nın ;
“Allah gibi hiç bir şey yoktur.” [110]
âyetinde, bu sıfat yalnız Allah'ın zatına mahsus bir sıfattır. Çünkü tahsis yoklukla bozulur. Zira yokluk, haddizatında benzersizliğin ol¬mamasıdır. Cenabı Hakk'ın:
“Allah gören ve işitendir.” [111] âyeti bu vehim, hayal ve müşkülü defediyor. Zira âdemin, (yokluğun) işiten ve gören sıfatlara sahip ol¬ması muhaldir. Bu gibi sözlere ihtiras denilir.
Sözün kısası, varlığı kendinden olan, varlığı başkasından olana benzemez. Varlığı başkasından olan da varlığı kendinden olana ben¬zemez. Öyle ise Allah Teâlâ, sınırlı değildir, sayılmış değildir, şekillenmiş değildir, parça değildir, bir mekânda yerleşmiş değildir, mü¬rekkep değildir, sonlu değildir. Maiyet, mâhiyet, keyfiyet, renk, tad koku, hararet, soğukluk, yaşlık, kuruluk ve benzeri beşeri vasıflar¬la vasıflanmaz. Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşa¬ğıda değildir, başka cihetlerde değildir (O her yerdedir). Allah Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir.

El - Yüz Gibi Sıfatlar Allah'ın Keyfiyetsiz Sıfatlarıdır:

Allah Teâlâ'nın zatına ve sıfatına lâyık bir şekilde eli vardır, yüzü vardır, nefsi vardır. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği yüz, el, ve nefs kelimeleri bunların hepsi keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır.
Bunların hepsi nas ile sabittir. Cenabı Hak Kur'an-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
“Allah'ın yüzünden başka her şey yok olacaktır.” [112]
“Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü kalacaktır.” [113]
“O takva sahibi ancak malını yüce Rabbinin yüzünü talebetme için verir.” [114]
“Allah'ın eli kulların ellerinden üstündür.” [115] elimle yarattığım varlığa secde etmekten seni meneden [116]
“Her şeyin idaresi kendi elinde olan yüce Allah'ı tesbih ederim.” [117]
İsa aleyhisselâm'dan hikâyeten:
“Sen benim nefsimdekini bilirsin fakat ben senin nefsinde olanı bilemem.” [118]
“Ne tarafa dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır.” [119]
Son âyette İsa aleyhisselâm'dan hikâyeten Allah Teâlâ'ya nefis itlak etmek, müşabehet babından olduğu hususunda ileri sürülen gö¬rüş reddedilmiştir. Zira Allah Teâlâ'ya nefis itlâkı karşılıklı olmadan da naslarda geçmiştir. Hz. Peygamber'in münacatında buyuruluyor:
“Sen nefsini (kendini) sena ettiğin gibi ben seni medhetmeğe muk¬tedir olamam.”
Gerçekten nefis kelimesi harekeli olarak “nefes”ten alınması iti¬bariyle Allah için söylenmesi sahih değildir. Amma “nefis” kökünden alınması itibarıyla Allah Teâla için söylenmesi caizdir. Zira Cenabı Hak, varlıkların en nefisi ve en azizidir.
Kur'an-ı Kerimde beyan buyurulduğu üzre müfred ve cemi ola¬rak gelen ayn kelimesi, sağ taraf manasındaki yemin kelimesi ve Al¬lah arş üzerindedir, sözü de böyledir. Allah Teâlâ bu konularda şöyle buyuruyor:
“Bir de benim gözüm üzerine yetiştirilmen için, üzerine tarafım¬dan bir sevgi bıraktım.” [120]
Yukarıdaki âyet-i kerime Musa aleyhisselâm'ın Allah tarafından, ileride kendisine en büyük düşman olan Firavn elinde himaye edil¬mesi ile ilgili olarak buyurulmuştur. Göz manasına gelen ayn kelime¬sinin çoğul olarak kullanıldığı diğer bir âyet de şöyledir: [121]
“O kâfirler Allah'ı gerektiği gibi takdir edemediler. Halbuki Kı¬yamet günü gökler onun sağındadır. [122]
“O Rahman olan Allah Arş üzerinde duruyor.” [123]
(Bu ve benzeri âyetlerde geçen bütün sıfatlar keyfiyetsiz meçhul sıfatlar olup Allah'a aittir.)

Müteşabîh Âyetıler Tevil Edilemez:

Bu âyetlerin tevilinde: elden maksat Allah'ın kudreti, yahut ni¬metidir, denilemez. Zira bu türlü tevillerde Allah'ın sıfatlarını iptal vardır. Allah'ın sıfatlarını iptal ise Kaderiye ve Mutezile taifesinin sözleridir. Lâkin Allah'ın eli, keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. Allah'ın ga¬zap ve rızası da yine keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır. Yâni bu sıfatların nasıl olduğunu biz bilemeyiz, ancak Allah kendisi bilir.
“El” sözü için olduğu gibi Allah'a izafe edilen “yüz sıfatı için de Allah Teâlâ'nın zatıdır, ayn sözünden maksat, görmesidir. Arş üze¬rinde durmasından maksat da Arş'ı istilâ etmesidir, (kaplamasıdır) denilemez, Bu âyetler tevil edilemez. Çünkü Cenabı Allah özellikle bu kelimeleri kullanmış, bunların yerine; kudret, nimet, görme ve istilâ kelimelerini zikretmemiştir. Doğrusu Cenabı Allah “el” kelimesinden nimet ve kudret gibi iki manadan başkasını kasdetmiştir. Bu sıfatlar Allah hakkında müteşabih sıfatlardandır. İmam Âzam da Cumhur-ı Selefe uyarak aynı görüşe katılmıştır. Ondan sonra gelen ilim adamları da ona uymuşlardır. Allah Teâlâ'nın gadap ve rıza sı¬fatlarından gazabı ile intikamı dilemek, rızası ile nimet vermeyi dile¬mek kasdedilmiştir, tarzında bir tevil yapılamaz. Bunlardan maksat, esas konuluş gayeleri olan nimet ve azaptır.
Fahr'ul-İslâm demiştir ki: Allah içine el ve yüz isnat etmek bize göre haktır. Bu el ve yüz aslı ile bilinen ve vasfı ile müteşabih olan sıfatlardır. Vasfını yapmaktan âciz olduğumuzdan dolayı bu sıfatla¬rın aslını Allah hakkında iptal etmek caiz değildir. İşte Mutezile bu yönden sapmıştır: Zira onlar, mâkul bir şekilde sıfatların vasfını bi¬lemedikleri için bu sıfatların asıllarını da reddetmişlerdir. Bu şekilde onlar da Allah'ın sıfatlarını inkâr ve tatil edenlerden oldular.
Şemsül-Eimme Serahsî de bu noktayı zikrettikten sonra şöyle di¬yor:
“Ehl-i Sünnet vel-cemaat nasla, yani kati âyetler ve kesin delâ¬letlerle bilinen aslı ispat ettiler, sıfatların aslını ispat ettiler, fakat mü¬teşabih olan keyfiyeti üzerinde ise bir şey söylemeyip sustular. Bu¬nunla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla meşgul olmayı caiz görmediler. Nitekim Yüce Allah, gerçek bilgi sahiplerini şu şekilde vasıflamaktadır:
«İşte kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve teviline git¬mek için Kur'an'ın müteşâbih âyetlerine uyarlar. Halbuki o müteşabih'in tevilini yalnız Allah bilir. Kökleşmiş ilim sahipleri ise: biz ona inandık? açık ve kapalı bütün âyetler rabbimiz tarafmdandır, derler. Bunları ancak aklı tam olanlar iyice düşünür.” [124]
İmanı Serahsi'nin sözü burada sona ermiştir. Râmuz'ul-Ahâdîs'de de rivayet edilen müteşâbih ibareli hadisler bulunmaktadır. Bu ha¬dislerden bazıları şunlardır.
“Allah Teâlâ, Âdem aleyhîsselâm'ı, yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yarattı. Toprağı muhtelif sularla yoğurdu, tesviye etti, ruh üfledi ve böylece cansız bir varlık iken hassas bir hayat sahibi varlık haline getirdi.” [125]
Müslim'de rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“Âdemoğullarının kalbleri Cebbar olan Allah'ın iki parmağı ara¬sında tek bir kalb gibidir. Allah onu dilediği tarafa çevirir.” [126]
“Kıyamet gününde Cehennem, daha var mıdır? diyecek. Öyle ki Rab Teâlâ ayağını Cehennem üzerine koyacak ve ateşler büzülecek. Sonra Cehennem: Aslâ, aslâ, diyecek.” [127]
“Allah Teâlâ, gündüzün günah işleyenlerin tevbe etmeleri için, gece vakti elini açar; gece günah işleyenlerin tevbe etmesi, için de gündüzün elini açar. Tâ güneş batısından doğuncaya kadar.” [128]
“Hacer'ul-Esved Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir. Onun vasıta¬sıyla Allah Teâlâ, kulları ile tokalaşır.” [129]
Ebû Hureyre'den merfu olarak rivayet edilen bir hadîs-i şerifte de:
“Kim Hacer'ul-Esved'e yaklaşırsa, Allah'ın eline yaklaşmış gibi¬dir.” [130]
İmam Âzam Ebû Hanîfe'den:
“Allah Teâlâ gökten iner” şeklinde rivayet edilen hadîs-i şeriften sorulunca, “keyfiyetsin olarak iner” cevabını verdi.
Başka bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Cenabı Allah Âdem aleyhisselâm'ı kendi sureti üzerine yaratmıştır, yahut Rahman’ın suretinde yaratmıştır.” [131]
Bu ve buna benzer hadis-i şeriflerin zahirî manası üzerinde bıra¬kılması gerekir. Bunların durumu, tevili, söyleyene bırakılır. Allah Teâlâ ise azalardan ve yaratılmışların sıfatlarına benzemekten beri¬dir.
İmam Âzam Ebû Hanîfe, “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Biz ikrar ederiz ki Allah Teâlâ ihtiyaç olmaksızın Arş üzerinde dur¬maktadır. O'nun istikrarı Arş üzerindedir. Arş'ı ve Arş'tan başka her şeyi koruyan da Allah Teâlâ'dır. Allah Teâlâ, başkasına muhtaç ol¬saydı yaratılmışlar gibi, bu âlemi yaratmaya ve idare etmeye kadir olamazdı. Allah eğer oturmaya ve bir yerde kararlaşmaya muhtaç olsaydı, o takdirde Arş'ı yaratmadan evvel nerede idi? Öyle ise Allah Teâlâ, oturmaktan ve karar kılmaktan münezzehtir.”
İmam Mâlik hazretleri Arş üzerinde istiva'dan sorulunca ne güzel söylemiştir,
“Allah'ın Arş üzerinde istivası malûmdur, keyfiyet meçhuldür. Bundan sormak bidattir. Bu âyete inanmak ise vaciptir.” Bu inanç selefin yoludur. Ve en doğru bir yoldur. Allah Teâlâ ise daha iyi bilir. Bazı halef âlemlerinin yukarıda geçen âyet ve hadisleri tevil şekilleri geçmiştir. Bu âyetleri tevil etmenin daha sağlam bir yol olduğu söylenmiştir. Fakat Şâfiîlerden biri Îmam'ul-Haremeyn'in ön¬ce bu âyetleri tevil ettiği, ancak ömrünün sonuna doğru bundan vaz¬geçtiği, bu âyetleri tevil etmeyi yasakladığı ve Selefin müteşabih âyetlerin tevilini yasakladıkları hususundaki icmaını naklettiği ri¬vayet edilmiştir. tmam'ul-Haremeyn “Risâle-i Nizamiye” adlı kita¬bında da bu görüşünü açıklamaktadır. Bu görüş Mâtüridî Mezhebine mensup olan âlimlerimizin inancına da uygundur.
İbn-i Dakik el-İd bu konuda orta bir yol tâkib ederek şöyle diyor.
“Eğer tevil edilen mana, Arapların konuşmalarından anlaşılan mana¬ya yakın ise tevil kabul edilir. Eğer bu manaya uzak ise kabul edil¬mez.”
İbn-i Humam, halkın anlamasında güçlük bulunduğu için tevile ihtiyaç bulunması ile, makam iktizası tevile hacet kalmaması arasın¬da orta bir yol tâkîb etmiştir.
“El-Akîdet'ül-Tahavîyye” adlı kitabın şârihi de şöyle diyor.
“Al¬lah'ın rızası iyilik yapmayı murad etmek, gazabı da intikam almayı dilemektir, denilemez. Çünkü bu sözde Allah'ın sıfatlarını inkâr etmek vardır. Ehl-i Sünnet âlimleri ise dilemese de Allah'ın, sevdiği ve razı olduğu işleri emrettiği; olmasını dilese de sevmediği işleri yasakladığı ve faillerine gadap ettiği hususunda ittifak halindedirler. Şu halde Cenabı Allah kulun iradesine bağlı olarak yapılmasına iradesinin tâalluk etmediği işleri sever ve razı olur; kulun iradesini sarf etmesi sonucu murad ettiği kötü şeylerden de hoşlanmaz ve gadap eder.
Gadabi, intikam almayı dilemek, rızası da nimet verme ve ikram etmeyi istemek tarzında tevil eden kişiye: Niçin bu kelâmı tevil eltin? diye sorarız. Ya, gazab kalbin galeyana gelmesi, rıza, meyil ve şehvet¬tir diyecek. Bunlar ise Cenabı Allah'a yakışmaz. O zaman kendisine: irade ve meşiet sıfatları da böyledir. Bize göre bu sıfatlar, hayat sahi¬bi bir varlığın bir şeye meyletmesi, yahut münasip olana meyletmesidir. Bizlerden bir canlı kendisine menfaat getiren, ve zararı defe¬den şeye meyyaldir ve dilediğini yapmaya muhtaçtır. Bir şeyin var olması ile üstünlük kazanır, yokluğu ile de noksanlık kazanır bir mânaya çekilmesi ile bir mânadan uzaklaştırılması birdir. Eğer bu caiz olursa o da caiz olur.
Eğer: Her ne kadar bunlardan herbiri gerçek ise de; Allah Teâlâ’nın vasıflandırdığı irade, kulun vasıflandığı iradeye muhaliftir, de¬nilirse şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ'nın vasıflandığı gadap ve rıza, her ne kadar bunlardan herbiri hakikat ise de, kulun sıfatı olan gadâp ve rızaya muhaliftir, irade hakkında söylediği söz gerçek olursa, bu sıfatlar hakkında tevil tayin edilmemiştir, belki onu terk etmek gerekir. Zira böyle düşününce sen tenakuzdan kurtulursun ve Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarının manalarını gereksiz olarak iptal et¬mekten de selâmet bulursun. Zira Kur'an'ı gereksiz olarak zahiri, ve hakikî manasından döndürmek, tevil etmek haramdır. Bu söz, Al¬lah'ın sıfatlarından herhangi birini inkâr eden kimse için de söylenir. Çünkü bu sıfatın müsemması mahlûkat için caiz değildir. Zira bu tevili yapan bildiğinin hilâfına bir şeyi Allah için ispat etmesi gereki¬yor. Hatta vücud sıfatında bile. Zira kulun varlığı kendine yaraşan şekildedir. Allah'ın varlığı da kendine lâyık olan tarzdadır. Allah'ın varlığı üzerine yokluk gelmesi mümkün değildir. Kulun varlığı üze¬rine ise yokluk gelebilir. Hay, Kayyûm, Alîm, Kadir gibi Allah Teâlâ’nın zatının ve kullarının adları yahut kullarından bazı sıfatları ile isimlendiği sıfatlar için biz Allah Teâlâ hakkında kalblerimizle bu isimlerin manalarını düşünür ve Allah, haktır, sabittir, vardır, deriz. Yine bu isimlerin manalarını yaratıklar hakkında düşünür ve bu iki mana arasında müşterek nokta buluruz. Fakat bu mana dışarda müşterek olarak bulunmaz. Zira müşterek külli mana ancak zihin¬lerde bulunur, dışarda varlık âleminde ancak muayyen ve özel olarak bulunur, dolayısıyla her iki varlık kendine yakışan tarzda var olur.

Allah Her Şeyi Yoktan Var Etmiştir.

Allah Teâlâ, eşyayı, hiçbir şey olmaksızın maddesiz olarak ya¬ratmıştır.
Allah Teâlâ zat, durum, hareket, sükûn, ışık, karanlık, şer, haya, yüksek, alçak ne varsa hepsini, yaratmadan evvel, var olan bir mad¬de olmaksızın yaratmıştır. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Gökleri ve yeri yaratıp melekleri ikeşer, üçer, dörder kanatlı el¬çiler yapan Allah'a hamd olsun.” [132]
Bu âyette ifade buyurulduğuna göre, başlangıcında herhangi bir madde bulunmaksızın Allah gökleri ve yeri yaratmıştır. Bazı şeylerin bazı maddelerden yaratılmış olması, ilk önce eşyanın maddesiz yaratılmış olmasına aykırı değildir. Çünkü bu maddelerin esası da oluş ve yokoluş âleminde hiçbir şey olmadan yaratılmıştır. Ondan önce başka bir maddenin var olduğu düşünülemez. O, yaratıcının yaratması ile vücud bulmuştur. Zira Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah her şeyi yaratandır, o her şeye vekildir.” [133]
Allah Teâlâ var iken onunla beraber var olan hiçbir şey yoktu. Allah'ı tanıyanlar nazarında o şimdi olduğu gibi idi. Allah Teâlâ, kendi için bir ortak bulunmasından, yaratmada, işte ve maddede, hatta bir zerrenin icadında, yahut ona hareket ve sükûn ile imdad etmek hususunda bir ortak bulunmasından münezzehtir.

Allah Ezelde Her Şeyi Bilendir

Eşya var olmadan evvel Allah Teâlâ, ezelde eşyayı biliyordu. Bu metin,
“Allah her şeyi bilicidir.” [134] mealindeki âyetin manası¬dır. Kadimliği sabit olanın yok olması mümkün değildir.

Her Şeyi Takdir Eden Yüce Allahtır.

Eşyayı takdir eden ve takdirine göre hüküm veren Cenabı Allah'tır.
Cenabı Allah her şeyi iradesine uygun olarak takdir eder; yaratırken de hikmetine uygun olarak hüküm verir. Bu sözde Allah Teâlâ'nın şu âyetinin manasına işaret vardır. Cenabı Hak şöyle bu¬yuruyor:
“Bilmez mi o yaratan.. O lâtîfdir, her şeyden haberdardır.” [135]
Yâni eşyayı yaratan, onu yaratmadan önce bilmez mi?Yaratanın bilgisi kadîmdir, fakat bilgisinin tâalluk ettiği bazı varlıklar ise yara¬tılmıştır. Bu konuda Cenabı Hale şöyle buyuruyor:
“Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığında hiç bir şey rabblnden gizli kalmaz; ne bundan daha büyük ne de küçüğü.. Bunların hepsi ancak Levh-i Mahfuz'da yazılıdır.” [136] Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de söyle buyuruyor:
“Allah'ın ilk yarattığı varlık kalemdir. Allah Teâlâ, kaleme, yaz de¬di. Kalem de: ne yazayım, dedi. Allah Teâlâ: Kıyamete kadar olacak işleri yaz, buyurdu.” [137]
Bu gerçek, Hak ehlinin “Eşyanın hakikati sabittir” sözlerine delâ¬let etmektedir.

Hayır Ve Şer Allah'ın Takdiri İle Var Olur:

İmam Âzam rahimehullah “El-Vasıyye” adlı kitabında diyor ki
“Sonra biz bütün hayırların ve kötülüklerin Allah tarafından takdir edildiğini ikrar ederiz. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah'ın şanı, bir şeyin olmasını istediği zaman ona yalnız “ol” demektir; o olur.” [138]
“Bununla beraber onlara bir iyilik gelse bu Allah’tandır, derler. Bir musibet geldiği zaman ise bu senin uğursuzluğundandır derler. De ki: hepsi (iyilik ve kötülük) Allah'tandır.” [139]
“Her kim hayır ve şerrin Allah'tan başkası tarafından takdir edildiğine inanırsa Allah'ı inkâr etmiş bir kâfir olur ve Tevhidi bâtıl olur.” İmam Âzam’ın sözü burada son bulmuştur.
Fahrul-İslâm Pezdevî, “Usul” adlı kitabında yukarıdaki âyetten kasdedilen mananın, süratle yaratmak olduğunu söyleyenleri reddet¬miştir. Âyetteki ifadeye göre Allah'ın muradını incelediğimiz zaman, bizim kanaatimize göre, bu âyetten bu kelimeyi yâni “Kün ol” keli¬mesini süratli yaratmak şeklinde gerçekten söyleyerek konuşmak kasdedildiğine hamledilmiştir. Mecazî bir mana kasdedilmemiştir. Belki bu ifade, Allah'ın sıfatında tatil ve teşbih (benzetme) olmaksı¬zın hakikati üzerine gelmiştir. Şems'ül-Eimme esSerahsî de “Usul” adlı kitabında bu meseleyi bu şekilde zikretmiştir. Bu sözün Tekvin kökünden yaratmak manasında mecaz olduğunu söyleyenlere cevap olmak üzere şöyle diyor: Kitaptan delilimiz şu âyet-i kerimedir:
“Yine göğün ve yerin, O'nun emriyle durması, kudretine delâlet eden alâmetlerdendir.” [140]
Bu âyette kasdedilen, bize göre, bu kelimenin hakikatidir, yarat¬mak manasında mecaz değildir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve müfessirlerin çoğu ise bu inançtadır. Biz bu âyeti, Allah kelâmının yaratılmış olmadığına delil getiriyoruz. Zira Allah kelâmı bütün yaratılmışlar¬dan öncedir. “Kün” emrinden sonra feyekûn'deki “fâ” tâkîbiye'dir. Ma¬nası, ol, emriyle emrettikten sonra Allah Teâlâ dilediği şeyi yaratır, demektir. Bu ol, emri Allah Teâlâ'nm kadîm olan kelâm-ı nefsîsidir. Kuıdsî ve kerîm olan sıfatıdır. Cenabı Hak, eşyayı, ondan evvel geçen bir yaratıktan yaratmış olmadığı tahakkuk etmiştir. Allah Teâlâ’nın eşyayı, aletsiz,, hazırlıksız, kaynaksız olarak yaratması, onu “ol” emri ile yaratmış olmasına aykırı değildir. Zira ol emri, Allah Teâlâ’nın
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” [141] mealîndekiâyette geçen şey mefhumuna dahil değildir. Allah Teâlâ'nın kelâmı, zatının ne aynıdır ne gayrıdır. Sonra eşyanın hakikatinin gerçekleşmesinde, yerde ve gökte gördüğümüz bunca eşyanın hakikatinin gerçekleşmesinde Sûfestâ iyye taifesine ve onlara uyanhavailere reddiye vardır. Onlar eşyanın hakikatini inkâr ediyorlar ve eşyanın hakikatinin rüya gibi vehim ve hayalden ibaret olduğuna inanıyorlar. Bunlara, sofilerin cahillerden hulûliye îlhadiye ve Vücudiye (Vahdet-i vücutçu) taifesi yakındır.

Allah Her Şeyi Önceden Yazı İle Yaratır:

Dünyada ve âhirette Allah'ın dilemesi, kaderi, kazası, bilgisi yazgısı ve Levh-i Mahfuz'da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz. Ancak, Allah'ın yazması, o şeyi vasf etme şeklinde olup hükmetmek suretiyle değildir.
Yani Allah Teâlâ, her şey hakkında, böyle böyle olacak, diye yaz¬mıştır; fakat, şöyle şöyle olmalıdır, diye yazmamıştır. Bunun daha geniş açıklaması şöyledir: Varlıklar, Allah yazdığı zaman var değil¬di. Levh-i Mahfuz'da Allah Teâlâ, var olacak eşyayı vasfetmek sure¬tiyle kazasına uygun olarak, olacak, diye yazmıştır; bunu bir emir tarzında yazmamıştır. Yâni bu iş olacak, demiştir; olmalıdır, deme¬miştir. Çünkü Allah olacak bir iş için olsun, derse, o anda eşyanın var olması gerekir. Çünkü yaratılanın, yaratanın yaratma ile ilgili emirden sonraya kalmasını tasavvur mümkün değildir.
İmam Âzam “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Allah Teâlâ kaleme yazmasını, emretmiş, yahut yaz demiştir, kalem de: neyi ya¬zayım, demiştir. Allah Teâlâ da: Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz, demiştir.” Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor.
“Bununla beraber işledikleri bütün işler defterlerdedir. Küçük ve büyük hepsi (Levh-i Mahfuzda) yazılıdır.” [142]
Yâni yukarıdaki hadis, Kur'an'dan iktibas edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in sözleri, Allah'ın kelâmını açıklama durumundadır. Sözün kısası, Kader: ezelde takdir edilen hayır, şer, tatlı, acı ne varsa kuldan sudur etmesi; Allah Teâlâ'nın ira¬desi ve yaratması ile olmaktadır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz.

Kaza İle Kader Allah'ın Sıfatlarıdır :

rıaza, kader ve meşîet sıfatlan keyfiyetsiz olarak Allah Teâlâ'nın ezeldeki sıfatlarıdır.
Kazadan kasdedilen icmali hükümdür. Kaderden kasdedilen da tafsili hükümdür. Mûtezile'nin: “Eğer küfür Allah'ın kazası ile olsaydı Allah'ın ona razı olması gerekirdi; zira kazaya razı olmak lâzım¬dır Lâzım ise batıldır. Çünkü küfre razı olmak küfürdür. Öyle ise, küfrün, Allah'ın kazası ile meydana gelmediği sabit olmuştur. Dola¬yısıyla Ehl-i Sünnet'in de meylettiği gibi kulların bütün işleri Allah'ın kazası ile değildir.” sözleri şu şekilde reddedilmiştir: Küfür makzîdir, yani hükmedilen olaydır, kaza değildir. Hükmedilene değil, hükme, yani kazaya razı olmak gerekir. Bunun izahı şöyledir: Küfrün bir Al¬lah Teâlâ'ya nisbet ciheti vardır. O da Allah'ın küfrü hikmeti gereği olarak yaratmasıdır. Allah'ın dilemesinde bu nokta üzerine bir itira¬zımız yoktur. Çünkü Allah Mâlikül-Mülktür. Dilediği gibi hareket etmekte serbesttir. Hiçbir şeyden faydalanmadığı gibi, hiçbir şeyden zarar da görmez. Küfrün bir mükellefe nisbet edilme ciheti vardır ki o da küfrün kendi kazancı, ihtiyar ve iradesiyle kulda bir sıfat olarak vuku' bulmasıdır. İşte itiraz buraya yapılmaktadır. Zira kul, kendi ih¬tiyarı ile küfrü kazanmakla Mevlâsını kızdırmış ve âhirette devamlı bir azaba müstahak olmuştur. Kendi küfrüne razı olanın küfründü ittifak vardır. Başkasının küfrüne razı olanın küfründe ise ihtilâf var¬dır. En sağlam olan görüş, eğer küfrü sevmiyorsa başkasının küfrü¬ne razı olmakla bir kimse kâfir olmaz. Lâkin, Allah'ın ondan imanı selbetmesini temenni eder ki, yaptığı zulüm ve eziyetlerden dolayı maruz kalacağı azap dolayısıyla ondan intikam alsın. Tatarhaniye adlı kitapta da aynen böyle yazılmıştır. Musa aleyhisselâm'dan hi¬kâye olarak Cenab-ı Hakk'ın şu sözü de bunu takviye etmektedir:
“Musa şöyle dua etti: Ey rabbimiz! Sen Fir'avn'a ve etrafındaki¬lere dünya hayatında giyecek bir süs eşyası ve mallar verdin. Ey rabbimiz! Mallarını mahvet ve kalblerini şiddetle sık ki, o acıklı azab görmedikçe iman etmesinler.” [143]
Meşîet sıfatı, kaza ve kadere tâalluk eden Allah'ın sıfatıdır. Bu üçü Allah Teâlâ'nın Kitâb ve Sünnetle sabit olan ezelî sıfatlandır. Ancak diğer sıfatları gibi bunlar keyfiyeti meçhul olan müteşabih sıfatlardandır. Öyle ki bunların hakikati yaratıklar için gizlidir. Her mü'minin bunlara inanması ve bunları vasfetmekte aklın gereğinin bâtıl olduğuna inanması gerekir. Çünkü bu sıfatlar vasfı ile bilmek yalnız başına aklın işi değildir, ilimde derinleşen gerçek âlimlerin hepsi bu konuda aynı hükmü kabul eder.
Şems'ül-Eimme es-Serahsî şöyle diyor:
“Müminler bu konuda iki fırkaya ayrılır. Birincisi, bir nevi cehaletten dolayı Allah'ın sıfatlarının keyfiyetini ve vasfını araştırmaya müptelâdır. Bir kısmı da ilim ile bir nevi ikram edildiği için bu konuda bir araştırma yapmak hususunda duraklama halindedir. Bu yönden ibtilâya uğramak, çok kerre birinci yönden mütelâ olmaktan daha iyidir. Zira yalnız, mak¬sadı talep etmekte tevekkuf ederek sadece inanmakla müptelâ olmak, akim bir şeyi gerektirmediğini ve bir şeyi defetmediğini açıklamak¬tır. Böylesine, hüküm Allah'a ait olduğu ve dilediğini yapıp dilediği gibi hükmeder olduğu bilinsin için aklın hiç bir mecali olmadığı yerde gerçeğe inanmak gerekir.”
Hulâsa, ikinci vecih daha kuvvetlidir. Zira o, aklın hazzı, tab'in lezzeti bulunmayan şüphesiz bir gayb emrine imandır. Belki Şeriat tarafından işitilen hakka yalnızca uymaktır. Evvelkisi böyle değildir. O aklına itimad eder, düşünce ve anlayışına dayanır. Bununla şu hu¬sus ortaya çıkıyor: Kulluğa ait konularda boyun eğmek daha fazilet¬lidir, daha kâmildir. Çünkü bunda nefsin bir hazzı yoktur. Belki Hak¬kı elde etmede halisane bir şekilde emirlere uymak vardır. Bu se¬bepten Cenabı Hak şöyle buyuruyor.
“Bir de sana ruhtan soruyorlar. De ki, ruh Rabbimin bildiği bir iştir. Ve size ilimden az bir şey verilmiştir.” [144]
Bir Hadîs'te, ruh hakkında yan bilgiye de sahip değilim, buyuruluyor. Nitekim, anlamaktan âciz olduğunu anlamak da anlamaktır. Hz. Ali bir gün Minberde iken kendisine bir soru da bilmiyorum, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ali'ye nurlu makama çıkıp da nasıl bilmiyorum, diyorsun? denilince övle cevap verdi: Bu makama bildiğim nisbetinde çıktım. Bilmediğim nisbetinde çıkacak olsaydım, göklere çıkardım. İmam Ebû Yusuf için de böyle bir soru olayı vukubulmuştur, ve aynı cevabı vermiştir. İmam Ebû Yusuf'a:
“Sen devlet bütçesinden şu kadar maaş alıyorsunda bu durumu tahkik etmekten âciz kalıyorsun, denilince: “Evet, ben bütçe¬den bildiğim nisbetinde para alıyorum. Eğer bilmediğim nisbetinde para alacak olsaydım, tüm devlet bütçesi bana yetmezdi.” cevabını verdi.

Kulun İşi Kendi İradesi İle Meydana Gelir:

İmam Âzam Ebû Hanife, yukarıdaki metinde, Allah Teâlâ'nın kadîm bir sıfatının var olduğunu gerçekleştirmek, bir yönde değil, başka bir yönde, bir vakitte değil başka bir vakitte tahsis eden Al¬lah'ın kadim bir sıfatının var olduğunu gerçekleştirmek ve Kerramiye taifesi ile Mutezileyi reddetmek için irade sıfatını tekrar zikretmiştir. Mutezileden bazıları, irade sıfatının hadis olduğunu söylüyor, fakat büyük bir çoğunluğu Allah'ın kötülükleri ve çirkinlikleri murad etme¬sini inkâr ediyorlar. Hatta şöyle diyorlar: Şüphesiz Allah Teâlâ kâfirin imanını, fasıkın tâatını murad eder, küfür ve mâsiyetini istemez ve dilemez. Çünkü çirkini murad etmek çirkindir, çirkini yaratmak da çirkindir. Mutezile ve Kerramiye taifesinin bu görüşleri reddedil¬miştir. Zira çirkin, çirkin olan işi yapmak ve onunla vasıflanmak¬tır. Onlara göre, mahlûkatın yaptığı işlerin çoğu Allah Teâlâ'nm iradesinin hilâfına vukubulmaktadir. Bu düşünce ise cidden çok kö¬tüdür. Öyle ki bir köy halkının reisi bile bu düşünceye tahammül edemez. Buna göre, kulların ihtiyari işleri vardır. Eğer yaptıkları işler ibadet ise ondan dolayı sevap kazanırlar. Eğer isyankârlık ise bundan dolayı da cezalandırılırlar. Durum, Cebriyye mezhebine mensup kişilerin inandıkları gibi kulun ne kazanma, ne de yaratma bakımından bir iş yapma yetkisi yoktur, sözü doğru değildir. On¬lara göre, kulun hareketleri cansız varlıkların hareketleri gibidir. Kulun, kendi işinde ne kasıd, ne iradeye itibar etme makamında mü¬essir kudreti ve ne de kazanma yönünden bir kudreti yoktur.
Kulun kendi fiilinde itibar edilecek bir müessir kudreti, kazan¬ma kudreti, kasdı, irade ve ihtiyarı yoktur, diyorlar. Bu düşünce isa batıldır. Zira bizler, elini hareket ettiren ile, eli titreyenin hareketle¬ri arasında büyük bir fark görüyoruz. Birincisi kendi ihtiyar ve ira¬desi ile oluyor, ikincisi ise mecburî oluyor. Yâni istemese de eli titriyor.
Eğer denilirse ki; Allah'ın ilim ve iradesi tâalluk ettikten sonra kulun işi üzerinde cebir ve baskı lâzım gelir. Çünkü Alla
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Empty
MesajKonu: Geri: Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi   Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:33 pm

Kader Hakkındaki Münakaşalar

Yukarıdaki âyetlerle adı geçen Hadîs-i Şerif ileri sürülerek ya¬pılan itiraza şöyle cevap verilir: Kerramiye ve Mûtezile'nin, Allah'ın dilemesinin, kulun işini emrettiğine delil olduğuna inanmaları Al¬lah'ın şeriatı ile, peygamberlerine gönderdiği emirlerinin, kaza ve kaderi ile kitaplarını gönderdiği peygamberlerinin birbirine karşı çıkması gerekirdi. Bu ise onları bu düşünceden yasaklamaktadır. Onlar Meşîet-i âmme sıfatını emr-i dâfia olarak yaptılar. Meîşeti tevhid yönü ile zikretme diler. Onu, Allah'ın emrine muhalif,
şeriatına karşı olarak zikrettiler. Onlar zındıklar ve cahil inkarcılarda olduğu gibi yaptılar. Zındıklar ve inkarcılar bir emir ile emredilip bir iş¬ten yasaklanınca kaderi delil olarak ileri sürüyorlar. Bir hırsız Hz. Ömer'e kaderi ileri sürerek mazeret beyan ettiği zaman Hz. Ömer kendisine:
“Ben de senin elini Allah'ın kaderi ile kesiyorum,” cevabı¬nı verdi. Şu âyet de buna delâlet etmektedir:
“Bunlardan öncekiler böylece tekzib etmişlerdi. Sonunda aza¬bımızı taddılar. Onlara de ki: Sizde kitap ve hüccetten bir şey varsa onu bize çıkarın, getirin. Siz, yalnız kendi zannınıza uyarak yalan söylüyorsunuz.” [151]
Hülâsa, Mûtezile'nin sözü, kendisi ile batıl kasd edilen hak bir sözdür, İblis'in “Yâ rabbi! Beni rahmetinden uzaklaştırman sebebiyle sözü, kaderi delil getirdiği için zemmedilmiştir. Böylece kaderi itiraf etmiş ve ispat etmiştir. Bu sebeple iblis, Mutelizi’lerden daha çok Allah’ı tanımıştır, denilmiştir. İblisin sözü, Cenabı Allah’ın şu sözüne mutabık düştüğü için kaderi kabul etmiş olduğu söylenmiştir. Cenabı Hak buyuruyor:
“Biz, her gönderdiğimiz peygamberi, ancak içinde bulunduğu kavminin dili ile gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın. Artık, Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidayet verir. O, her şeye galibtir, hükmünde hikmet sahibidir.” [152]
“Allah kimi hidayete ulaştırırsa, o, hak yola ulaşandır ve kimi de adaleti ile saptırırsa, işte bunlar ziyana uğrayanlardır.” [153]
Âdem aleyhisselâm'ın, Musa aleyhisselâm'a:
“Beni yaratmadan kırk sene önce yapacağımı yazdığı bir işten dolayı beni kötülüyor musun?” sözü, isyanda bulunan kişinin tevbe ettikten sonra itiraz hakkı olmadığına mebnidir. Âsi, Allah Teâlâ'nın tâatına döndükten sonra Allah'ın kaza ve kaderine sarılmalıdır. Belki, isyanının yaratı¬lışından önce mukadder bulunduğuna, tevbe etmeden evvel o işe başlayınca, hükmünde ve kazasında Allah'ın kaza ve kaderine sarılması gerekir. Zira böyle olmazsa, o zaman Allah'a karşı gelmiş gibi olur. Çünkü Cenabı Allah kendisine isyan edilmesini yasaklamış, em¬rine uyulmasını emretmiştir. Allah'ın kazasını kimse geri döndüremez Allah'ın hükmünü tâkib eden yoktur, işine galib olan da yoktur. Vehb b. Münebbih'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kadere baktım, hayretler içinde kaldım. Sonra tekrar baktım, yine hayretler içinde kaldım ve kaderi en iyi bilenlerin, ondan en çok sakınan¬lar olduğunu buldum. İnsanlar içinde kaderi en çok bilmeyenler, o hususta en çok konuşanlardır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in:
“Kader bahsi açıldığı zaman dilinizi tutun.” mealindeki hadisi de bu sözümüzü takviye eder. Yani kaderin hakikatini beyandan dilinizi tutun, kadere ve kaderin hakikatına imandan değil. Cenabı Hakk'ın:
Her nerede olursanız ölüm size erişir. Velev ki tahkim edilmiş yüksek kalelerde olun. Bununla beraber onlara bir iyilik gelse, bu Allah'tandır, derler. Bir musibet de gelince: bu, senin uğursuzluğundandır, derler. De ki, hepsi Allah'tandır.” [154]
âyetinde doğrusu, haseneden kasd edilen nimet, seyyieden kasd edi¬len de belâdır. Burada lehimizde ve aleyhimizde bir delil yoktur. Bir kavle göre hasene, Allah'a itaattir, seyyie ise Allah'a isyandır. Bununla beraber kaderiye mezhebine mensup olanlar şu âyeti delil ola¬rak ileri süremezler:
“Sana gelen her iyilik Allah'tandır ve sana gelen her kötülük de kendi nefsindendir.” [155]
Çünkü kaderiyeye göre, ister iyilik olsun, ister kötülük olsun, ku¬lun bütün işleri Allah'tandır. Kur'an ise iyilik ile kötülüğü birbirinden ayırd ettiği halde onlar bir ayırım yapmadan kulun bütün işle¬rini Allah Teâlâ'ya nisbet etmektedirler. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“De ki, hepsi Allah'tandır.” [156] Allah Teâlâ bu âyette kötülüklerin Allah'tan olduğunu açıkladığı gibi, iyiliklerin de Allah'tan olduğunu beyan buyurmuştur. Onlar ise bununla ameller hususunda hükmetmemektedirler. Ancak cezalar hakkında böyle düşünmektedirler. Fakat birinci mâna üzerine Cenab-ı Hak nimet olan hasenat ile, musibet ve belâlardan ibaret bulunan kötülükleri birbirinden ayırd etmiştir. Ve birinin Allah'tan, diğerinin de insanın kendinden olduğunu beyan buyurmuştur. Zira iyilik Allah'a nisbet edilir, çünkü Allah Teâlâ her yönden buna lâyıktır. Kötülükleri ise Allah Teâlâ, bir hikmet icabı yaratır. Bu kötülükler de hikmeti itibariyle kullarına bir ihsanıdır. Zira Allah Teâlâ, asla kötülük yapmaz. O'nun bütün işleri gü¬zeldir ve hayırdır. Bu konuda rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Hayrın hepsi senin elindedir. Şer ise sana ait değildir.” Yâni sen, halis bir kötülük yaratamazsın, belki bütün yarattıkların¬da bir hikmet vardır, bu hikmet itibarıyla yarattığın işler de hayır olur. Lâkin bu işler bazı insanlar için kötülük olur ki buna cüz'î iza¬fî kötülük denilir. Yahut külli ve mutlak şer olur ki Cenabı Allah bundan münezzehtir.
Bu sebepten Allah Teâlâ'ya şer tek olarak asla nisbet edilemez Belki şer ve yaratıkların umumuna dahil olur.
“Allah her şeyin ya¬ratıcısıdır.” mealindeki âyet-i kerime ile;
“De ki hepsi Allah'tandır.” mealindeki âyetlerde olduğu gibi. Yahut da
“Yarattıklarının şerrin¬den falakım rabbine sığınırım.” [157] mealindeki âyette olduğu gibi şer sebebe nisbet edilir. Yahut:
“Doğrusu biz bilmeyiz; o yeryüzündeki kimselerle bir kötülük mü murad edilmiştir, yoksa rableri onlar için bir iyilik yapmak mı dile¬miştir?” [158]
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir. Allah ise günahların birçoğunu bağışlıyor.” [159]
Bu, dayanılan ilk mânaya göredir. İkinci mânaya göre ise, tâat Allah Teâlâ'ya nisbet edilir. Zira Allah'a itaat, halis bir hayırdır. Ter¬biye icabı, kötülük Allah Teâlâ'ya nisbet edilmez. Çünkü kötülük, şer suretindedir. Yaratma yönündense hep Allah Teâlâ'dandır. Tâati yaratmak fazilettir, kötülüğü yaratmak adalettir. Allah Teâlâ, yaptığı işten dolayı sorguya çekilemez. Kullar ise yaptıklarından do¬layı sorumludurlar.
Sonra Allah Teâlâ'nın
“Sana isabet eden kötülük nefsindendir.” mealindeki âyetinde birçok hikmetler vardır. Zira kul, kendi nefsinin, kazandığı kötülükten dolayı tatmin olmaz ve yaptığı kötülükten ötü¬rü kalbi rahat olmaz. Çünkü orada şer vardır. Şer ancak nefisten ge¬lir. Kul, insanların sözleri ile meşgul olmadığı gibi, kendine kötülük yaptıkları zaman insanları kötülemekle meşgul olmaz. Zira bu, ken¬disine isabet eden kötülüklerdendir. Kötülük ise kendine ancak gü¬nahı sebebiyle isabet etmiştir. Kul, bu sebeple Allah'a dönerek nefsi¬nin şerrinden ve amelinin kötülüğünden ona sığınır. Ve Allah'tan kendisine itaat hususunda yardım ister, böylece kendisi için bütünü ile hayır meydana gelir, her türlü kötülük def olur. Bu sebepten du¬aların en faydalısı, Allah'tan hidayeti istemektir. Zira hidayet, kötülüğü terk edip Allah'a itaat etmek hususunda Allah'tan yardım is¬temektir.
Hülâsa, Allah'ın meşîet ve irâdesinin tâalluk ettiği şeye kudreti de tâalluk eder. İradesi tâalluk etmezse, kudreti de tâalluk etmez. Allah Teâlâ, muhal olan şeyleri yapmaya kadirdir, denilemez. Zira mu¬halin vaki olması mümkün değildir. Allah Teâlâ, muhale kadir değildir de denilemez.

Allak Teâlâ Her Şeyi Olduğu Gibi Bilir ;

Allah Teâlâ, yok olan şeyi yokluk halinde yok olarak bilir. Ve o şeyi var ettiği zaman nasıl olacağını da bilir. Var olan şeyi, varlık halinde mevcut olarak bilir. Yine Allah Teâlâ, var olan şeyin nasıl yok olacağını bilir. Allah Teâlâ, ayakta olanı ayakta bilir, oturduğu zaman oturma halinde bilir. Allah'ın bilgisinde bir değişiklik olmaz. Allah için sonradan bir bilgi de hasıl olmaz, ancak sonradan kulların durumlarında değişiklik meydana gelir.

Küfür De Îman Da Kulun Kendi Kazancıdır.

Allah Teâlâ, yaratıkları, küfür ve imandan boş olarak yarattı, sonra onları emir ve yasaklar ile muhatap kıldı. Kâfir olan kendi işiyle ve inkârıyla kâfir oldu, Allah, yardımını ondan esirgeyerek kâ¬fir oldu. İman eden de kendi fiili, ikrar ve tasdiki ile iman eder. Al¬lah ona yardım edip imanda muvaffak kılar.
Cenabı Hak insanları, kendisine itaat etmeğe de isyan etmeye de kabiliyetli kılmıştır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Sizi yaratan Allah'tır. Sizden kâfir olan da vardır, mümin olan da.” [160]
Allah'ı inkâr eden kendi inadı ve iradesi ile inkâr eder, Allah da o küfrü yaratır. Allah Teâlâ, kâfirin küfrüne yardımcı olmaz, rıza da göstermez. Bu Allah'ın adaletinin gereğidir. Nitekim Cenabı Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Cenabı Allah insanlara zerre kadar zulm etmez, lâkin insanlar kendilerine zulm ederler.” [161]
Allah Teâlâ, fazileti icabı, kendine iman eden ve iyi amellerde bulunan kişilere yardımcı olur, onları başarıya ulaştırır. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Allah Teâlâ, insanlar üzerine fazilet sahibidir, lâkin insanların çoğu buna şükretmezler.” [162]
Allah Teâlâ'nın insanlara karşı fazlu keremi, Allah'ın bilgisinde kâfirin küfrüne, müminin imanına aykırı değildir. Bu görüş, aşağı¬daki hadis-i kudsi'ye dayanmaktadır:
“Onları cennet için yarattım; aldırmam. Bunları da cehennem için yarattım ona da aldırmam.” [163]
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyuruyor:
“Sizin rabbiniz kulların yaratılmasını tamamladı. Bir fırka cennette, diğer bir fırka da cehennemdedir.” [164]
Bu hadîs şerifler, Hz. Peygamber'in:
“Çalışın, herkes ne için yaratılmışsa onu yapar.” [165] sözünü takviye ediyor.

Âdem (A.S.) ın Zürriyetinin Yaratılması:

Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ın zürriyetini, küçük karınca üzerinde, Âdem aleyhisselam'ın neslinden yaratmış, onlara akıl vererek hitab etmiş, emir ve yasaklarda bulunmuştur. Kullar da, O’nun Rableri olduğunu ikrar etmişlerdir. Kulların bu ikrarları iman olmuştur. Bu sebeple bütün kullar, bu iman fıtratı üzerine doğarlar. Fıtrat konusunda Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“O halde gerçek müslüman olarak kendini dine doğrult; Allah'¬ın dinine ki, insanları onun üzerinde yarattı.” [166]
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de şöyle buyuruyor:
“Her doğan, İslâm yaratılışı üzerinde doğar. Sonra anası babası onu Yahudîleştirir, yahut hıristiyanlaştırırlar, yahut mecûsîleştirirler. Nihayet bunu dili ile açıklar. Ya şükr edenlerden, yahut küfr edenlerden olur.” [167]
Bu hadis-i şerif,
“Doğrusu biz insana, gerçek yolu gösterdik; ister şükr etsin, ister nankörlük etsin.” [168]
âyetini açıklamaktadır.
Hülâsa, Allah Teâlâ'nın, kullarından ezelde söz alması Kitapla sabittir. Cenabı Hak şöyle buyuruyor.
Hatırla ki, Rabbin, Âdem oğullarının sulbünden zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahit tutarak: Ben sizin rabbiniz değil miyim? diye buyurduğu vakit, onlar da: Evet, sen bizim rabbimizsin, şahid olduk, dediler.” [169]
Sünnetten delil, Mişkât'ül-Mesâbîh ve diğer kitaplarda rivayet edilen, hadîs ve tefsir kitaplarında araştırılan, mahallinde de zik¬rettiğimize göre hadîs şerhlerinde rivayet edilen hadis-i şeriftir. Mu¬tezile ise buna muhalefet ediyor. Onlar yukarıda geçen âyeti meca¬zî mânada tevil ediyorlar.
Bir şârih demiştir ki, bu mesele ve buna tâalluk eden delillerden ortaya çıkmıştır ki, müşriklerin çocuklarının cehennemde olduğu gö¬rüşü reddedilmiştir. Nasıl terk edilmesin, Şeriat, kendisine İslâm da¬veti ulaşmadığı halde Allah'ı tanımayan cahil fakat akıllı ve ergin kişiyi şu âyet-i kerîme ile mazur kabul ediyor:
“Biz, peygamber göndermedikçe (hiçbir kavme) azab etme¬dik.” [170]
Bu konudaki hadisler birbiri ile çelişmektedir. Mişkât şerhinde, doğruyu gördüğümüz kadar aralarını birleştirmeğe çalıştık. Fahr'ul İslâm Pezdevî demiştir ki: Kendisine İslâm daveti ulaşmayan cahil-i billah kimse hakkında yalnız akıl ile, mükellef tutulamaz diyoruz. Zira İslâm daveti ulaşmayan kimse iman yahut küfrü tanıyamazsa ve imana aykırı isyana muvafık bir şeye inanmıyorsa özürlü kabul edilir. Fakat küfre inanıp onu tanıtabilirse, yahut küfre inanıp anla¬tamazsa mazur sayılmaz, cehennem ehlinden olur.

Allah'a Verilen Ezeli Sözü Bozmak :

İmandan sonra her kim Allah'a olan sözünü bozarak küfreder fıtri olan imanını değiştirmiş olur. Kim imanını açıklarsa ve bu açıklamasını kalbi ile tasdik ederse, İslâm dini üzere sabit olur ve devam eder.
Konevî, misak âyetinin tefsirinde iki kavil vardır diyor: Birin¬cisi tefsircilerin sözüdür ki, müctehidlerin büyüklerinden bir toplu¬lukla Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedirler. Bu birinci söz, şu rivayete dayanıyor: Hz. Ömer bu âyetten so¬rulunca, Resûlullah sallellahu aleyhi vesellem'in şöyle dediğini duydum:
“Cenabı Allah Âdem aleyhisselâm'ı yarattıktan sonra sağ eli ile sırtını sıvazladı ve buradan bir zürriyet çıktı. Bu zürriyet için, Allah Teâlâ buyurdu ki: Bunlar cennet için yaratılmışlardır ve cennet eh¬linin amelini yapacaklardır. Sonra sol eli ile yine sırtını sıvazladı, bundan da başka bir zürriyet çıktı. Onlar hakkında: Bunlar cehen¬nem ehlidirler ve cehennem ehlinin amelini yapacaklar, buyurdu.
Bir adam :
“Yâ Resûlâllah! Amel nerde kaldı?” diye sual sorunca Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz Al¬lah Teâlâ, bir kulu cennet için yarattığı zaman, ölünceye kadar onu cennet ehlinin ameli ile meşgul eder, öyle ki cennet ehlinin amelin¬den herhangi bir amel üzerine ölür. Dolayısıyla bu amel sebebiyle onu cennete kor. Yine Cenabı Allah bir kulu cehennem için yarattı¬ğı zaman, onu cehennem ehlinin ameli üzere bulundurur, nihayet cehennem ehlinin amellerinden biri üzerinde ölür, dolayısıyla cehen¬neme girer.” [171]
Cebriyye Mezhebi bu hadisin zahirine dayanarak şöyle diyor: Allah Teâlâ, müminleri mümin olarak, kâfirleri de kâfir olarak yaratmıştır. İblis de kâfir olarak kalacaktır. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer İslâm'dan önce de mümin idiler. Bütün peygamberler vahiyden önce de peygamber idiler. Yusuf aleyhisselâm'ın kardeşleri de öyle büyük günah işledikleri vakit peygamber idiler.
Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimleri demişlerdir ki: peygamberler, vahiy geldikten sonra peygamber olmuşlardır, îblis de sonradan kâfir olmuştur. Bu görüş İblis'in kendi ameli ile kâfir olacağına dair bilgisinin tâalluku itibarıyla Allah katında kâfir olmasına aykırı de¬ğildir. Eğer halis bir zorlama olacak olsaydı îblis'den daha önce taat, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'den de kötülük çıkmaması gerekirdi. Bu görüş ile, Cebriyecilerin: Kâfirler küfür ve mâsıyyet üzerinde, müminler de iman ve tâat üzerinde bulunmaya mecburdurlar, sözleri batıl olmuştur. Belki şöyle diyebiliriz: Kul, serbesttir, itaat, yahut isyan etme yetkisine sahiptir, fakat bunlardan birini yapmaya zorlanmış değildir. Başarı Allah Teâlâ'dandır. Cenabı Hakkın şu âye¬ti de buna delâlet ediyor:
“Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne iman edin.” [172]
Eğer kullar, ezelde mümin olsalardı Allah Teâlâ, onlara iman etmelerini emretmezdi ve Cenabı Allah kullara ezelde:
“Ben sizin rabbiniz değil miyim?” [173] hitabını yapıp:
Onlar da “Evet” demezlerdi. Saîd b. Cübeyr'in, İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre Hz. Pey¬gamber sallellahu aleyhi vesellem bu âyetin tefsirinde şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ın sırtından söz aldı. Sırtından zürriyetini çıkararak hepsini önünde yaydı ve onlara şekil verdi, akıl verdi ki bu akılları sebebi ile her şeyi bilsinler, lisan verdi ki konuşsunlar Sonra Allah Teâlâ, Âdem'in gözleri önünde onlarla konuşarak ben sizin rabbiniz değil miyim? dedi. Onlar da evet, sen bizim Rabbimizsin şahidlik ederiz, dediler.” [174] Hz. Peygamber bu sözlerinden sonra âyet-i kerimeyi “Mubtılûn”a kadar okudu.
Bu âyet-i kerîme hangi yönden delil olarak ileri sürülüyor? Hal¬buki bizler, bu misâktan söz etmiyoruz. Bu konudaki düşüncemiz, gayretimiz, sizinkinin aynıdır. Bunda ittifak halindeyiz. Bu itiraza karşılık şöyle cevap verilir: Cenabı Allah bize bunu unutturdu. Zira dünya imtihan evidir. Bizim ilk önce gayba inanmamız lâzımdır. Bunu düşünürsek, o zaman imtihan mânası zail olur peygamberlerin gönderilmesine ihtiyacımız olmazdı. Bir kerre unu¬tulan her şey delil kabul edilmez ve mazeret olarak ileri sürülemez. Allah Teâlâ, bizim amellerimiz hakkında şöyle buyuruyor:
“Allah onların (dünyada yaptıkları bütün amelleri aleyhlerine muhafaza edip) saymış onlarsa bunu unutmuşlardır.” [175]
İkincisi, akıl sahiplerinin görüşüdür. Bu görüş şudur: Allah Te¬âlâ, zürriyeti çıkardı. Zürriyet, babalarının sulbünden gelen çocuk¬lardır. Bu çıkarma da şöyle olmuştur: Kullar yaratılmadan önce bir damla su idiler. Allah Teâlâ, bu damla suyu, erkeklerden, anaların rahimlerine çıkarmıştır, sonra bu damla suyu bir kan pıhtısı haline getirmiştir, sonra et parçası yapmıştır. Sonra da bir insan haline ge¬tirerek tam bir insan yapmıştır. Bundan sonra Allah Teâlâ, o insanları kendileri üzerinde Allah'ın terkib ettiği birlik mucizelerine şa¬hitlik yaptırmıştır. Delâleten şahid getirmek suretiyle kullar “Evet” demiş gibi oldular. Bu ikinci söz, yukarıda birinci görüşü belirten müfessir ve hadis âlimlerinin beyan ettikleri görüşe muhalif değildir. Çünkü bu ikisini de birleştirmek mümkündür.
Mutezile taifesi ise, yukarıda geçen sözkonusu misak âyetinin birinci şekilde tefsir edilmesinin caiz olmadığı üzerinde mutabık kal¬mışlar ve ikinci görüşe meylederek bunu bir temsil kabilinden kabul etmişlerdir. Bu onların şu görüşüne dayanıyor: Aklın anlayamadığı her şey ile hüküm vermek caiz değildir.Zira onların temel inançları, aklı nakil üzerine tercihtir.Sonra ayet, Allah Teala’nın ruhları cesetlerle beraber, yahut daha evvel yarattığına delalet eder.Doğrusu da budur.Çünkü, Allah Teala’nın ruhları cesedlerden beşyüzbin sene evvel yarattığı hakkında Hadis-i Şerif vardır.Hitab ve cevab ikisi de hem ruhlara hem de cesedleredir.Nitekim öldükten sonra da insanlar hem ruhları, hem de cesetleri ile beraber diriltilecektir.

Allah; Kulları Küfre Zorlamaz.

Allah Teâlâ, yarattıklarından hiçbirini küfür, yahut iman üze¬rine zorlamamıştir.
Bunun mânası şudur: Allah Teâlâ, kulun kalbinde itaat ve kötü¬lüğü cebir ve zorlama yolu ile yaratmaz. Belki bu iki şeyi kulun kal¬binde kulun istek ve kazancına, çalışmasına göre yaratır. Zira bir kimseyi her hangi bir işi yapmaya zorlayan o işi yapandır. Ancak istemeyerek yapar. Zorlanan kişi, zorlayan yanında alçak düşmüş değildir. Meselâ bir mü'min gibi. Bir mü'min küfür kelimesini söy¬lemeye zorlanırsa ve zorla bu kelimeyi yalnız dili ile söyleyip kalbi iman ile tatmin olursa, bir de bir münafık ki, dilinde iman vardır, fa¬kat kalbi küfür ile doludur. İşte bu misallerde de görüleceği üzere kâfir küfründen dolayı mazur değil, mü'min de imanında cebr edil¬miş değildir. Belki iman müminler için sevilir. Küfür de kâfirler için istenen bir şeydir. Kâfirler de küfrü isterler. Bu söz şu âyetin mâ¬nâsıdır :
“Her fırka, kendi inancından dolayı hoşnuttur.” [176]
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Allah Teâlâ, fazlı ve ihsanı ile bizle imam sevdirdi ve bizim kalblerimizde iyilikleri süsledi, güzelleştirdi; küfür, fasıklık ve isyanı bizlere çirkin gösterdi. Bizi bu iman ve hidayet yoluna sevk ettiği için Allah Teâlâ'ya hamd olsun. Allah bi¬ze lütf etmeseydi hidayete ulaşamayacaktık. Allah Teâlâ, adaleti ile ehl-i küfrü hidayet etmeyi terk etmiştir. Ve onlara isyanı sevdirmiş, imanı çirkin göstermiştir. Allah'ı tekrar be tekrar noksan sıfatlar¬dan beri kılarım. Allah Teâlâ, dilediğini doğru yola sevk eder, dile¬diğini de doğru yoldan sapıtır. Allah kimi, doğru yoldan saptırırsa, onu doğru yola sevk eden yoktur. Kimi doğru yola iletirse, onu da saptıran olmaz. Bu nokta kaza ve kaderin sırlarındandır, ezelin hük¬mü iledir. Allah yaptığından sorulmaz, kullar ise yaptıklarından sorumludur.
Allah Teâlâ, kulların hiç birini mümin, yahut kâfir olmaya zorlamadığı gibi, yaratırken mümin, yahut kâfir olmaya zorlayarak ya¬ratmamıştır. Belki Allah kullarını şahıslar olarak yaratmıştır. İman ile küfür, kulun kendi işleridir. Allah Teâlâ, kâfir olanı küfür halinde iken kâfir olarak bilir. Küfrü irtikab ettikten sonra iman ederse, ilminde ve sıfatında bir değişiklik olmaksızın iman halinde mümin olarak bilir.
Yâni Allah Teâlâ, küfre razı değildir, imana razıdır. Bunda bir değişiklik olmaz. Değişiklik ancak, zaman değişikliği dolayısıyla iman ve küfrün mütaallaklarında, yani kişilerde olur. Allah Teâlâ muhakkak kullarından bazılarının imanını, diğerlerinin de küfrünü daha kendilerini yaratmadan evvel bilir. Ancak Allah Teâlâ, fazlı ve keremi icabı yalnız bilgisinin tâalluku ile hüküm vermez. Belki ku¬lun, bu iş hususunda kendi irade ve ihtiyarını açıklaması ve böylece o iş üzerine hesap terettüp ederek sevap ve azabın tâyin edilebilmesi için irade ye ihtiyarını açıklaması lâzımdır. Doğrusunu Allah bilir.

Kul İşinin Yaratıcısı Değildir.

Kulların, hareket ve durma gibi bütün işleri hakikaten kendi kazançları mahsulü olan işlerdir. Allah Teâlâ ise o işlerin yaratıcısıdır.
Kulların kendi işlerinin kendi kazançları eseri olması mecazî mânada olmadığı gibi, cebir ve galebe yolu ile de değildir. Belki arzu ve meyillerinin ihtilâfı sebebiyle işlerinde serbest bulunmaları gere¬ği iledir. Kazandığı iyilik kulun kendi lehine, kazandığı kötülük de aleyhinedir. Mûtezile'nin inandığı gibi, kul, dövmek, sövmek ve benzeri ihtiyari işlerinin yaratıcısı değildir. Cebriye Mezhebine mensup olanların inandıkları gibi, kulun tamamen çalışıp işi kazanma yetkisi bulunmadığı ve irade sahibi olmadığı yolundaki görüş de doğru değildir, zira Cenab Hakk'ın :
“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” [177]
kavl-i şerifi her iki taifenin görüşünü reddetmektedir. Hülâsa kulun, kendi işini kendisinin kazanması ile kendisinin yaratması arasında fark vardır. O fark da şudur: Kesb, yani bir işi yapmak için çalış¬mak çalışanın istiklâl sahibi olduğu bir iş değildir. Yaratmak ise sırf Yaratıcıya mahsus bir iştir. Herkes çalışıp bir işi başarabilir, fakat herkes yaratamaz. Bir görüşe göre de, bir âlet yardımı ile vâki olan kesib, bir âlet yardımı olmaksızın vuku bulana da yaratma de¬nir. Sonra, Allah Teâlâ'nın kudreti kulun irade ve kudretine yakın olmaksızın yarattığı şey Allah'a sıfat olur, Allah'ın işi olmaz? Eli titreyen adamın hareketi gibi. Kendi kudreti, irade ve ihtiyarı ile yaratma arzusuna yakın olarak icad et¬tiği şey ile Allah Teâlâ, sıfat olarak da, iş olarak da, kesib olarak da vasıflanır? Kulun ihtiyarî hareketlerinde olduğu gibi. Sonra, dövü¬len kimsede ağrının hâsıl olması, cam tabağın kırılması gibi sonra¬dan bir tesir ile meydana gelen olaylar da Allah Teâlâ'nın yaratma¬sı iledir. Mûtezile'ye göre ise, bunlar kulun yaratması ile olur.
Yukarıda Allah Teâlâ, kulların işlerinin yaratıcısıdır, demek, ya¬ni iradesine uygun olarak Allah Teâlâ, kulların işlerini yaratır. Al¬lah Teâlâ, istemese kullar hiçbir iş yapamazlar. Bir âyette Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:
“Allah, her şeyin yaratıcısıdır.” [178]
Yâni varlığı başkasından olan her şeyin yaratıcısıdır. Kulun işi de şey mefhumuna dahil olduğuna göre, Allah tarafından yaratılmış¬tır. Başka bir âyette de şöyle buyuruyor:
“Yaratan, yaratmayanla eşit midir?” [179]Yâni kendisinden yarat¬manın hakikati sâdır olan, hiçbir hususta bu kudret kendisinden sa¬dır olmayan gibi değildir. Bu âyet-i kerime, yaratıcılıkla ve ibadete lâyık olmaya sebep olmakla öğünmedir. Başka bir âyette de Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:
“Allah, sizi ve amellerinizi yaratmıştır.” [180]
“Allah Teâlâ, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır” [181]Bu sebepten Allah Teala, kullarını,
“Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” [182] Yani putlara mı tapıyorsunuz? buyuruyor.
Eğer kul, kendisinin yaratıcısı kendisi olsa, bu işlerin bütün tafsilâtını bilmesi gerekirdi. Nitekim Cenabı Hak buna işareten şöy¬le buyuruyor:
“Yaratan hiç bilmez mi?” [183] Hz. Ali de bu konuda şöyle diyor
“Azmi fesh ederek Allah'ı tanıdım.” Mutezile, “Allah her şeyin yara¬tıcısıdır” mealindeki âyeti, Allah'ın sıfatı mânasına hamlederek: “Al¬lah'ın kelâmı yaratılmıştır,” deyip gârib bir düşünce içine düştüler. Âyette geçen işleri Allah'ın sıfatı yaparak kulun sıfatı yapmadılar ve kulların işleri yaratılmış değildir, dediler.
Allah Teâlâ'nın:
“Sen Bedir'de o kâfirlere ok atmadın, lâkin Allah attı.” [184] âyetinin mânası, ey Habibim! Bedir'de sen attığın zaman attığını sen ya¬ratmadın, belki o işi sen kazandın, Allah da senin kazanman kar¬şılığında o işi yarattı, yani kâfirleri öldürdü.
İmam Âzam hazretleri “El-Vasiyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“İkrar ederiz ki, kul bütün işleri ile bilgisi ve ikrarı ile tüm olarak yaratılmıştır. İşi yapan yaratılmış olursa, bu kulun işinin yaratılmış iması daha evlâdır.” Bunun açıklaması şöyledir: Eşyanın var olması için yaratmaya ihtiyacı olmasının sebebi varlığının kendinden olmayışıdır. İster cevher olsun, ister araz olsun, varlık mefhumuna olan her şey bu dünya âleminde mümkün bir varlıktır. Kendi zatı ile kaim olan kul, mümkün varlıklı olduğu için, varlığında Allah'a muhtaç olunca, kendisi ile kaim olan bütün işlerinin, varlığını Allah Teâlâ'dan alması daha mâkul bir düşüncedir. Allah Teâlâ'nın
“Allah zengindir, kimseye muhtaç değildir, sizler ise muhtaçsı¬nız.” [185] âyetinin mânası budur. Yâni sizler zâtınız, amelleriniz, halle¬riniz ve sıfatınızla Allah Teâlâ'ya muhtaçsınız. Yâni Allah'ın yarat¬masına muhtaçsınız.
Sonra bil ki; işi yaparken kulun sahib olduğu kudret ve fiile ya¬kın olan irade sıfatı, yani kulun iş anındaki kudret ve iradesi ikisi de yaratılmışlardır. Fiilden evvel değil, iş ile beraber yaratılmışlardır.
İmam Âzam, “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Kulun kudret ve iradesinin fiilden önce ve sonra değil, fiil ile beraber ol¬duğunu ikrar ederiz. Zira kudret ve irade fiilden evvel olsa, kulun Allah Telâ'ya muhtaç olmaması gerekirdi. Bu da naslara aykırıdır. Çünkü Cenabı Hak yukarıda da geçtiği üzre “Allah zengindir, sizler ise muhtaçsınız.” buyuruyor. Eğer istitaat, yani iş yapma gücü işten sonra var olursa, bu işin, güçsüz, kuvvetsiz, kendi başına yaratılması ve meydana gelmesinin muhal olması gerekirdi. Bunun mânası da şudur. İşin istitaatsız meydana gelmesi ancak Allah tarafından vâki olur. İlâhî yardım ve kudrete yakın olmaksızın kulun hiçbir şe¬ye gücü yetmediği meydandadır. Çünkü kul beşerdir, zayıftır. Allah Teâlâ ise kuvvetlidir, çünkü Rab’tır. Bu da Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in:
“Kötülükten korunmakta Allah koruması olmaksızın kimsede güç yoktur; Allah Teâlâ'ya itaat etmede de onun yardımı olmaksızın kimsede bir güç yoktur,” demektir.
Yine İmam Azam “EI-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor.
“Sonra yine ikrar ederiz ki: Allah Teâlâ, yaratıkları yaratan, onlara kendi güçleri olmadığı halde rızık verendir. Kulların buna güçleri yetmez. Zira kullar zayıf, âciz ve sonradan var olmuşlardır. Allah Teâlâ onları da rızıklarını da yaratmıştır. Çünkü Cenabı Hak bu şöyle buyuruyor;
“Allah, öyle Allah'tır ki, sizleri önce yarattı, sonra rızık verdi, sonra öldürecek, sonra da diriltecek.” [186]
Helâl yoldan kazanmak helâldir. Haram yollardan mal toplamaksa haramdır. Halk üç sınıftır: İmanında ihlas sahibi olan mümin kişi, küfürde inad sahibi olan kâfir ve iki yüzlü münafık. Allah Te¬âlâ, mümine amel etmeyi, kâfire imanı, münafıka da ihlaslı olmayı farz kılmıştır. Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyuruyor:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan rabbinize ibadet edin.” [187]
Bu âyetin mânası şudur:
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, ey kâfirler! Allah'a iman edin! Ey münafıklar! İmanda ihlas sahibi olun” Allah Teâlâ'nın yaratıkları yarattığı tahakkuk edince, kullar için gerekli olan hiçbir şeyin Allah Teâlâ üzerine vacip olmadığı bilindi: Zira Cenabı Hak, yaptıklarından sorulmaz, kullar ise yaptıklarından sorumludurlar. Esas kaideye göre şöyle demek gerekirdi: Kulun ken¬di işlerini yarattığına hükmeden Allah'ı birleyenlerden değil, müş¬riklerden olur. Nitekim bu ümmetin Mecûsîleri olan Kaderiyye taifesinin sözleri de buna delâlet etmektedir. Kaderiye taifesi, bu âlemin iki yaratıcısı olduğuna inanmaktadırlar. Bunlardan biri Allah Teâlâ'dır ki, hayırların yaratıcısıdır. Diğeri şeytandır ki o, kötülüklerin yapıcısıdır. İşte bu sebeple Mâverâunnehir âlimleri Mûtezile'yi sapıklığa nisbet etmekle mübalâğa ederek demişlerdir ki; Mutezile Mecûsilerden de daha çirkin ve kötüdür. Zira Mecûsîler Allah Teâlâ'ya bir tek ortak ispat ettiler, Mutezile ise Allah'a sayılmayacak kadar çok ortak ispat ettiler.
Fakat, işin gerçeğini araştıran âlimler, Mutezilenin İslâm tâifesinden olduğuna hükmetmişler; zikredilen görüşlerini halk için ted¬bir mânasına hamletmişlerdir. Zira Mutezile, kulu kendi başına bir ya¬ratıcı kılmamışlardır, belki: “Allah Teâlâ bizzat yaratır, kul ise Al¬lah'ın yarattığı âletler ve sebepler vasıtasıyla yaratır.” diyerek ger¬çekten Allah'a eş ispat etmemişlerdir. Çünkü Allah'a eş koşmak, Mecûsilerde olduğu gibi Ailahlıkta O'na ortak ispat etmektir. Onların düşünceleri, putlara tapanlarda olduğu gibi kulluğa lâyık olmak mânasında da değildir.
Mûtezile'nin ileri sürdüğü gerekçe şudur :
“Eğer Allah Tâelâ, ku¬lun kendi işlerini yaratsaydı, ayakta duran, oturan, yiyen, içen, zi¬na eden, çalanın Allah Teâlâ olması gerekecekti.” Bu düşünce ise büyük bir cahilliktir, reddedilmiştir. Çünkü, bir şey ile vasıflanan o şey ile kaim olandır, onu yaratan değildir. Zira Mutezile, siyahlığı, be¬yazlığı ve cisimlerdeki diğer sıfatları yaratanın Allah Teâlâ olduğu¬na inanmıyorlar. İcad Allah'ın işidir. Var olan hareket ise kulun işi¬dir. Kul ise bu iş ile vasıflanmaktadır. Hattâ bu sebepten kul için “hareket eden” ismi doğuyor. Allah Teâlâ ise bununla vasıflanmı¬yor. Allah Teâlâ'nın:
“Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne kadar yüce dir.” [188] âyetinde cemi' sığası ile,
“Çamurdan benim iznimle kuş şekli yapıyordun, ona üflüyordun da benim iznimle kuş oluveriyordu.” [189] âyetlerindeki yaratma kelimesi, şekil vermek, takdir etmek mânasındadır. Zira kul, eğer Allah'ın takdirine uygun düşerse, beşerî takati ile bâzı tedbirler alır.
Sonra bil ki; bu meselenin gerçeği, bu makamda İbn-i Human’ın söylediği şu sözdür:
“Eğer denilirse ki, Allah Teâlâ, kulda iş yapmak üzerinde kudret yaratmıştır. Bu sebeple ihtiyarî hareket ile zarurî ve irade dışı hareketler arasında fark görüyoruz. Kudretin özelliği tesir, yâni tâalluk ettiği şeyin icadıdır. Zira kudret, iradeye uygun biçimde tesir gösteren bir sıfattır. Bir olayda müstakil iki kudretin toplanması mümkün değildir. Öyle ise, nasların umumiliğini tahsis ederek, kulların ihtiyari işlerinden başkası kaydını koymak lâzım¬dır. Bu kayıt konulunca kullar kendi irade ve ihtiyarlarına bağlı iş¬lerinde Allah'ın yaratması sonucu hadis olan kudretleri ile müstakil olurlar. Mûtezile'nin görüşü de budur. Eğer böyle olmazsa halis bir cebir lâzımgelir. Dolayısıyla emir ve yasaklar batıl olur.”
Bu soruya karşı verilen cevap şudur: Meselâ, hareket, kulun sı¬fatı ve yaratıcının yaratması olduğu gibi, kulun kendi kudretine de nisbet edilir. Kulun kendi kudretine nisbet edilmesi sebebiyle o ha¬reket kulun kazancı mânasında kesib kazanç olarak isimlendiri¬lir. Dolayısıyla cebir lâzımgelmez. Zira kulun kudretinin tâalluk et¬tiği şey kendi ihtiyarına dahildir. Bu tâalluk bize göre kesib olarak isimlendirilmiştir.
Bir işte iki müessirin toplanmasının muhal olması, şeklinde ge¬çen söze cevap ise şudur. Bir işin, iki kudret altına, biri yaratma kud¬reti, diğeri kazanma kudretinin altına girmesi caizdir. Muhal olan, bir eser üzerinde müstakil iki müessirin toplanmasıdır. “Akâid şerhinde” kulda hadis olan kudretin tarifi şöyle yapılıyor:
“Allah'ın kul¬da yarattığı hadis bir sıfattır. Kul, sebep ve âletler bakımından sağ¬lam olduğu zaman Allah Teâlâ, işi yapacağı zaman bu kudreti onda yaratır. Bununla şu husus ortaya çıkıyor: “Kul için ihtiyar ve irade yarattıktan sonra teklifin illeti, ister itaat olsun, ister kötülük olsun, kulun işi yapmayı kesin bir kararla kasd etmesidir.”
Bu sebepten İbn-i Humâm demiştir ki; cebrin lüzumu, naslar tahsis etmek ve kalbe ait kesin bir azim olan bir işi fiile çıkarmak su¬retiyle defedilir. Lâkin burada bir husus daha vardır. Bu kesin azim de umumî hükme dahildir. Allah Teâlâ, her şeyi daha iyi bilir.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden Bakıllânî'nin tercih ettiği söz şudur.
“Allah Teâlâ'nın kudreti, taat, yahut mâsıyet gibi işin vasfına tâalluk eder. İki kudretin tesir sahaları ayrı ayrıdır. Bu mesele şuna benzer. Yetime vurulan tokat, terbiye için de olur, eziyet için de olur. Zira tokadın kendisi Allah'ın kudreti ve tesiri ile olmaktadır. Çünkü Allah kudret vermese kimse tokat vuramaz. Terbiye için vurulduğu za¬man tokadın itaat, eziyet için vurulduğunda ise, kötülük kulun ken¬di kudret ve tesiri ile olmaktadır. Çünkü bu kudretin tâalluku, kulun kendi azmi ve gayreti ile olmaktadır.
İmam Fahreddin er-Râzî “Tefsîr-i Kebîr” inde bu konuda insaflı davranarak şöyle demiştir:
İnsan, muhtar görünümünde mecbur bir varlıktır. Bu da beşer aklının varması mümkün olan en son noktadır.” Buna karşılık derim ki: Bu kulun işi, kendi kudretine yakın olan Allah'ın kudretinin tesiri olmaksızın Allah'ın ihtiyarına uygun olarak vuku' bulduğu içindir. Şu âyet-i kerîme de bu noktavı teyid eder:
“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. (Dilemede) serbestlik onların değil Allah'ındır. Allah'ı noksan sıfatlardan beri kılarım. Allah Te¬âlâ, O'na eş koştukları şeylerden uzaktır.” [190]
Ariflerden biri bu âyet-i kerîmeye dayanarak şöyle demiştir: “Sen bir şeyi dileme. Eğer mutlaka dileyeceksen, dilememeyi dile.”

Allah Kötülüğü De İyiliği De Murad Eder:

Kulların bütün işleri Allah'ın dilemesi, bilgisi, kazası ve kaderi ile meydana gelir. Tâat ve ibadetlerin hepsi Allah'ın emri, mahabbeti rızası, bilgisi, dilemesi, kazası ve kaderi ile sabit olur. Bütün kötülükler de Allah'ın bilgisi, kazası, takdiri ve dilemesiyle olur. Fakat, Allah Teâlâ bunlara razı değildir, bu işleri istemez.
Kendisine yapılan itaatlara razıdır. Çünkü Cenabı Allah:
“Allah'a ve Resulüne itaat edin.” [191] buyuruyor. İtaatlara Allah'ın mahabbeti vardır. Zira bu konuda da şöyle buyuruyor:
“Allah kendinden korkanları sever.” [192]
“Allah iyilik yapanları sever.” [193]
“Allah, tevbe edenleri temizlenenleri sever.” [194] buyuruyor.
Allah kötülüklere rıza göstermez. Çünkü bu konuda şöyle buyuruyor.
“Allah kâfirleri sevmez.” [195]
“Allah zalimleri sevmez.” [196]
“Allah kullarının küfrüne razı olmaz.” [197]
“Şüphesiz Allah adaletle, iyilikle, yakınlara vermekle emreder ve zinadan, kötülüklerden zulüm yapmaktan yasaklar.” [198]
Yasaklama emrin zıddıdır. Bu sebeple küfrün Allah emri ile düşünülemez. Bu, selef âlimlerinden nakledilen meşhur sözdür.
Selef her işin toplu olarak Allah Teâlâ'ya nisbet edilmesinin caiz olması hususunda ittifak etmişlerdir. Şöyle denilir: Bütün kâinat, Allah’ın muradıdır. Selef âlimlerinden bazıları, tafsilâta girmeyi menederek şöyle demişlerdir:
“Yukarıdaki sözün açıklamasında, Allah Teâlâ küfrü, zulmü ve fıskı murad etmiştir, denilemez. Çünkü bu söz küfrü hatıra getirir ve Allah'a karşı terbiyeye riayet etmek ge¬rekir. Nitekim “Allah bütün eşyayı yaratmıştır.” denilir, fakat “pis¬liklerin yaratıcısıdır” denilmez.
Sonra bil ki; bir âlim İmam Âzam'ın ibaresini şöyle açıklıyor: Tâat ve kötülükler, yaratılması için yapılırlar. En iyisi bizim takrir ettiğimiz husustur. O da şudur: Allah'ın emri umumîdir. Bu mesele İmam Âzam'ın “el-Vasıyye” adlı kitabında açıklanmıştır. İmam Azam o kitapta şöyle diyor:
“Biz ikrar ediyoruz ki, ameller üç türlüdür. Biri hem amel, hem de itikad yönünden farz, diğeri itikat yönünden de¬ğil yalnız amel yönünden farzdır. İkincisi fazilettir, yani sünnet, yahut müstahap, yahut nafiledir. Üçüncüsü haram, yahut mekruhtur. Allah'ın farz kıldığı ameller, O'nun emri, iradesi, meşîeti, kazası, tak¬diri, rızası, muvaffak kılması ve yaratması iledir. Yani kulun işini yaratması, hükmüne uygun olarak olmaktadır.
İmam Âzam'ın metinde “Bunlar Allah'ın, kavli, hükmü, ilmi ve Levh-i Mahfuz'daki yazısı iledir,” sözü açıktır, izaha ihtiyacı yoktur. Bu, meşîet ile irade arasındaki farktır. Meşîet şuhûdiyet mertebesin¬de olup ezelîdir. İrade meşietin, var olma anında işe tâalluk etmesidir. Bu makamda benim kalbime doğan düşünce budur. Doğrusunu Allah bilir. Yine “Allah'ın hükmü iledir” sözü de açıktır. Zira bununla ya özel olan hüküm kasdedilir. Bu da birinci kaza manasındadır. Yahut bu âlemdeki oluş dünyasına ait emir kasdedilir. Bu manada emrin bahsi geçmiştir.
Faziletler kısmına dahil olan ameller ise Allah'ın emri değildir. Yani fazilet, kafi yahut zannî bir hükmü gerektiren emir ile değil¬dir. Ancak istihsan yolu ile o emrin mefhumuna dahil edilmiştir. Fa¬zilet cinsinden olan ameller de İmam Âzam'ın:
“Lâkin bu ameller, Allah'ın meşîeti, mahabbeti, rızası, kazası, takdiri, muvaffak kılması, yaratması, iradesi, hükmü, ilmi ve “Levh-i Mahfuz”daki yazısı iledir.”sözünün mefhumuna dâhildir. Bizler Levh-i Mahfuz'a, kaleme ve Levh-i Mahfuz'da bulunan bütün yazılara inanırız. Günah, Allah'ın emri ile değildir, lâkin meşieti, iledir, mahabbeti ile değildir. Kazası iledir, rızası ile değildir. Takdiri ve yaratması iledir. Tevfiki ile değildir. Allah'ın kulu muvaffak kılması Levh-i Mahfuz'da onu yazması iledir.
İbn-i Humam'ın “Müsâyere”de zikrettiğine göre, Ebû Hanîfe'den iradeyi rıza ve mahabbet, cinsinden kabul edip meşieti böyle kabul etmediği rivayet edilmiştir. Çünkü İmam'dan şöyle bir fetva rivayet ediliyor: bir kimse karısına seni boşamak istedim (şi'tü lâfzı ile) derse ve boşamayı niyet ederse karısı boş olur. Boşamayı murad ettim, yahut sevdim, yahut razı oldum, ifadeleri ile söyler de boşamayı niyet ederse karısı boş olmaz. Çünkü meşîet, rıza, mahabbet ve irade sıfatları kullarda farklı manalara gelmektedir. İbn-i Humam'ın ri¬vayet ettiği bu söz, dediği gibi değildir. Ehl-i Sünnet'in çoğunluğu¬nun görüşüne muhaliftir. Peygamber aleyhisselâm'dan, selef âlimle¬rinin ittifak ettikleri:
“Allah'ın dilediği olur, Allah'ın dilemediği ol¬maz.” sözü rivayet yolu ile sabit olmuştur.
Mutezile bu iki esasta Ehl-i Sünnet'e muhalefet ederek Allah Teâlâ'nın kötülükleri murad etmesini inkâr etmişlerdir. Delilleri de kendi inançlarınca
“Allah kullarına zulmetmeyi murad etmez.”
“Al¬lah kullarının küfrüne rıza göstermez.”
“Şüphesiz Allah kötülükleri emretmez.”
“Allah fesadı sevmez.” mealindeki âyet-i kerîmelerdir. Onların bu görüşleri, irade, mahabbet, rıza ve emrin birbirinden ayrılmaz mefhumlar olduğu inancına dayanmaktadır, Mutezile taifesi derler ki; Allah Teâlâ, kâfirin iman etmesini murad etmiştir, küfretmesini değil. Yine isyanda bulunan kişinin kötülük yapmasını değil itaat etmesini istemiştir. Zira onlara göre, çirkin olan bir işi murad etmek de çirkindir. Buna göre, Mutezilenin inancında kulun işlerinin çoğu Allah iradesinin hilâfına olmaktadır. Halbuki Allah'ın âyetleri açıkça onların söyledikleri hilâfına delâlet etmektedir. Nitekim Ce¬nabı Hak şöyle buyuruyor:
“Kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İsâm'a açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki, iman teklifi karşısında göğe çıka¬cakmış gibi olur.” [199]
“Eğer Allah dileseydi bütün insanlara hidayet verirdi.” [200]
“Eğer dileseydik heskese hidayetini verirdik.” [201]
“Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz.” [202]
“Allah dilediğini hükmeder.” [203]
“Allah, yaptıklarından sorumlu değildir, fakat kullar sorumlu darlar.” [204]
Rivayet edildiğine göre, Mutezilenin ileri gelenlerinden biri olan Kadı Abdul-Cebbar el-Hemedânî Sahıb b. Abbad'ın huzuruna gitmiş. Ehl-i Sünnet imamlarından biri olan Ebû İshak el-İsferayîni de Sa¬hibin yanında bulunuyordu. Abdül-Cebbar, Ebû İshak'ı görünce:
“Kötülüklerden münezzeh olan Allah'ı noksan sıfatlardan beri kılarım.” dedi. Buna karşılık Üstaz Ebû İshak da:
“Mülkünde dilediğin¬den başkası bulunmayan Allah Teâlâ'yı tenzih ederim.” şeklinde mukabele etti. Kadı Abdül-Cebbar bunun üzerine:
“Rabbimiz, ken¬disine isyanda bulunulmasını diler mi?” deyince: Üstaz Ebû İshak:
“Rabbimize zorla isyan yapılabilir mi?” dedi. Kadı Abdül-Cebbar:
“Allah beni hidayetten meneder ve benim üzerime kötülükle hük¬mederse ne olacak söyle? Bana iyilik mi, kötülük mü etmiş olur?” Üstaz:
“Eğer Allah seni, lehinde olan şeylerden menederse kötülük etmiş olur, fakat kendi hakkından menederse Allah'tır, rahmetini dilediğine tahsis eder.” dedi. Bunun üzerine Kadı Abdül-Cebbar mars oldu.
Sözün kısası, güzellik kulun kendi işidir. Dünyada öğülmeyi âhirette ise sevaba nail olmayı gerektirir. Çirkin işler de yine kulun işlerinden olup dünyada kötülenmeyi, âhirette ise azabı gerektirir. Şu var ki kötülükler Allah'ın rızası ile meydana gelmez. Ancak kazası ve iradesi ile meydana gelir. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuru:
“Allah kulunun küfrüne razı değildir.” [205]
İrade, meşiet ve takdir kulların bütün işlerine tâalluk eder. Rıza, mahabbet ve emir ancak güzel işlere tâalluk eder, çirkin işlere tâal¬luk etmez. Meselâ; Allah Teâlâ kullarından bazılarının kâfir olacakIarını bildiği halde onlara iman etmeyi emretmiştir.
Sonra bil ki; kulun taatı, takati ölçüsündedir. Nitekim Cenabı Al¬lah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor.
“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden başkasını teklif etmez.” [206]
Kulun, itaat teklifine ehil olacağı kudret, bilgi ve ibadet yönün¬den üzerine gerekli olan vecibeyi yerine getireceği âletlerin sağlam olmasıdır. (Meselâ, akıl ve sıhhat gibi.) Bu sebepten teklif çağına gel¬memiş çocuklar ve deliler iman etmekle mükellef değildirler. Dilsiz, diliyle imanını ikrar etme yükümlülüğünde değildir. Namazda ayak¬ta durmaktan âciz olan hasta da kıyam ile mükellef değildir. Ebû Cehil, akılsız değildi. Allah'ın varlığı ve birliğini tasdik etmeğe ve itiraf etmeğe gücüm yetmiyordu, diyemez. Sıhhat bakımından sağlam ol¬duğu halde namazını kılmayı terkeden kimse de: namaz kılmaya gü¬cüm yetmiyor, diyemez. Hulâsa, kul, işi kaza ve kadere bırakarak kendi kudreti dahilinde bulunan işlerinden dolayı mazeret dileyemez. Bu meselede meşhur bir müşkil vardır. Onu :
“Kâfirleri korkutsan da, korkutmasan da birdir. Onlar iman etmez” âyetinin tefsirinde zikrettik. Bu âyet, Allah Teâlâ'nm iman etmeyeceklerini bildiği Ebû Cehil, Ebû Leheb ve diğer muannid kâfirler [207] hakkında inmiştir. Buradaki müşkilin işkâl yönü açıktır. Çünkü Allah Teâlâ, o kâfirlerin, iman etmeyeceklerini ve küfür üzerinde öleceklerini bildiği halde onlara iman teklifinde bulunmuştur. Bunun cevabı şöyledir: haddizatında o kâfirlerin iman etmeleri imkânsız değildi. Zira Allah Teâlâ'nın ilmi, onların iman etmemelerine tâalluk etmiştir. Onlar iman etmemekle bir taraftan Allah'a karşı isyanda bulunmuşlardır. Bir yandan da Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir. Bu mana şu âyetten de istifade edilir:
“Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez O'na bo¬yun eğmiştir ve âhirette ona döneceklerdir.” [208]
Yâni göklerde ve yerde ne varsa, kulların Rabbinin iradesine boyun eğmiştir. Dünyada kaderin sırrı beşer üzerine gizlidir. Belki âhi¬rette de gizlidir. Bunu düşün Yüce Allah bir âyette şöyle buyuruyor:
“De ki tam hüccet Allah'ındır. O dileseydi hepinizi hidayete er¬dirirdi.” [209]
Hulâsa istitaat (iş yapma kudreti), kuldaki sebep ve âletler sağ¬lam olduğu zaman işin yapılması anında Allah Teâlâ'nın yarattığı bir sıfattır. Kul eğer hayır yapmak isterse Allah Teâlâ, onun için hayır yapma gücünü yaratır. Eğer kul iradesini kötüye kullanarak kötülük yapmak isterse, Allah Teâlâ, kulda kötülük işini yapma kudretini yaratır. (Daha başka bir deyiş ile hayır yapmak üzere kula verdiği gücü Cenabı Allah kötülük yapacağı zaman elinden almaz. Çünkü bu güç dünyada yaşadığı müddet kulun kendinden ayrılmaz bir güç¬tür. Bu kudret alınınca kulun ölmesi gerekir. Cenabı Allah kula, dün¬ya hayatında belli bir zaman kalma fırsatı verdiğine göre, kul bu kudretini dilediği gibi sarf etme yetkisine sahiptir, “mütercim.”) İşte böylece hayır yapma kudretini zayi etmiş oluyor. Dolayısıyla kötü¬lenmeye ve azaba müstahak oluyor. Allah Teâlâ, kâfirleri hak sözü duymadıkları için kötülüyor. Yani kâfirler Hz. Peygamberdin sözleri¬ni düşünerek ve gerçeği arayarak hakikatla ilgili sözleri dinlemek istemedikleri için onları kötülüyor. Amel etmek, hakkı kabul etmek için bu sözleri dinlemiyorlar, belki inkâr tariki ile dinliyorlar.
İstitaat sözü sebepler, âletler ve azaların sağlamlığı manasında da kullanılır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah'ın insanlar üzerinde yoluna gücü yetenler için Beytullah'ı ziyaret etme hakkı vardır.” [210]
Teklifin sıhhati, ilk manadaki istitaata göre değil de sebep ve aletlerin sağlamlığı manasındaki istitaata dayanır. Düşün ki, Ebû Hanîfe'ye göre, kudret, iki zıd manaya da yetkilidir. Yani ayni güç ile kul, iyilik de kötülük de yapabilir. Öyle ki, küfre sarfedilen kudret aynen imana sarfedilen kudrettir. Bunda bir ihtilâf yoktur. İhtilâf, kudretin tâallukundadır. Kudretin iyilik ve kötülüğe tâalluk et¬mesi, kudretin kendinin de iki tane olmasını gerektirmez. Kâfir, mü¬kellef bulunduğu imana gücü yeter. Fakat, kendi ihtiyarı ile bu kud¬retini imana sarfetmeyip küfre sarfederek zayi etmiştir. Bu sebeple kâfir kötülenmeye ve azaba lâyık olmuştur. Yukarıdaki âyetin tefsiri sadedinde kâfirin haddizatında iman etmesinin imkânsız olmadığı¬nın izahı budur.
Başka sebeplerle imanın imkânsız olduğu istifhamına gelince, bu konuda şöyle iddia ediliyor: Allah, emrettiğinin hilafını bilmiştir, yahut murad etmiştir. Meselâ, kâfirin imanını, isyan eden kişinin ita¬atini istemiştir, fakat, itaat ve imanın olmayacığını bilmiştir. Bu ise kulun dış sebeplerle iman etmesinin imkânsız olduğunu gösteriyor. Bu iddiaya verilen cevap şudur: Kâfire, kendine nazaran gücü yet¬tiği şey teklif edildiği için teklif yapıldığında bir münakaşa yoktur. Yâni kâfir kimselere de gücünün yettiği iman teklifi vukubulmuştur. Kula yapılan bu teklif, beşerin gücünün yetmeyeceği bir teklif de değildir. Bu teklifin, güç dahilinde olmayan bir şeyi teklif etmek olduğunu söyliyen kimse Allah'ın bilgisi ve iradesinin, yapılan teklifin hilâfına tâalluk ettiğini ileri sürmüştür. Hasılı kul, eğer iman ile teklif edilmeseydi, Allah'ın emrini terkettiğinden dolayı günahkâr ol¬mayacaktı. Allah'ın ilmi ve iradesi tâalluk ettiği için kâfirin imanı ve fasıkın itaati imkânsız gibi kabul edilmiştir. Bu durum ise bize göre kulun gücünün yetmediği bir iştir. Çünkü sonunda bulunmasa da haddizatında hadis olan kudret, sağlam bir şekilde fiile tâalluk etmiştir. Bu işin esasını araştıran ilim adamlarınca görünüşte sathî bir münakaşadır. Allah muvaffak etsin. Sonra bil ki; beşerin gücü dahilinde bulunmayan işler üç merte¬bededir: Bunların birincisi, manası itibariyle işin mümkün olmama¬sıdır. Meselâ iki zıddı toplamak, eşyanın hakikatini değiştirmek, varlı¬ğı kadim olanı yok etmek gibi. Bu mefhum itibariyle imkânsızlık kadim olan kudretin sahasına girmez, nerde kaldı ki yaratılmış olan kudretin sahasına girsin. İmkânsız olan şeylerin orta derecelisi, ya¬ratılmış olan beşer kudretinin işlere asla tâalluk etmemesidir. Cisimleri yaratmak gibi kulun kudretinin bir şeyi yaratmaya tâalluk etmesi imkânsızdır. Yahut adette imkânsız olur. Bir dağı yüklenmek, yahut göklere vasıtasız olarak çıkmak gibi. Kudretin tâallukunun imkânsız olduğu işlerin en aşağı derecede olanı, Allah'ın ilmi ve ira¬desi, o işin hilâfına tâalluk ettiği için o işin netice itibariyle imkânsız olmasıdır. Bu üçüncü mertebedeki durumda kula teklif yapmanın cevazı hususunda tereddüt vardır. Fakat, böyle bir işin vaki olama¬yacağı hususunda ihtilâf yoktur. İkinci mertebedeki işin cevazı ise ihtilaflıdır. Fakat, vaki olmayacağı hususunda ihtilâf yoktur. Üçün¬cüsünün vukuunun caiz olmadığı ittifakla kabul edilmiştir.

Peygamberler Masumdur.

Bütün Peygamberler küçük ve büyük günah işlemekten, küfür¬den ve çirkin işlerden korunmuşlardır.
Peygamberlerin evveli Hz. Âdem, Âhiri Hz. Muhammed Mustafa sallellâhu aleyhi vesellem'dir. Hz. Âdem için, peygamber değildi, de¬mekse küfürdür. Çünkü peygamberlerin peygamberliği Kitap, Sün¬net ve İcma-i Ümmetle sabittir. Hz. Peygamber'den peygamberlerin sayısı sorulunca şöyle cevap verdiği rivayet edilmiştir:
“Yüzyirmi dörtbin, bir rivayette de, ikiyüz yirmidört bin” buyurdu. Fakat, en iyisi, peygamberleri sayı ile sınırlamamaktır.
Peygamberler, bütün kötülüklerden ve hususiyle küfürden korunmuşlardır. Günah işlemezler, küfür halinde bulunamazlar. Zira kü¬für en büyük günahtır. Çirkin işlerden maksat: adam öldürmek, zina etmek, sihir yapmak, çalmak, iftira etmek, yalan konuşmak, söz gez¬dirmek, yetim malı yemek, kullara zulmetmek, ülkede fesad çıkar¬mak, gibi hallerdir.
Said b. Cübeyr’den nakledildiğine göre, bir adam İbn-i Abbas’a :
“Büyük günahlar kaçtır, yedi midir? Diye sordu.” İbn-i Abbas bu adama şöyle cevab verdi.
“Yediyüze, yediden daha yakındır.O kadar var ki, ısrar edince küçük günah kalmaz hepsi büyük olur, istiğfar edince de büyük günah kalmaz, hepsi silinir.”
İlim adamları büyük günahın sınırı konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. İbni Şirin’e göre, Allah Teala’nın yasakladığı işler büyük günahtır. Allah Teala’nın :
“Yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız kötülükleri¬nizi örteriz.” [211]sözü bu fikri kuvvetlendiriyor.
İmam Hasan ile Said b. Cübeyr, Dahhak ve diğerleri şöyle diyor¬lar.
“Kur'an'da korkutma ve tehdit zikrine yakın olarak gelen işleri yapmak büyük günahtır.” En doğru görüş de budur.
Sonra bil ki; bir kerre de olsa farz ve vacipleri terk etmek büyük bir günah olduğu gibi, haram olan bir işi yapmak da büyük günah¬tır. Tenbellik sebebiyle bir kerre de olsa sünneti terk etmek ise küçük günahtır. Mekruh olan işleri yapmak, sünneti terk etmekte ısrar et¬mek ve mekruh olan bir işte ısrar etmek de yine büyük günahtır. Ancak, bu, farzları terk etmek ve yasaldan işlemekten daha aşağı derecede bir günahtır. Zira büyüklük ve küçüklük izafî işlerden ve nisbî hallerdendir. Bu sebeple denilmiştir ki:
“İyilerin yaptıkları iyi¬likler, mukarrebûnun (Allah'a çok yaklaşmış kişilerin) kötülükleri sayılır.” Yâni mukarrebûn derecesinde olan bir müslüman, eğer mut¬taki bildiğimiz bir müslümanın yaptığı ameli yaparsa, bu onun için günah sayılır. O'nun daha üstün mertebede bir amel sahibi olması gerekir. “Mütercim”
“Akîdet'üt-Tahavî” adlı kitabın sarihi diyor ki: Burada üzerinde derin bir şekilde düşünülmesi gereken bir nokta vardır. O da şudur: Büyük günahlar, bazen Allah'dan utanma, Allah'dan korkma, duru¬munu önemseme gibi haller ilâve edilerek küçük günahlar seviyesine iner. Buna karşılık, küçük günahlar da utanmazlık aldırmama Allah'dan korkmama ve durumunu önemsemeyip hakir görme sebebiyle ba¬zen büyük günah olmaya intikal eder. Bu, bir bakıma kalbe bağlı bir iştir, yalnız fiile tâalluk eden bir mesele değildir. İnsan bunu kendinden ve başkalarından bilir. Yine büyük iyilikte bulunan ki¬şilerden bazen iyilikleri hürmetine başkalarından affedilmeyen günahlar affedilir. Sonra en doğru görüşe göre, bu günahlardan korun¬ma işi, peygamberler için, peygamberlikten önce de sonra da sa¬bittir. Peygamberler, açık mucizeler ve âyetlerle takviye edilmiş¬lerdir.
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde şöyle bîr hadîs-i şerif vardır. Hz. Peygamber'e, peygamberlerin sayısından sorulunca:
“Yüzyirmi dörtbindir. Üçyüzonüçü ise Resuldür. Bunların ilki Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır.” [212]
Bu hadîs-i şerîf, aşağıdaki âyet-i kerîme'ye aykırı değildir. Cenabı Hak peygamberlerin sayısı hakkında şöyle buyuruyor:
“Onlardan bir kısmını size hikâye ettik, bir kısmını da zikret¬medik.” [213]
Çünkü bir mesele hakkında icmalin sübutu, ahvalin sübutuna aykırı değildir. Yâni bir şey hakkında umumî bir hüküm zikredilirse, ondan sonra bazı tafsilâtın verilmesine aykırı değildir. Tafsilât veri¬lebilir. Evet, en iyisi peygamberlerin sayısını bir noktaya hasretme¬mek ve umumî olarak bırakmaktır. Zira sayılar, inançta itimadı ifa¬de etmez. Belki Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi ;
“Hepsi Allah'a, me¬leklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.” [214] Allah'ın sı¬fatlarının sayısına, meleklerin adedine, kitapların, peygamberlerin ve elçilerin adetlerine dokunmadan kısaca hepsine iman etmek gerekir.

Bazı Peygamberler Kusur İşlemiştir :

Peygamberlerden bir kısmının bazı kusur ve hataları olmuştur.
Sahip oldukları yüksek hal ve makama nisbetle peygamberlerden bazılarından, gerek peygamberlikten evvel, gerekse peygamberlik menkıbeleri sabit olduktan sonra bazı hatalar zuhur etmiştir. Mesela unutarak, yahut azimeti (evlâyı) terkedip ruhsatla amel ederek Adem aleyhisselam'ın Cennetteki ağaçtan yemesi gibi. Âdem (a.s.) bu ağaca yaklaşmayın mealindeki ayet-i kerime ile ken¬disine işaret edilen ağaçla muayyen bir ağacın kasdedildiğini o ağa¬cın cinsiyetinin kasdedilmediğini zannederek ağacın kendinden değil de cinsinden yemiştir. Bunda beşerî kuvvetin zaafını beşerin Allah mağfiretine kuvvetle muhtaç bulunduğunu ortaya koymak yönünden ilahî hikmet öyle gerektirmiştir. Bu konuda şöyle buyuruluyor:
“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim kî, eğer siz gü¬nah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ günah işleyen bir kavim yaratırdı, dolayısıyla bu kavim günah işlerler, Allah'tan günahlarının örtül¬mesini isterler, Allah da onların günahlarını örterdi.” [215]
Bu konuda söz geniştir. Bu cümleden olarak bir nebze açıkla¬mada bulunacağız. Yukarıdaki inanç âlimlerin çoğunluğunun üze¬rinde birleşmiş bulunduğu inançtır. Ancak sofilerden ve kelâmcılardan bazıları buna muhalefet etmişler, yanılma, unutma ve gafleti peygamberler hakkında caiz görmemişlerdir. Amma Hz. Peygamber'in :
“Muhakkak benim kalbimi dünyaya ait bazı istekler kaplar ve Ben günde yüz kerre Allah Teâlâ'ya karşı istiğfar ederim.” [216] hadisi¬nin tefsirinde İmam Fahreddin er-Râzî şöyle diyor: “Bil ki “ğayn” kalbi kaplar ve bir kısmını perdeler. Bu ince bulut gibidir, ki havaya arız olur. Havada görülen ince bulut dünyayı kısmen perdelese de güneşin kendini perdeleyemez. Ancak güneşin ışığının tam olarak görünmesine engel olur. Bu hadîs-i şerifin üç türlü tevili vardır. Bi¬rincisi şudur: Allah Teâlâ, Peygambere Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesellem'e, kendisi bu dünyadan ayrıldıktan sonra üm¬metinde meydana gelecek ihtilâfları, musibet ve günahları bildirdiği için Hz Peygamber bunu hatırladığı zaman kalbinde bir perde ve ızdırap hisseder, dolayısıyla ümmeti için istiğfar ederdi. Derim ki, Hz. Peygamber büyük ve yüksek bir makamda bulunmakla beraber o makamı devamlı hatırlama yönünden bu görüş akla uzaktır. İkincisi şudur: Hz. Peygamber bir halden, daha üstün bir hale intikal ederdi O'nun istiğfarı bunun içindi. Yani bu halin en yüce bir hal olduğu¬na inandığı için istiğfar ederdi. Bu mâna Cenabı Hakk'ın ;
“Muhakkak âhiret hayatı senin için dünya hayatından ziyade hayırlıdır.” [217] mealindeki âyete uygundur.
Üçüncüsü: Gayn, Allah'a muhabbet yolunda Hz. Peygamber'e gelen manevi sarhoşluk halinden ibarettir. Öyle ki bu hal onu kendin¬den geçiriyordu. Sarhoşluk hali gidince bu duruma intikalinden ötü¬rü istiğfar ederdi. Bu tevil, hakikat erbabının tevilidir. Ben derim ki;
“Benim Allah'a yakın öyle bir saatim vardır ki, mukarreb melek¬lerden herhangi biri benimle beraber olmaya gücü yetmez.” [218]
Ancak şu var ki, Hz. Peygamber'in istiğfarı, Allah aşkı yolunda kendisine gelen sarhoşluk halinin gitmesi ve normale dönmesinden dolayı değildir. Belki mahvolmaktan dolayıdır. Çünkü Hz. Peygamber:
“Muhakkak benim kalbime bir perde gelir, öyle ki, çokluğu teklikten menetmeyen cemul-cem' makamında rabbimle birlikte bulunmaktan beni meneder ve vahdeti kesretten menetmez.” [219] buyuruyor.
Bu hadiste çokluktan maksat kâinattır. Birlik ve teklikten mak¬sat Allah'ın birliğidir. Hususiyle bu durum, risalet makamındadır, da¬vet vazifesini tebliğ makamındadır. Hz. Peygamberi en mükemmel makamdan meneden her şeyden istiğfar etmek daha uygundur.
Gayn'ın, başkalarını düşünmek, alâka kurmaktan ve meşguli¬yetlerin sıkıntısından kinaye olduğu da söylenmektedir. Lezzetleri kontrol etmek, sıfatları müşahede etmek manasından kinaye olarak da tefsir edilmektedir. Bu, aynen ilim, iman ve amelin süsü ve ihsa¬nıdır. Nitekim İhsan hadisi de buna işaret ediyor. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi veselem şöyle buyuruyor:
“İhsan, her ne kadar görmesen de Allah Teâlâ'yı görür gibi ona ibadet etmendir.” [220]
Burada Allah'ı görür gibi ibadetten maksat, Allah'a kulluk makamında o dereceye varmandır ki, hatırına Allah'tan başkası gelme¬melidir. Kalbler düşüncelerden boş olmaz. Hz. Peygamber'in kalbine Allah'tan başka bir düşünce geldikçe bu düşünceden dolayı Allah'a karşı istiğfar ederdi. Nitekim bu manaya hocalar hocası Eb'ul-Hasan el-Bekrî arif îbn-il-Fânz da işaret etmişlerdir. Şöyle diyorlar:
“Sehven de olsa, senden başka bir istek hatırıma gelse, mürted olduğuma hükmederim.”
Bu ibarelerden işaret ehlinin şu sözlerinin manası anlaşılır: “İyi¬lerin iyilikleri, mukarrebûn derecesindeki kulların kötülükleridir.”
Dördüncüsü: Zahir ehlinin tevilidir. O da şudur: Kalb, düşünce¬lerden, dünyaya ait isteklerden, şehvet düşüncelerinden, çeşitli meyil ve arzulardan boş değildir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem beşeriyet icabı kalbe gelen bu gibi düşüncelerden dolayı onları def¬etmek için Allah Teâlâ'yı karşı istiğfar ederdi. Ben de zahir âlimleri¬ne uyarak derim ki bu tevilin beşincisi şudur: Hz. Peygamberin istiğ¬farı ibadetlerin sonunu düşünmekten, yahut taattaki noksanlıklardan yahut nimetler karşısında şükürden aciz olmaktan dolayı idi. Hz. Peygamber bu sebeple namazı tamamladığı zaman istiğfar eder¬di. Yine kaza-i hacetten çıktığı zaman bu sebeple duada bulunurdu. Râbiat'ül- Adeviyye'nin şu sözü de bu kabildendir:
“Bizim istiğfarı¬mız, çok istiğfarlara muhtaçtır.” Bunun iki manası vardır: biri diğe¬rinden daha doğrudur, Biz bu makamdan sadede gelelim.
Kadı Ebû Zeyd “Usûl-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor: Hz. Pey¬gamber sallellahu aleyhi vesellem'in işleri (an kasdın) dört kısma ay¬rılır. Vacib, Müstahab, Mubah ve Zelle. Bunlar Hz. Peygamber'den bilerek vaki olur. Uyuyan ve yanılan kişilerde olduğu gibi kendi ira¬desi dışında vukubulan işlere itibar yoktur. Zira bu işler hitaba da¬hil değildir. Sonra zelle, yapan kimse tarafından, zelle olduğunu açıklamaya yakın olması lâzımdır. Meselâ; Musa aleyhisselâm, kıptîyi bir yumrukta öldürdüğü zaman: “Bu şeytanın işlerindendir” demek su¬retiyle zellesini kendi ifadesiyle açıklamıştır. Bu açıklama yahut Al¬lah tarafından yapılır. Nitekim Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'dan bahsederken;
“Âdem, rabbine isyan ederek şaşırdı.” [221] buyuruyor. Bununla bera¬ber Âdem aleyhisselâm'ın bu zellesi, peygamberliğinden önce idi. Çünkü Allah Teâlâ, yukarıdaki âyetin devamında:
“Sonra rabbi onu seçip tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yo¬lu gösterdi.” [222] buyuruyor.
Zelle, açıklamadan boş olmayınca, yani açıklamaya muhtaç olunca kendisine uyulmak caiz olmadığı hususunu anlamak kimse için zor değildir. Dolayısıyla diğer üç neve itibar etmek kalıyor. Şemsül Eimme de bunun benzerini söylemiştir.
İbn-i Humam demiştir ki:
“Ehl-i Sünnet'in Cumhuruna göre ihti¬yar ve tercih edilen görüş, peygamberlerin sadece büyük günahlar¬dan korunmuş oldukları, küçük günah işlemekten korunmuş olma¬dıklarıdır. Bu ister hata ile olsun, ister yanılarak olsun aynıdır.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden, küçük günahların sehven de olsa mümkün olmadığını söyleyenler de vardır. Doğrusu, peygamberlerin, işlerinde yanılmalarının caiz olduğudur. Hasılı Ehl-i Sünnetten hiçbir âlim, bile bile peygamberlerden yasaklanmış bir işin çıkmayacağını caiz görmemiştir. Ancak yanılma ve unutma yolu ile böyle bir hata¬nın sudur edebileceğini söylemişlerdir ki buna zelle denilir.
Konevî bu konuda şöyle di
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Empty
MesajKonu: Geri: Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi   Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:34 pm

Hz. Peygamber’in Vasıfları.

Hz. Muhammed sallelahu aleyhi vesellem Allah'ın elçisidir. Nebisidir. Kuludur. Seçtiğidir. Mustafa’sıdır.
Hz Peygamberin künyesi şöyledir. Muhammed b. Abdillâh b. Abdil Muttalib b. Hâşim b. Abd-i Menâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ'b b. Lûey b. Gâlib b. Fehr b. Mâlik b. Nadr b. Kinane b. Hazîme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nezzar b. Ma'd b. Adnan. Hz. Peygamber'in buraya kadarki nesebinde hiçbir âlimin ihtilâfı vuku'bulmamıştır.
Hz. Peygamber, Alah Teâlâ'nın elçisi, yani Resulü olup getirdiği şeriat, kendinden önceki dinleri neshetmiştir. Hz. Peygamber sallelIahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde:
“Hristiyanlar İsa aleyhisselâm'ı medhettiği gibi beni medhetmeyin. Allah'ın kulu ve elçisi, deyin.” [223] buyuruyor.
Hz. Peygamber bu hadislerinde varlık bakımından önce olduğu için kulluğu elçilik üzerine takdim etmiştir. Ve kulluk makamından istinkâf etmedeğine delâlet etmesi için böyle söylemiştir. Belki kendisinin bununla iftihar ettiğine işaret olsun diye böyle söylemiştir.
Sonra metinde peygamberliği elçilik üzerine takdim etmekte, görülen âlemdeki varlıklara uygun olduğunu bildirmek ve iki mef¬hum arasındaki meşhur farka işaret etmek içindir. Nakledildiğine göre Nebi resûl'den daha umumidir. Zira resul, tebliğ ile emredilen kişidir. Nebi ise kendisine vahiy gelen kişidir. Nebî tebliğ ile emredme yahut emredilmeme yönünden daha umumidir. Kadı Iyaz demiş¬tir ki Cumhur'un sahip olduğu sağlam görüş şudur: Her Resul Nebî'dir. fakat her Nebî Resul değildir. Bir görüşe göre de Nebi emredil¬meyen peygambere tahsis edilmiştir. Her ikisinin de eş manalı kelimeler olduğu
“Biz senden evvel hiçbir resul ve hiçbir nebi göndermedik ki, o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna şüpheler karıştır¬mış olmasın.” [224]
Peygamberlerden resul ve nebi olanlar hakkında gelen bazı ha¬disler de bize bu iki mefhumun birbirinden ayrı manalar taşıdığını ifade etmektedir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ise:
“Ey Nebi, ey Resul!” ifadeleri ile muhatap olmuştur. Çünkü Hz. Peygam¬ber peygamberlerin bütün sıfatlar ile vasıflanmıştı. Allah Teâlâ'nın:
“Muhammed, sizden hiçbir erkeğin babası olmamıştır, lâkin Al¬lah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusu olmuştur.” [225]
Âyetinde İsra hadislerinden birinde rivayet edilen şu manaya işaret vardır: İsrâ gecesinde Allah Teâlâ ona şöyle buyurdu:
“Ben se¬ni yaratılış bakımından nebilerin ilki, gönderiliş bakımından ise so¬nuncusu kıldım,” Bu manadaki hadisi Bezzar da Ebû Hüreyre'den ri¬vayet etmiştir.
İmam Fahreddin er-Râzi bu konuda şöyle diyor:
“Gerçek şu ki Hz. Muhammed sallellahu aleyhi vesellem peygamberliğinden önce hiçbir peygamberin şeriatı üzerinde değildi. Hanefî âlimlerinden araştırıcı olanlar yanında tercih edilen görüş de budur. Çünkü Hz. Peygamber hiç bir Nebî'nin asla ümmeti değildi. Ancak o, risaletinden önce de Nebîlik makamında idi. İbrahim aleyhisselâm ve diğer peygamberlerin şeriatından doğru keşifler ve gizli vahiy ile bu nübüvvet makamında kendisine görünen en doğru bir yolda amel ederdi.
Konevî de bu görüşü “Umdetünnesefî” adlı kitapta nakletmiştir. Bu görüş bir topluluğun dediği gibi Hz. Peygamberin peygamberli¬ğinin kırk yaşından sonrasına hasredilmiş olmadığına delâlet eder. Belki Hz. Peygamber'in doğduğu günden itibaren peygamberlik vas¬fı ile vasıflanmış bulunduğuna işaret eder. Hatta,
“Âdem su ile ça¬mur arasında iken ben peygamber idim” hadisi, Hz. Peygamber'in, bu gölge âlemi yaratılmadan evvel ruhlar âleminde nebîlik vasfı ile vasıflanmış bulunduğuna delâlet eder. Bu, Hz. Peygamber'e mahsus bir vasıftır. Peygamberlik için yaratıldığı ve risalet için hazırlandığı mânasına hamledilmiş değildir. Huccetül-İslam İmam Gazalî'nin söz¬lerinden de bu anlaşılmaktadır. Zira bu takdirde Hz. Peygamber'in başkalarından ayrılmaz, hattâ halk arasında bu sıfat ile methedilmesi caiz olurdu. Sonra Hz. Peygamber'in nebilik ve resüllüğü muci¬zelerle sabittir. Belki Hz. Peygamber'in kendisi zat ve sıfat bakımın¬dan başlı başına bir mucizedir. Nitekim Kaside-i Bürde sahibi bu konuda şöyle diyor:
“Cahiliyette ilim, yetimlik durumunda mükemmel terbiye edil¬me, ümmî olan peygamberde, sana mucize olarak yeter.” Şâir Hassan b. Sabit de şöyle diyor:
“Hz. Peygamber'de açık mucizeler bulunmasa da, sana apaçık hayırla gelirdi.”
Bunun açıklaması şöyledir: Yalancılardan kim peygamberlik id¬diasında bulunmuşsa, azıcık aklı olanlar yanında cehaleti ve yalanı ortaya çıkmıştır. Belki şöyle denilmiştir: içinde bir sır gizlenenin sır¬rını Allah Teâlâ, mutlaka yüzünde meydana çıkarır öyleki lisanında sürçmelerle yalanı meydana çıkar. Şu âyet-i kerime bu hususu tak¬viye etmektedir:
“Allah, gizlediklerinizi açığa çıkarır.” [226]
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem dünya ve âhirete ait makamlardaki gerçek kerametleri ile Allah tarafından seçilmiştir.
Nitekim O'nu medih sadedinde imam Busîrî şöyle diyor:
“Eğer Hz.peygamber olmasaydı,dünya yokluktan varlık sahasına çıkmazdı.”

Hz. Peygamber Büyük-Küçük Hiç Bir Günah İşlememiştir.

“Allah seni affetti, onlara niçin izin verdin?” [227]
“Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır basmadıkça (düşmana üstün gelmedikçe) esirleri bulunmak (bunlardan fidye almak) vuku bulmamıştır.” [228]
Âyetleri nail bulundukları en yüksek makama nisbetle evlâyı terk etmek mânasına hamledilmiştir.

Hz. Peygamber'den Sonra İnsanların En Faziletlisi:

Hz. Peygamber'den sonra insanların en faziletlisi Ebû Bekr es Siddîk radıyellahu anh, sonra Ömer b, Hattab, sonra Osman b. Affan, sonra Ali b. Ebû Tâlib radıyalîahu anhum'dur.
Burada Hz. Peygamber'den sonra demek, Hz. Peygamber'in varlığından sonra dünyada bulunduğu halde demektir. İsa aleyhisselâm'ın yeryüzüne inmesi her ne kadar Hz. Peygamberden sonra olacaksa da esas peygamberliği ondan evvel olmuştur, dünyadaki var¬lığı da öncedir. İmam Âzam'in yukarıdaki söz ile zaman bakımından uzaklığı kasdetmiş olması uzak bir ihtimal değildir.
“Şerh'ul-Makâsid”da büyük âlimlerin şu görüşe sahip bulundukları zikredilmektedir: Peygamberlerden dördü yaşayanlar zümresindendir. Bunlar da Hızır, İlyas, yeryüzünde; İsa ile İdrîs aleyhimesseIâm ise gökyüzünde yaşamaktadırlar. Hasılı peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir'dir.
Hz. Ebû Bekr'in cahiliyet devrindeki ismi Abd'ül-Kâbe idi. Resülullah sallellahu aleyhi vesellem kendisine “Abdullah” adını vermiş¬tir. Hz. Ebû Bekr'in babasının ismi “Ebû Kuhâfe Osman b. Âmir b. Kâ'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Kâ'b b. Lüey b. Gâlib b. Fehr el-Kureşi es-Sıddîk et-Teymi’dir. Sıddık adını çok doğru olması, hakkı kuv¬vetle kabul etmesi, inancının ve tasdikinin kuvvetli olması dolayı¬sıyla almıştır. Gelmiş ve gelecek velilerin en üstünüdür. Hz. Ebû Bekr'in velilerin en üstünü olduğu hususunda icma vaki olmuştur. Rafizilerin buna muhalefetlerine itibar yoktur. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem onu, kendi yerine namazı kıldırmak için öne geçir¬miştir ve o, gerçek bir halifedir.

Hz. Peygamberin Ebû Bekir'i Yazılı Bir Ahit İle Halife Nasb Etmekten Vazgeçmesi :

Buharî ve Müslim'de Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber hasta olunca ;
“Ebû Bekr'i ve kardeşini bana çağır ki Ebû Bekir için bir yazı yazdıracağım. Zira ben bir kişinin (hilâfeti temenni ederek) ben Ebû Bekir'den daha liyakatliyim, demesinden korkuyorum, Allah da, müslümanlar da Ebû Bekir'den başkasını ka¬bul etmez.” buyurdu. [229]
Hz. Ömer'in vefatından önce ;
“Eğer benden sonra bir halife se¬çersem, benden daha hayırlı olan Hz. Ebû Bekir bunu yapmıştır. Eğer bir halife seçmezsem benden daha hayırlı olan Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de bunu yapmamıştır.” sözünden kasdettiğj mana, şu olsa gerek: Yani Hz. Peygamber, yazılı bir ahid ile halife nasbetmemiştir. Eğer bir ahid yazacak olsa, bunu Hz. Ebu Bekir için yazardı. Belki bunu yazmak istedi, fakat sonradan terketti. Ve “Al¬lah Teâlâ da müslümanlar da Ebû Bekir'den başkasını kabul etmez.” buyurdu. Bu söz, mücerred bir ahid yazmaktan daha mübalâğalı ol¬muştur. Zira bu söz, müslümanlara Hz. Ebû Bekr'i halife nasbetmeyi hem söz, hem de fiil ile göstermiştir. Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekr'i kendine halife nasbetmek için rızaî bir ihtiyar ile ihtiyar etti ve bu¬nun için bir ahidname yazmak da istedi. Sonra, müslümanların Hz. Ebû Bekir etrafında ittifak edeceklerini bilerek bu ahidnameyi yaz¬maktan vazgeçip, Allah'ın iradesi ve müslümanların seçmesi ile ye¬tindi. Sonra hastalığının beşinci gününde perşembe günü yine yazmak istedi. Bazılarında, bu söz hastalık yönünden mi, yoksa uyulma¬sı gerekli olan hususlardan mı olduğu hususunda şüpheye düşünce yukarıda zikredilen sebeplere dayanarak Hz. Peygamber abidnameyi yazmaktan vazgeçmiştir. Yâni bazılarının kalbine hastalık halin¬de Hz. Peygamber'in yazdığı yazının muteber olup olmadığı hususunda şüphe girdi. Bu şüphe üzerine Hz. Peygamber yazı yazdırmayı terk etmiştir.
Eğer, bir halifenin tâyini ümmet üzerinde şüphe meydana geti¬recek işlerden olsaydı, mazeret için kesin bir şekilde onu açıklardı. Ancak, muhtelif sebepler ve deliller Hz. Ebû Bekr'în hilâfet için tâ¬yin edildiğine ve bunu anladıklarına delâlet edince, burada maksat hasıl olmuştur. Sonra Ansar'ın hepsi Hz. Ebû Bekr'e biat etmişlerdir. Ancak halifeliğin kendisine verilmesini isteyen Sâ'd b. Ubade biat et¬memiştir. Bu sebepten, Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde ve Ansar'dan orada bulunanlar Hz. Ebû Bekr'e biat edince bir sahabi gelip;
“Sa'd'ı öldürdünüz.” demiştir. Hz. Ömer bunun üzerine:
“Onu Allah öldürmüş¬tür.” cevabını vermiştir. Hem sahabeden hiçbiri Hz. Peygamber'in Ebû Bekir'den başka Hz. Ali, Hz. Abbas ve başka kimseler hakkında birini hilâfet için nasbettiği hususunda açık bir şekilde beyanda bulunduğu rivayet edilmemiştir. Eğer olsaydı Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde'nin bunu açıklamaları gerekirdi.
İbn-i Batta'nın rivayet ettiğine göre, Ömer b. Abdil-Aziz Muhammed b. Züheyr el-Hanzalî'yi Hasan-i Basrî'ye göndererek:
“Hazreti peygamber Hz. Ebû Bekr'i halîfe tayin etmiş midir?” diye sorunca:
“Senin arkadaşın (Yâni Ömer b. Abdil-Aziz) şüphede midir? Evet, kendinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, Hz. Pey¬gamber Ebû Bekr'i halife nasbetmiştir. Muhakkak Hz. Ebû Bekir, hilâfet makamına oturmakta Allah için en seçkin kişi idi.”
Metinde geçtiği üzere, “Hz. Peygamber'den sonra insanların en hayırlısı” ibaresinde insan kaydını koymanın sebebi, Cebrail, Mîkâil, İsrafil, Azrail, Arş'ı yüklenen meleklerle Mukarrebûn meleklerden Kerûbbiyyûn gibi seçkin melekler insanların avam tabakasından da¬ha üstün olmalarına binaendir. Bu melekler her ne kadar müctehidlerin sözlerinden anlaşılan en doğru görüşe göre nebi ve resullerden daha aşağı mertebede iseler de onlar insanların avam tabakasından daha yukarı mertebededirler. Din işinde bu mesele için kesin bir za¬ruret yoktur.

Hz. Ömer'in Fazileti:

Hz. Ebû Bekir'den sonra insanların en üstünü Ömer b. Hattab'tır. Künyesi şöyledir: Ömer b. Hattab b. Nüfeyl b. Abd'il-Uzza b. Rebâh b. Abdillâh b. Kard b. Dırah b. Adîy b. Kâ'b-el-Kureşî el-Adevî. Hz. Ömer'in meşhur olan künyesi Faruk'tur. Yâni hak ile bâtılı birbirinden ayırmak hususunda mübalâğa edici demektir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi veseilem onun hakkında şöyle buyur¬muştur :
“Şüphesiz, hak Ömer'in lisanı üzerinde gelir,” [230]
Bir görüşe göre, muvafık ile münafıkı birbirinden ayırdettiği için Hz. Ömer bu künyeyi almıştır. Hz. Ömer hakkında şu âyet-i kerime inmiştir:
“Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik, diye boş iddiada bulunanlara bakmaz mısın? O azgın şeytana karşı muhakeme olmak istiyorlar.” [231]
Âlimler; Hz. Ömer'in fazileti ve halifeliğinin gerçek olduğu hu¬susunda ittifak etmişlerdir. Hz. Ömer'in şehid edilmesi ve Hz. Os¬man'ın vefatından evvel biat etmesi uzun bir şekilde Buhârî'de zik¬redilmiştir. Oraya müracaat, edilmelidir.

Hz. Osman'ın Fazileti:

Hz. Ömer'den sonra insanların en üstünü, üçüncü halîfe Hz. Os¬man b. Affan'dır. Künyesi şöyledir: Osman b. Affan b. Âs b. Ümeyye b. Abdiş-Şems b. Abd-i Menâf b. Kusay el-Kureşî el-Emevî.
Hz Osman Zün-Nüreyn lâkabı ile meşhurdur. Bu lâkabı alması¬nın sebebi, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in iki kızı ile evlenmiş bulunmasıdır. Hz. Peygamber'in bir kızı ölünce ikinci kı¬zını ona nikahlamıştır. Ve bu kızının da ölmesi üzerine buyurmuş¬tur ki:
“Başka bir kızım daha bulunsa, onu da Osman'a nikâh eder¬dim.” Hattâ şöyle denilmektedir;
“Âdem âleyhisselâm'dan beri Kıya¬mete kadar hiçbir peygamber'in iki kızını Hz. Osman'dan başkasının nikahladığı vâki olmamıştır. Hz. Osman'ın bu künyeyi, Hz. Peygam¬ber Ebü Bekir radıyellahu anh'a bir kerre, Hz. Osman'a ise iki kerre dua ettiği için aldığı da söylenmektedir.

Hz. Alî'nin Fazileti:

Hz. Osman'dan sonra insanların en üstünü Hz. Ali b. Ebi Talib'tir. Onun da künyesi şöyledir: Ali b. Ebî Tâlib b. Abdil-Muttalib b. Hâşim b. Abd-i Menaf b; Kusay el-Kureşî el-Hâşimî." Hz. Ali'nin meş¬hur ofan künyesi Murtaza'dır. Hz. Ali, Hz. Peygamber'in kızı Fatımat'üz-Zehrâ'nın kocası, Hz. Peygamber'in amcasının oğludur. Hz.Ali yüksek derecede ilim sahibi idi. Sahabenin büyüklerinin kendi¬sinden sordukları müşkül meseleler karşısında verdiği fetvaları çok¬tur ve meşhurdur. O'nun bu fetvalarının çokluğu Hz. Peygamber'in kendisi hakkında buyurduğu;
“Ben ilmin şehriyim, Hz. Aîi de kapısıdır.” [232]
“Sizin en iyi hüküm vereniniz Ali'dir.” sözlerini doğrulamakta¬dır.
Dört halifenin faziletleri hadis kitaplarında yazılıdır, onların ha¬yat hikâyeleri ile şemailleri ilim adamlarının lisanlarında şöhret bul¬muştur. “Mişkât”, şerhi “Mirkât” da bir kısmını açıklamışızdır. Hz. Ebü Bekir'in üstünlüğüne delâlet eden en kuvvetli delil, Hz. Pey¬gamber'in, hastalığı zamanında gece ve gündüz onu halka imamlık yapmaya nasbetmesidir. Bunun için sahabenin büyükleri demişler¬dir ki; “Hz. Peygamber'in dini işlerimiz için seçtiği kişiyi dünya işle¬rimiz için nasbetmeye hiç razı olmaz mıyız?
Sonra Cumhur-i sahabenin, Hz. Ebû Bekr'in hilâfet makamına nasbi ve diğerlerinin de son durumda onlara ittibaı konusunda itti¬fakları vardır. el-Hulâsa adlı kitapta şöyle bir ibare vardır: “İki kişinin bilgi ve hal gidiş bakımından durumları bir olsa, fakat kıraat bakımından biri diğerinden daha iyi olsa, buna rağmen cemaat diğe¬rini imamlığa geçirse cemaat hataya düşmüş olur. Yine bunun gibi, bilgi ve ahlâk bakımından birbirine denk olan iki kişiden biri muhakeme usullerini bilmek bakımından diğerinden daha üstün olsa, buna rağmen diğerini kadılığa nasbetseler, yine hata işlemiş olurlar.
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in üstünlüğü hakkında Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ittifak edilmiştir. Bu tertip Hz. Osman ile Hz. Ali arasında da aynendir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisinin görüşü de budur. Ancak Küfe ve Basralılardan buna muhalif bir görüş rivayet edilmektedir.
Sonra bil ki, Rafızilerle Mutezilenin çoğunluğu Hz. Ali'yi Hz. Ebû Bekir üzerine üstün tutmaktadırlar. Ebû Hanîfe hazretlerinden de Hz. Alî'yi Hz. Osman'a üstün tuttuğu yolunda bir rivayet nakledilmektedir. En sağlam görüş, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği kuvvetli görüştür. Ebû Hanife'den rivayet edilen kuvvetli görüş de bu yoldadır. Nitekim metinde de bu görüş üzre halifelerin tertibini yapmıştır.
“Şerh'ul-Akâid”de de selef âlimlerinin görüşlerini bu tertip üzre bulduk. Doğrusu selef âlimleri bunun delilini bulmasalar bu şekilde bir tertip yapmazlardı. Selef âlimleri Hz. Osman'ı, Hz. Alî'den üstün tutmada tereddütlü olsalar gerek ki, sadece Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'i diğerlerine karşı üstün tutmayı ve Hasan ile Hüseyin'i sev¬meyi Ehl-i Sünnet'in alâmetlerinden saymışlardır. El insaf! Eğer üstünlükten maksat sevabın çokluğu ise bu noktada tereddüt etme¬nin bir yönü vardır. Eğer, akıllı kişilerin saydıkları faziletlerin çok¬luğu kasdedilmişse o zaman bu noktada duraklamanın bir manası yoktur. Buradaki üstünlük sözünden maksat, Hz. Osman'ın Ali üze¬rine üstünlüğüdür. Hemen öncesinde duraklama sözü geçmesi bir karinedir. Yoksa dört halife arasındaki üstünlük kasdedilmiş değil¬dir.
Muteehhirin âlimlerinden (sonraki âlimlerden) bazılarından nakledilen husus şudur: bu mânada üstünlük hakkında kesin bir hü¬küm yoktur. Zira bunlardan biri için rivayet edilen bir fazilet yok¬tur ki, diğerinin bu fazilete ortaklığı bulunmasın. Birinin bu fazilete hakikaten tahsis edilmesi takdirinde diğerinin de başkasına tahsisi gerekir. Zira bu fazilet ya haddizatındaki şerefi, yahut kemiyetinin fazlalığı sebebiyle birçok faziletlerden daha tercihli olabilir.
Başka bir haşiyeci de şöyle demiştir:
“Hz. Osman ile Hz. Ali arasındaki fazilet tercihinde duraklamaya bir sebep yoktur. Belki Hz. Ali’nin daha üstün olduğuna hükmetmek gereklidir. Zira onun hakkında menkıbelerinin yaygınlığı, faziletlerinin çokluğu, kemal sıfat¬ları ile vasıflanmış bulunduğu ve birçok kerametlere tahsis edildiğine delâlet eden rivayetler tevatür derecesinde nakledilmiştir.” Bu haşiyecinin sözünün akışından anlaşılan manadır. Bu sebepten denilmiştir ki bu görüşte bir nevi rafızîlik rayihası vardır. Ancak bu şüphesiz bir uydurmadır. Zira Hz. Ali'nin yüksek kemalâtı ve faziletleri çoktur. Bu konudaki rivayetlerin tevatür derecesine ulaşması inkârı mümkün olmayacak bir mâna taşır. Eğer bu, sünneti terk ve iptal etmekse rivayet ve dirayet ehlinden hiçbir kişi sünnî değildir. Dinde taassubtan, hak ve yakîn olan bilgilerden uzaklaşmaktan sakın.
Hz. Ali'nin, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'den üstün kabul edilme¬sinin Ehl-i Sünnet mezhebine muhalif olduğunda bir gizlilik yoktur.
Selef âlimlerinin tümü bu görüştedir. Ancak, sonradan gelen âlim¬lerden bir kısmı Hz. Ali'nin, Hz. Osman'dan üstün olduğuna meylet¬mişlerdir. Sahabe'den Eb'ut-Tufel bunlardandır. Eb'ut-Tufeyl'in inandığı ve Allah'ın dininde dayandığı görüş şudur: Hz. Ebû Bekr'in di¬ğerlerinden üstün olduğu kesindir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem kendisine, vekâlet yolu ile insanlara, imamlık yap¬masını ona emretmiştir. Halbuki İslâm dininde biliniyor ki, imamlığa lâyık olan daha üstündür. Hz. Ali de o zaman Medine'de bulunuyor¬du. Sahabe'den diğer büyük sahabîler de öyle. Hastalık günlerinde Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekr'i imamlığa üstün olduğunu bildiği için geçirmişti. Hattâ bir keresinde Hz. Ebû Bekir geri çekilerek Hz. Ömer imamlık için öne geçmek üzere iken Hz. Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Allah da mü'minler de Ebû Bekir'den baş¬kasını kabul etmez.” Hz. Âişe'nin, babasına karşı gelme kazıyyesi meşhurdur. Hz. Ebû Bekr'in imamlık yapması, hilâfet makamına nasbedileceğine bir işaret idi. Bunun için sahebe, “Hz. Peygamber: O’nu dinî işimiz için seçti, dünyaya ait işlerimiz için biz onu neden seçme¬yelim?” diyerek Hz. Ali'nin, kendisini Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer üzerine üstün tutan kimseleri, iftira eden kişiyi döver gibi dövdüğü rivayet edilmiştir.

Dört Halife Gerçek Halifedir :”

Geçmişte olduğu gibi bu dört halife hak üzerinde bakîdirler. Hak ile beraber daimdirler. Onların hepsini severiz.
Hallerinde bir değişiklik, kemallerinde bir noksanlık olmaksızın hak üzerinde bakidirler. Bu ibarede Rafızîlere reddiye vardır. Onlar üç halife hakkında şöyle derler. Üç halife Hz. Peygamber zamanın¬daki hallerini değiştirdiler. Onlar hakkında, faziletlerine delâlet eden ayetler, güzel hayat hikâyelerini bildiren hadisler gelmiştir. Yukarı¬daki sözde Haricîlere de reddiye variır. Onlar da Hz. Ali ve ona uyanları kâfir olduklarına hükmediyorlar. Bir mü'minin öldürülmesi günahını irtikâb ettikleri için Hz. Muaviye ve ona uyanların da kâfir olduğuna hükmediyorlar. Zira Hâricilere göre, adam öldürmek, insanı iman sınırından çıkaracak büyük bir günahtır.
Biz bu dört halifeyi severiz, sayarız. Onlardan hiçbirine sövme¬yiz. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor.
“Benim ashabıma sövmeyin.” Allah Teâlâ da ilk muhacir müslümanlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Muhacir ve Ansar'dan İslâm'a ilk girerek öne geçen müslümanlar; bir de güzel amellerde bulunmak suretiyle onların izinde yürüyenler; Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuştur.” [233]
Bu dört halifenin İslâm'a ilk giren ve Cennet'e ilk girecek olan müslümanlardan oldukları hususunda ittifak vardır. Bunlar, Allah'ın rıza Cennetine ilk olarak gireceklerdir. Bu âyet, onların şanlarının yüceliğine, imanlarının kesinliğine, makamlarının güzelliğine kesin¬likle delâlet ediyor, ister aklî olsun, ister naklî olsun bu âyet karşı¬sında kesin bir delilden başkası kabul edilemez. Bunlara karşı terbiyesizlikte bulunan, onlara çamur atan, onlarda var olan Hz. Pey¬gamberle sohbet faziletine saygısızlıkta bulunanların böyle bir kat'î delilleri yoktur. Sahabe, Hz. Ebu Bekr'in Hz. Peygamberle sohbetini, arkadaşlığını inkâr eden kâfir olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü onun sahabîliği hakkında nas vardır. Cenabı Hak Kur'an-ı Kerîm'de söyle buyuruyor:
“Eğer siz peygamber'e yardım etmezseniz, Allah ona vaktiyle yar¬dım ettiği gibi yine yardım eder. Hani Mekke müşrikleri onu Mek¬ke'den çıkardıkları zaman ikinin ikincisi (Hz. Ebû Bekir) ile beraber mağarada idiler. O vakit Hz. Peygamber arkadaşına şöyle diyordu: Üzülme, çünkü Allah'ın yardımı bizimle beraberdir.” [234]
Müfessirler, bu âyetteki Peygamberin arkadaşı ifadesinden, Hz. Ebû Bekr'in kasdedildiğinde ittifak halindedirler. Bunda Hz. Ebû Bekr'in, Hz. Peygamber'in ashabı arasında en kâmil bir ferd oldu¬ğuna işaret vardır.

Sahabileri Hayırla Anmak:

Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in sahabîlerini yalnız hayır ile anarız.
Zira o fesad maksadı ile ısrar ederek yapılmış olmayıp kendi içtihadından doğmuştur. Belki onlar, bu kötülükten hayr-ı meâd'a dönmüşlerdir. Bizim onlara karşı iyi bir zanda bulunmamız gerekir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“En hayırlı nesil benim asrımın neslidir.” [235]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyuruyor;
“Ashabımdan bahsedildiği zaman dilinizi tutun.” [236]
Bu hadislere dayanarak ilim adamlarının çoğunluğu, sahabenin hepsinin güvenilir kişiler olduğu görüşündedirler. Bu güvenilir oluş, Hz. Osman ve Hz. Ali devrindeki fitneden evvel de sonra da baki¬dir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem yine şöyle buyuru¬yor:
“Benim ashabım, yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanıız, doğru yolu bulursunuz.»
İbn-i Dakik sinde şöyle diyor:
“Sahabe arasında ihtilâf bulunduğu hususunda nakledilen rivayetlerin bir kısmı bâtıl¬dır, bir kısmı yalandır; onlara iltifat edilmez. Doğru olanlarını güzel bir şekilde tevil ederiz. Zira onlar hakkında Allah Teâlâ'nın medh-u senası geçmiştir. Buna ilâve edilen sözler tevile ihtimali vardır. Şüphe vehimli bulunan sözler gerçek ve bilinen hususları bâtıl kılmaz.
Bu konuda İmam Şafiî şöyle diyor:
“Allah Teâlâ sahabe devrinde akan o kanlardan bizim ellerimizi temizlemiştir, dolayısıyla dilleri¬mizi onunla bulaştırmamalıyız.”
İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Âişe ile Hz. Ali arasında cereyan eden vakadan sorulunca şöyle cevap vermiştir:
“O bir ümmettir ki gelip geçti. Kazandıkları işler kendilerine aittir, sizin kazandıkları¬nız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” mealindeki âyet-i kerimeyi okudu.
İmam Âzam Ebû Hanife de şöyle buyuruyor:
“Hz. Ali olmasaydı Haricîlerin hayat hikâyelerini bilemezdik.”

Büyük Günah İşlemekle Mü'min Kâfir Olmaz.

Ne kadar büyük olursa olsun, helâl olduğuna inanmadıkça hiçbir müslümam, işlediği herhangi bir günah sebebiyle tekfir etme¬yiz, îman ismini onlardan yok etmeyiz.
Haricîler ise büyük günah işleyen bir müslümana kâfir diyorlar. Bize göre, bir müslüman, işlediği günahın helâl olduğunu kabul et¬medikçe imandan çıkmaz. Haram olduğu kesin delillerle sabit olan bir işin helâl olduğuna inanan kimse ise kâfirdir. Biz, büyük bir gü¬nahı işlemesi sebebiyle bir müslümandan iman vasfını düşürmeyiz.
Mutezile taifesi ise, büyük günah irtikab edenlerin imandan çı¬kacağına fakat, kâfir de olmayacağına inanmaktadırlar. Onlar, bu yük günah işleyenler için küfür ile iman arasında bir mertebe ispat ediyorlar ve büyük günah işleyen ne mümindir, ne kâfirdir, diyorlar. Halbuki diğer taraftan, büyük günah işleyen bir müminin ebediyyen Cehennemde kalacağına da inanmaktadırlar. İmam Ebû Hanîfe'nin, Cehm'e “Çık ey kâfir!” sözü, bidat ehlinden de olsa, kıble ehli olan günahkâr kişilere kâfir demeyi nefyetmekte sözü genişletmeğe sonra kâfire benzetmeğe hamledilmiştir.

Günahkâr Kimse De Gerçek Mü'mîndîr :

Biz, büyük günah işleyen kimseye gerçekten mümin deriz. Bir kimsenin kâfir olmaksızın fâsık bir mümin olması caizdir.
Çünkü iman dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir. Azalar ile amel etmekse Ehl-i Sünnet'e göre, imanın olgunluk mertebesinden ve ihsanın güzelliğindendir. Haricîlerle mutezileye göre ise, amel imanın bir parçası, yahut yarısıdır. Bu meseledeki ihtilâfın menşeî işte bu noktadır.

Mutezilenin Ehl-i Sünnetten Ayrılması:

Bu münakaşanın aslı şudur: Mutezilenin reisi Vasıl b. Atâ, Hasan-i Basrî'nin talebelerinden olup onun meclisine devam ediyordu. Bir müddet sonra meclisinden ayrıldı. Ayrılmasının sebebi şu vak'adır: Vasıl b. Atâ, büyük günah işleyenin ne mümin ne de kâfir olma¬dığını kabul ediyor, dolayısıyla iki mertebe arasında bir derece ispat ediyordu. Bu düşüncesi dolayısıyla hocası Hasan-i Basri:
“Vasıl biz¬den ayrıldı.” dedi. İşte bu sebeple Vasıl b. Atâ'nın düşüncesini takip edenlere Mutezile adı verilmiştir. Yâni Ehl-i Sünnetten ayrılanlar demektir. Mutezile ise kendilerine adalet sahibi ve Tevhîd ehli adını takmışlardır. Çünkü onlar, Allah'a itaat edene sevap vermek, isyan edene azab etmek Allah Teâlâ üzerine vaciptir, dediklerinden ve Al¬lah Teâlâ'nın sıfatlarını nefy ettiklerinden kendilerine adalet sahi¬bi, Tevhid ehli adını takmışlardır. Sonradan onlar, kelâm ilminde ileri giderek inanca ait birçok meselelerde Felsefecilerin eteklerine yapışırlar. Dolayısıyla mezhepleri insanlar arasında da yayılmaya başladı. Bu durum Ehl-i Sünnette İtikad Mezhebi İmamlarından Ebul Hasan el'Eş'âri, hocası Ebû Alî elCübbâî'ye şu soruyu soruncaya kadar devam etmiştir:
“Üç kardeş hakkında ne dersin? Biri Al¬lah’” itaat ederek öldü, diğeri isyan ederek öldü. Üçüncüsü de kü¬çükken öldü.” Eş'âri'nin bu sorusuna karşılık Ebû el-Cübbâî şöy¬le cevap vermiştir;
“Birincisi Cennetle mükâfatlandırılır. İkincisi Ce¬hennem ateşi ile azab edilir. Üçüncüsü sevap da almaz, azab da.” Bu cevap üzerine Eş'ârî yine sorusunu sormaya devam etti:
“Eğer üçüncüsü, yani küçükken ölen Allah Teâlâ'ya, karşı: Yâ rabbî! Beni neden küçükken öldürdün de büyütmedin. Büyüseydim, sana iman edip itaat ederdim, ben de Cennet'e girerdim?” derse Allah Teâlâ nasıl cevap verecek?”
Cübbâî şöyle dedi:
“Allah ona şöyle cevap verir: Ey kulum Ben biliyordum ki sen büyüseydin bana isyan edecektin, dolayısıyla Cehennem'e girecektin. Senin için faydalı olan küçükken ölmendi.”
Eş'ari yine sordu: .
“İkincisi eğer derse ki: “Yâ rabbî! Niçin beni de küçükken öldür¬medin ki, sana âsi olmasaydım, dolayısıyla Cehennem'e girmeseydim?* Allah Teâlâ ne cevap verir:
Bu soru karşısında Cübbâî mars oldu, bir cevap veremedi. Bun¬dan sonra İmam Eb'ul-Hasan el-Eş'arî hocası Cübbâi'nin mezhebini terk ederek kendisi ve ona uyanlarla birlikte Mûtezile'nin görüşleri¬ni iptal etmek, Sünnet'in geldiği şekli ispat ve Müslüman topluluğun devam ve sebat ettiği inancı yerleştirmek için gayret sarf etti. Bu gayreti gösterenler, bundan sonradır ki Ehl-i Sünnet adını aldılar.
Sonra Felsefe arapçaya tercüme edilerek İslâm âlimleri de bu ilim dalında Şeriatla çatışan noktalarda felsefecileri ve tabiatçı fi¬lozofları reddetmekle meşgul oldular, dolayısıyla felsefeyi red ve ip¬tal edip maksatlarına ulaşma imkânını bulmak için, kelâm ilmine felsefeden çok şey karıştırdılar. Nihayet o duruma geldi ki, Kelâm il¬mine Tabiatla ilgili, ilahiyatla ilgili, müspet ilimlerle ilgili mesele¬lerin büyük bir kısmını soktular. Öyle ki Kelâm ilminde naklî delil¬ler bulunmasa felsefeden ayrılmaz duruma gelirdi. İşte bu sebeple ke¬lâm ilmi, akli ve naklî yönden dinî meselelerde kitap ve Sünnetle ye¬tinen ilim adamları yanında kötülenir oldu.
Sonra bil ki, Konevî şöyle diyor: “
“Büyük günah işleyenin işi Allah'ın meşîet ve iradesine kalmıştır, diyerek durumunu tehir ettiği için, tehir edici mânasında olmak üzere İmam Âzam'a Mürcie adını verenler ol¬muştur. İmam Âzam bu konuda şöyle derdi;
“Ben büyük ve küçük gü¬nah işleyenler için Allah'tan mağfiret umarım, fakat azab edilmelerin¬den de korkarım. Küçük günah işleyen için yine mağfiret umarım, büyük günah işleyen için de Allah'tan azab gelmesinden korkarım.” Şeyh Âbdulkadir-i Geylânî “El-Ganiyye” adlı kitabında kurtu¬luşa ermeyen fırkalardan bahsederken:
“Kaderiye taifesi bunlardandır.” dedikten sonra onlardan bazılarını zikrediyor.
“Hanefiler, İmam Âzam Ebü Hanife'nin mezhebine mensub olanlardır.” Hanefîler şöyle inanırlar; İman, Allah ve Resulün Allah tarafından getirdiği hükümleri topluca bil¬mek ve ikrar etmekten ibarettir” [237]
Berhûninin “Kitab’uş-Şecere”'de zikrettiğine göre, bu inanç, bo¬zuk bir itikat olup, İmam Âzam'ın “Fıkh-î Ekber”deki itikadına mu¬haliftir. Ebû Hanîfe'nin talebelerinin naklettiği:
“İmanın; ikrar değil, yalnız tasdikten ibaret olduğunu söylediği.” yolandaki rivayete aykırıdır. Zira İmam Âzam'a göre ikrar şeri hükümlerin icrası için şarttır. İmam Âzam'ın bu düşüncesi, Ehl-i Sünnet ile Mutezile ve Bidat ehli arasındaki ihtilâflar için yazılmış akaid kitaplarını da nakz itmektedir. Mutezile ile Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bîd'at arasındaki ihtilaf şuradan doğmaktadır; Ehl-i Sünnet'e göre iman bilmek ve ikrar itmektir. Bu görüş Ehli Sünnetçe tercih edilen görüştür Bu söz, belki. “îman ikrar ve tasdikten ibarettir” demekten daha iyidir. Zira taklidden doğan tasdikin kabul edilmesinde ihtilâf vardır. İkrarla birlikte delilden doğan bilgi böyle değildir. Muhakkak delile da¬yanan bilgi ittifakla imandır. Sadece bilgi ile yetinip ikrar etmemek yahut ikrar ile yetinip bilmemekse ihtilâf konusudur. Sonra kötülenen bidat, ehli Mürcie taifesi Kaderiye Mezhebine mensup değildir. Belki onlar ayn bir taifedirler. Küfürle birlikte itaat, fayda verme¬diği gibi, imanla beraber günah da zarar vermez, derler. Onlara gö¬re, müslümanlardan hiçbiri işlediği büyük günahtan ötürü azab edilmez. Bunların inancı nerede, İmam Azamın inancı nerede.
Sonra İmam Âzam'ın sözü Kur'âr’n nasına uygundur. Bu nas da şu âyeti kerîmedir;
“Muhakkak Allah Teâlâ, kendisine eşkoşulmasını affetmez. Kendisine eş koşmaktan başka dilediği kimseleri mağfiret eder.” [238]
Mürcie taifesi böyle değildir. Onlar küfürden başka günahların Allanın dilemesine bırakmadan affedileceğini, bunlardan dolayı bir müminin azab edilmeyeceğini söylüyorlar. Mutezile de İmam Azama muhalif düşünüyor. Onlar büyük günahtan dolayı Allah'ın azab et¬mesini adalet icabı diyerek Allah'a vacib kılıyorlar, Allah'ın dileme¬sine yer bırakmıyorlar. Hariciler de ayrı düşünüyorlar; büyük, yahut küçük günah işleyenleri imandan çıkarıyorlar.
Sonra bil ki; Mürcie'nin mezhebi şudur: Cehennem ehli Cehen¬nem ateşine girdikleri zaman, balık suda yaşadığı gibi, bunlar da ateş içinde o şekilde bulunacaklar, ateşten azâb duymayacaklar; ateş onlar için bir hayat haline gelecektir. Ancak kâfir ile mümin arasın¬da şu fark bulunacaktır. Mümin Cennet nimetlerinden faydalanacak yiyip içecek; Cehennem ehli ise bu nimetlerden istifade edemeyecektir. Bu inanç, Kitap, Sünnet ve İcmâ-i Ümmetle, hatta Ehl i Sünnet ve Ehl-i Bid'at âlimlerinin ittifakı ile batıl bir görüştür. Ni¬tekim aşağıdaki âyet-i kerime de buna delâlet etmektedir;
O kâfirlere şöyle denilir
“Şimdi tadın. Artık size, azap artırmaktan başka bir şey yapmayacağız.”
Bunlardan başka konu ile ilgili âyet ve hadisler de vardır. Mürcie Taifesi ise,
“Öyle bir gün gelecek ki: Cehennemin kapılarını rüz¬gâr kapayacak ve içinde kimse kalmayacak.” hadisinden maksat Cehennemin tabakalarından bir tabaka var ki burada müminlerin âsileri bulunacak ve bir gün cezalarını doldurduktan sonra orada kimse kalmayacak, mânasına tevil edilmekle beraber esasta naslara da aykırı değildir. Mürcie bu hadise dayanarak Cehennemin bir gün kapanacağını söylemektedirler ki bunlar halis muhlis Mürcie taifesidir.

Mestler Üzerine Mesh Etmek :

Mestler üzetine mesh etmek sünnettir. Ramazan ayında Teravih namazı kılmak sünnettir.
Mestler üzerine mesh etmenin müddeti misafir için bir gün gece, seferde bulunan kimse için ise üç gün üç gece olup Tevatür derecesine yakın bir Sünnetle sabittir. Mestler üzerine meshin delilini Kitap'tan almak da uzak değildir. Zira Cenabı Hak:
“Ayaklarınızı Ka'b kemiklerinize kadar yıkayın.” [239] buyuruyor. Bu âyet-i kerîmede “Ercül” kelimesi yedi İmama göre de nasb ile okun¬muştur. Mest giyerken mesh edilir, mestsiz olunca ayakların yıkan¬ması gerekir.
Ramazan-i Şerif gecelerinde Teravih namazı kılmak aslı itiba¬riyle Sünnettir. Cemaatla kılınması ve Ramazan gecelerinin Teravih ile ihya edilmesinin ne güzel bir iş olduğu manasındadır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyuruyor:
“Benim sünnetime ve raşid halifelerin sünnetine uyun, ayrılmayın.” buyuruyor. Sonra Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in şu sözleri meşhurdur. Benden sonrakilere uyun. Bu söz, Râfızileri reddediyor.

Fasıkın Arkasında Namaz Kılmak.

Müminlerden Allah'a itaat eden ve etmeyen herkesin arkasında namaz kılmak caizdir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor.
“Allah'a itaat eden ve itaat etmeyen her müminin arkasında na¬maz kılın.” [240] Bu hadîs'i Dârekutnî, Ebû Hureyre'den, yine Beyhakî de Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir. Beyhakî bu hadis'e: “İtaatkâr olan ve olmayan herkes ile beraber cihad edin.” ibaresini de ilâve et¬mektedir.
Fasık ve facir de olsa imamın arkasında cemaatla ve Cuma namazı kılmayı terk eden kişi ilim adamlarının çoğunluğuna göre, bidat ehlidir. Doğrusu böyle bir kimsenin arkasında namaz kılınır ve iade edilmez İbn-i Mes'ûd ve diğer sahabiler, içki içmesine rağmen Velld b. Ukbe b. Ebî Muît'in arkasında namaz kılmışlardır. Hatta bir kerre onlara sabah namazını dört rekât olarak kıldırmıştı. “Münteka” adlı kitapta zikredildiğine göre, Ebû Hanîfe'ye ehl-i sünnetin bu konudaki görüşü sorulunca şöyle cevap verdi:
“Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'i üstün tutman, Hz. Osman ile Hz. Ali'yi sevmen, mestler üzerine mesh etmeyi caiz görmen ve itaatli itaatsiz her müminin arkasında namaz kılınandır” cevabını verdi.
İmam Âzam yine “El-Vasıyye” adlı kitabında şeyle diyor.
“Sonra ikrar ederiz ki Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'den sonra ümmetin en faziletlisi ve en hayırlısı Hz. Ebû Bekir, sonra Hz.Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali'dir. Çünkü Allah Teâlâ bunun hakkında şöyle buyuruyor:
“Önce geçen ilk müslümanlar bunlar dereceleri en yüksek olan¬lardır... Naîm Cennetindedirler.” [241]
Bu sahabîlerden ilk olarak halifeliğe geçenler daha faziletlidir. Onları Allah'tan korkan her mümin sever, münafıklar ve kötüler ise sevmez.
İmam Âzam bu hususta yine aynı kitapta şöyle diyor: İkrar ede¬riz ki, seferde bulunmayan kimse için mestler üzerine mesh etmek bir gün bir gece, misafir için üç gün üç gecedir. Zira Hadis öyle gel¬miştir.
Yine söylediğimiz gibi, kim mest üzerine mesh etmeyi inkâr ederse küfründen korkulur. Çünkü Mest üzerine mesh etmeyi sün¬net kılan hadis, lafzı yönden Tevatür etmiş hadislere yakındır. Bu hadis her ne kadar lafzı bakımından tevatür etmiş değilse de mâna yönünden mütevatirdir.
İmam Âzam, daha sonra o kitapta şöyle diyor:
“Seferde namaz¬ları kısaltarak farzlarını iki rekât kılmak ve Ramazan ayında yine sefer halinde iken iftar etmek, Kitabın nassı ile sabit olan bir ruh¬sattır.Seferde namazların iki rekât kılınması hususunda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Sefere çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızda bir sakınca yoktur.” [242]
Seferde iftar konusunda da şöyle buyuruyor:
“Kim hasta olursa, yahut seferde bulunursa, diğer günlerden sayılı günlerle orucunu kaza etsin.” [243]
Birinci âyette “Namazları kısaltmakta bir sakınca yoktur.” ruh¬satı amel bakımından vaciptir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem bu hususta şöyle buyuruyor:
“Seferde namazı kasr etmek, Allah'ın size verdiği bir sadaka¬dır. Allah'ın sadakasını kabul edin.” [244]
İşte bu sebepten misafir seferde dört rekât kılarsa günahkâr olur. İkinci âyetteki oruç tutmamakta serbest oluş hakkındaki ruh¬sat ise delalet bakımından açık değildir. Belki Zahirîler, seferde oru¬cu terk etmenin vacib olduğunu ve seferden sonra da kaza edilme¬sinin gerekli olduğu görüşünü kabul etmişlerdir.
Ruhsat şu âyetten istifade edilmiştir.
“Oruç tutmanız, sizin için ziyade hayırlıdır.” [245]

Îmanla Ölen Cehennemde Ebedî Kalmayacaktir :

Biz, Mümine işlediği günahlar zarar vermez demiyoruz; işledi¬ği günah sebebiyle Cehennem ateşine girmez, demiyoruz; fâsık da olsa dünyadan mümin olarak çıktıktan sonra Cehennemde ebediyyen kalacak, demiyoruz.
Murcie, Melâhide ve İbahiye taifesi ise, müminin işlediği günah sebebiyle Cehennem'e gitmeyeceğini söylüyorlar.
Ehî-i Sünnet vel-Cemaat inancına göre,
“Şüphesiz Allah Teâlâ, kendine eş koşulmasını mağfiret etmez. Şirkten başka günahlar için dilediğini mağfiret eder.” [246] âyetine dayanarak günah işleyen kimse¬nin Allah'ın meşîeti altında olduğu için tevbesiz olarak da günahla¬rı affedilir. Yoksa Allah Teâlâ, zaten vaadi icabı tevbe edildikten sonra şirki de, diğer günahları da mağfiret eder. Mutezile ise Ehl-i Sünnet'in bu görüşüne karşı çıkarak, kötüye azab etmek, itaat ede¬ne sevap vermek ve tevbeleri kabul etmek Allah Teâlâ üzerine va¬ciptir, diyorlar.
İmam Sadüddin et-Taftazaninin “Şerh'uî-Akâid”de “Allah, şirk¬ten başka diğer günahları dilediği için mağfiret eder.” âyetinde şöyle diyor: Yani Allah Teâlâ küçük ve büyük günahları tevbeli tevbesiz affeder. Ancak Mutezile buna muhalefet etmektedir. Burada “Tevbeli” sözü kalem hatasıdır. İki noktadan yerinde bir söz değildir. Çün¬kü iki taifenin de görüşüne aykırıdır. Zira bu bahis tevbenin mağfi¬retin ihtilâf konusu olduğu bir yerdir. Tevbeli olarak mağfiret edil¬mesi hususunda bir ihtilâf bahis konusu değildir. “Şerh'ul-Mekâsıt”da da açıklandığı üzre bütün âlimler, tevbe eden kimsenin affedileceği hususunda ittifak halindedirler. Nitekim:
“Günahından tevbe eden, günahsız gibidir.” [247] hadisinde bu husus doğrulanmaktadır. Yine Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:
“Allah Teâlâ, kulundan tevbesini kabul eden ve kötülüklerini affedendir.” [248]
Sonra bazı kötülükleri Allah Teâlâ'nın yalanlama ve inkâr ema¬resi yaptığı hususunda bir ihtilâf yoktur. Bazı günahların inkâr ema¬resi olduğu şer'î delillerle de bilinmektedir. Meselâ; putlara secde etmek, mushafı pisliklerin içine atmak, küfür kelimesini telâffuz et¬mek gibi. Şer'î delillerle küfür olduğu sabit olan sözlerde olduğu gibi. Şüphe ve inkâr tahakkuk etmedikçe, imanın yalnız dil ile ik¬rar ve kalb ile tasdikten ibaret olduğu gerekçesiyle, dili ile ikrar edip kalbi ile tasdik edenin küfür işleri ve küfür sözlerinden bazı¬ları ile kâfir sayılmayacağı yolundaki inanç reddedilmiştir.
Mûtezile'nin “Ümmet-i Muhammed büyük günah işleyenin fasık olduğunda ihtilâf ettikten sonra; mümin, kâfir, yahut münafık olduğu hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ehl-i Sünnet'e göre mü¬mindir, Hâricilere göre ise fasıktır. Hasan-i Basrî'ye göre de müna¬fıktır. İşte biz, “ihtilâfı terk ederek ittifak edilen hususu aldık ve büyük günah işleyen ne mümindir, ne de kâfirdir.” dedik sözleri red¬dedilmiştir. Zira bu düşünce, Selef âlimlerinin iki mertebe arasında bir mertebe bulunmayacağı hususunda ittifak ettikleri düşünceye mu¬halif olup iki menzile arasında bir menzile ortaya çıkarmaktır. Ki bu düşünce bâtıl olur. “El-Bidâye” adlı kitapta belirtildiğine göre, İmam Hasan-i Basrî'nin bu düşüncesinden döndüğü rivayet edilmek¬tedir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Mutezile ile Haricîler, İcmaın bağlandığı daireden dışarıya çıkmışlardır. Onların sözlerine itibar edilmez.

Müminin Ameli Zayî Olmaz :

Murcie taifesinin söylediği gibi, demiyoruz ki, yaptığımız iyilik¬ler kabul edilmiştir, kötülükler de affedilmiştir. Ancak biz şunu söylüyoruz: Mesele uzun bir şekilde açıklanmıştır. Şartlarına uygun bir şekilde açık ayıplardan ve gizli kusurlardan uzak kalarak kim iyi bir amel işlerse ve dünyadan çıkıncaya kadar yaptığı bu ameli iptal etmezse, Allah Teâlâ onun bu amelini zayi etmez, belki fazlı ve Keremi ile bu ameli kabul edip mükâfatlandırır. Allah'a eş koşmak¬tan başka mümin olarak fakat tevbe edemeden öldüğü kötülükleri ise Allah Teâlâ'nın dileğindedir. İsterse, affeder, dilerse azab eder. Fakat ebedî olarak Cehennem ateşinde bırakmaz. Herhangi bir amel¬de gösteriş, yahut yaptığı işte kendini beğenmek gibi haller vuku bulursa, o amelin mükâfatını iptal eder.
Amellerin sevabını iptal eden haller, küfür, kendini beğenme ve gösteriş gibi hallerdir. Bu konularda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor.
“Kim imanı inkâr ederse, yaptığı bütün ameller boşa gider.” [249]
“Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.” [250]
Sonra hadîs-i şerifte zikredilen:
“Ateş odunu yakıp kül ettiği gibi, başkalarının elindeki nimeti çekememek, insanların yaptıkları iyiliklerin mükâfatını yakıp kül eder.” [251]
Sözü şöyle tevil ediliyor: Çoğu zaman çekememe hali, insanı, hased edilen kişiye nisbetle kötülük işlemeğe sevkeder. Bu sebeple Kı¬yamet gününde hasedçinin yaptığı iyilikler, hased edilene verilir.
Allah Teâlâ iyilik yapanların mükâfatını zayii etmez. Çünkü bir âyette şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz Allah Teâlâ, iyilik yapanların mükâfatını boşa çıkarmaz.” [252]
“Şüphesiz Allah müminlerin mükâfatını zayi etmez.” [253]
Başkalarına gösteriş yapan, işinde ihlâs olmadığının delilidir. Çünkü gösterişçi, insanlar görüp güzel desin için bir iş yapar. Süm'acı, yani başkalarına işittirmek için bir işi yapan da Allah rızası ga¬yesini taşımamaktadır. Bu sebeple yaptıkları amelin mükâfatı yok olur. Gösteriş ve işittirmek için iş yapmak, bir şeyi lâyık okluğu yere koymamaktır. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Kim rabbine kavuşmak isterse, iyi amel yapsın ve rabbbıne iba¬dette kimseyi ortak etmesin.” [254]
Bu âyette zikredilen, eş koşmak hem açık, hem de gizli olarak Allah'a eş koşmak mânalarına şamil olmaktadır. Açıkça eş koşmak bellidir. Gizli olarak eş koşmaksa başkalarına işittirmek, gösteriş yapmak ve beğendirmek için yapılan taat ve ibadetlerdir. Hz. Pey¬gamber sallellahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle bu¬yuruyor:
“Allah için yaptığı bir amelde her kim Allah'tan başkasını or¬tak ederse, sevabını Allah'tan başkasından istesin. Zira Allah ziya¬desiyle ortaktan beridir.” [255]
“İçinde zerre kadar gösteriş bulunan bir ameli Allah Teâlâ ka¬bul etmez.” [256]
İmam Âzam, metinde yapılan iyiliklerin mükâfatını belirtirken sadece gösteriş ve kendi işini beğenme hallerini zikretmekte yetinmiş¬tir. Diğer günahların ve hallerin amellerin sevabını yok etmediğine işaret etmiştir. Çünkü diğer kötülükler, yapılan amellerin mükâfatı¬nı yok etmez. Sadece bu iki hal, iyiliklerin sevabını giderir. Belki bu¬nun aksi olmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderirler.” [257]
Bu konuda yine şöyle bir hadisi kudsî bulunmaktadır.
“Benim rahmetim, gadabımı geçmiştir.” [258]
Bir şârih buna karşı çıkarak şöyle demiştir: Gösteriş ve yaptığı işi beğenme, yapılan iyiliklerin mükâfatını yok ettiği gibi, bunlar¬dan başka bazı kötü davranışlar da yapılan iyiliklerin mükâfatını yok eder. Bu âlim şu hadise dayanmaktadır:
“Beş şey vardır ki, oruçlunun orucunu bozar. Biri dedikodu, di¬ğeri yalan, üçüncüsü söz gezdirmek, dördüncüsü yalan yere yemin etmek, beşincisi ise şehvetle nâmahreme bakmaktır.” [259]
Bu hadis-i şerife dayanarak diğer kötü hallerin de yapılan iyilik¬lerin mükâfatını yok edeceğini kabul eden zat, hadisin tevilini bile¬memiştir. Tevili şöyledir: Bu hadisten maksat, beş şeyin, orucun ke¬malini ve cemalini bozar, demektir. Aslını bozar manasında değil¬dir. Çünkü şehvetle bakmak, küçük günahtır. Ehl-i Sünnete göre de, Mûtezile'ye göre de küçük günahtır; yapılan bir amelin sevabını yok etmez.
Bu zatın:
“Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi, müslümanm amelini bozar.” [260] hadisini delil olarak ileri sürmesi kabul değildir. Zira hadis-i şerif, müslümanın kötü ahlâkı riyasından (gösterişinden) ve kendi¬ni beğenmesinden ileri geliyorsa bütün amellerini yok eder, mana¬sında tevil edilmiştir. Ehl-i Sünnet vel Cemaat Mezhebinin inancının gereği de budur.

Peygamberlerde Mucize :

Peygamberler için mucizeler, veli kullar için de kerametler haktır.
Yâni peygamberlerin mucizeleri ile velilerin kerametleri Kitap ve Sünnetle sabittir. Kerametleri inkârda Mutezile ile Bid'at ehlinin muhalif oluşuna itibar edilmez. Mucize ile keramet arasındaki fark: Mucize, ölüyü diriltmek, bir dağı yok etmek gibi muarazaya uygun şekilde âdete muhalif tarzda bir iştir. Mucize Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin dâvasını doğrulamak için gösterilir. Her gün güneşin, dünyanın doğusundan doğdurulması gibi harika olma¬yan durumlar, mucize değildir. Bu tarifin dışındadır. Hârika ise böyle değildir. Meselâ; kendisini doğrulamak için bir çocuğun konuşacağını iddia etmek gibi. Çocuk onu yalanlayacak şekilde konuşursa bu hâ¬rika değildir. Nitekim Deccalda da böyle haller olacaktır.

Velîlerin Kerametleri.

Kerametler de harikadır, fakat bu harikalar bir iddiaya ve muarazaya yakın değildir. Bu harika velinin kerameti olup Hz. Peygramber'in dâvasında doğruluğuna alâmettir. Zira tabiîn (ümmetin) kerameti, uyduğu kişinin (Peygamberin) kerametidir. Veli, mümkün olduğu ölçüde taatlara devam eden, kötülüklerden sakınan, dün¬yevi lezzetlere, şehvetlere, gafletlere, oyun ve eğlencelere dalmak¬tan yüz çeviren, Allah Teâlâ'yı ve sıfatlarını tanıyan kimsedir. Hz. Ömer'in mektubu ile Nil nehrinin taşması, Medine'de Minber üzerin de iken Nihavend denilen yerde askerlerini görmesi ve İslâm ordu¬sunun kumandanına: Yâ Sâriye, dağdan sakın diyerek onu dağın ar¬kasındaki düşmanın hücumundan sakındırması ve orada bulunan Sâriye'nin mesafe uzak olmasına rağmen Hz. Ömer'in bu sesini işitmesi Halid b. Velid'in zehiri içtiği halde bundan bir zarar görmemesi Sahabe ve diğer Ehl-i Sünnet'e mensup müslumanlardan vaki olmuş birçok kerametlere dair rivayetleri buna bir misal olarak zikredebiliriz:
Mutezile ise Ehl-i Sünnete karşı çıkarak kendi aralarında böyle bir mertebenin bulunduğuna şahid olmamışlardır. Şiîler kerametleri yalnız on iki imama tahsis etmişlerdir.
Sonra İmam Âzam'ın bu makamdaki kelâmının zahiri Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun görüşüne uygundur. Bu görüş de şudur: Peygamber için mucize olan her şeyin veli kullar için bir keramet olması caizdir. Aralarında peygamberlik iddiası dışında bir fark yoktur. İmam Kuşeyri ve İbn-i Sübkî gibi ona uyanlar, bu görüşe muhaliftir. Onlar yukarıdaki görüşe ilâveten şöyle demektedirler: Babasız çocuk doğurmak, cansız bir varlığı canlandırmak gibi haller müstesna. Bunlar mucizedir, keramet olmazlar. “Kitap ise Meryem'den ve Süleyman aleyhisselâm'ın arkadaşından keramet zu¬hur ettiğini söylemektedir. Birinci İsa aleyhisselâm'ın peygamberli¬ğini kuvvetlendirmek içindir, yahut Zekeriyya aleyhisselâm için bir mucizedir; ikincisi ise Süleyman aleyhisselâm için mucizedir, tarzın¬da ileri sürülen görüş şu şekilde reddedilmiştir: Bizler, sadece pey¬gamberlik iddiası bulunmaksızın Allah'ın bazı salih kullarında ha¬rika durumların zuhur edebileceğini iddia ediyoruz. Buna, bir pey¬gamber için mucize, yahut takviye adını vermek bizim için zarar vermez. Kıssaların siyakı (akışı) orada peygamberlik iddiası bulun¬madığına, belki Zekeriyya aleyhisselâm'ın o kaziyye hakkında bilgi sahibi bulunmadığına, ancak keyfiyetten sorunca bunu öğrendiğine delâlet etmektedir.
Hülâsa, harika işler, Peygambere nisbet edilirse, mucizedir; is¬ter kendisi tarafından gösterilmiş olsun, ister ümmeti tarafından gösterilmiş olsun, peygamberliğinin doğruluğuna delâlet ettiği için, mucizedir. Bu itibarla böyle işler peygamberlere mucize yapılmıştır. Yoksa mucizenin hakikati, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin elinde münakaşaya yakın olmasıdır. Bu mucize, veli'ye nisbetle ke¬ramettir.
Ebû Ali el-Cüzcâni bu konuda şöyle demiştir. Sen Allah yolunda doğruluğu ve istikameti iste, keramet arama. Zira senin nefsin keramet aramaya, zorlar, rabbin ise senden istikamet ister.
Şeyh Sühreverdi rahimehullah “Avarif”inde şöyle diyor: Bu ko¬nuda bu büyük bir esastır. Zira ibadet yapan müctehitlerden çoğu önce gelen Selef âlimlerinden çok şey işittiler, buna rağmen kendi¬lerine keramet ve harikalar verilmemiştir. Onların nefisleri kera¬metlerden bir şey bekler ve keramet verilmesini ister. Allah'a iba¬det edenlerden biri, kendisinde harika bir iş zuhur etmediği için, kal¬bi kırılır ve bunu amelinin sahih olmadığına işaret sayar. Eğer, böyleleri bu işin sırrını bilselerdi iş kolaylaşır ve Allah Teâlâ'nın sadık olan bazı mücahitlere bu kerametin kapısını açtığını bilir. Bunun, hikmeti gördüğü harikalar ve kudret-i ilâhî eserleri sebebiyle iman hususunda yakinini artırmak, dünyada zühd ve takva hakkında azmi kuvvetlendirmek ve nefsani arzuları çağıran sebeplerden uzaklaş¬maktır Davasında sadık kişinin yolu nefsi için istikamet istemesidir. Esas keramet istikamettir. Yani Allah yolunda dosdoğru olmaktır.
Netice olarak şunu söylemek gerekir: Şeriata ait işlerle ilgili bil¬ginin insana açılması, olacak işler hakkındaki bilginin insana açıl¬masından daha hayırlıdır. Birincinin, yani şeriat bilgisinin olma¬ması dine zarar verir. İkincisi, yani olacak ve olmuş olaylar hakkın¬daki bilginin insana keşfolması ise böyle değildir. Belki çoğu kere bu bilginin olmayışı kişi için daha hayırlı olur. Zira nefsin payı kal¬maz, ibadetler sırf Allah rızası için yapılmış olur.
Sonra bil ki, Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle bu¬yuruyor:
“Müminin bakışından sakının. Zira o Allah'ın nuru ile bakar.” [261] Bu hadisi Tirmizî Ebû Saîd el-Hudrî rivayetinden nakletmiştîr.
Cenab-ı Hakk da bir âyette :
“Elbette bunda keskin anlayışlılar için alâmetler vardır.” [262]buyu¬ruyor:
Tenbih edilmesi gereken hususlardan biri de şudur: Feraset üç nevidir. Birincisi imana taalluk eden ferasettir. Bunun sebebi nur¬dur. Allah bu nuru, imanının kuvvetlendiği ölçüsünde kulunun kal¬bine sokar. İmanı kuvvetli olanın bakışı daha keskindir, anlayışı da¬ha keskindir.
Ebû Selman ed-Dârânî rahimehullah şöyle diyor.
“Feraset, nefsin bir şeye muttali olması ve gaybı görmesidir. Bu ise imanın makam¬larından bir makamdır.”
Ferasetin ikincisi, riyazet yolu ile elde edilen ferasettir. O da açlık ye uykusuzlukla ve halvetle (tenhaya çekilmekle) elde edilir. Zira insanın nefsi dünyaya ait meşguliyet ve alâkalardan boş olun¬ca, bu boşluğu ölçüsünde feraset ve keşif kuvveti elde eder. Bu tür¬lü feraset, mümin ile kâfir arasında müşterektir. Bu türlü feraset,ne imana ne de veliliğe delalet etmez. Faydalı bir şekilde Hakk’ı keşfetmez. Belki onların keşfi idarecilerin ve rüya tabircilerinin doktorların ve benzerlerinin keşfi gibidir. Ferasetin üçüncüsü, yaratılıştan var olan ferasettir.Bu tür feraset hakkında tabibler ve diğer alimler bir çok kitablar yazmışlardır.Onlar yaratılışı, huy ve davranışlar hakkında delil kabul etmişlerdir. Zira yaratılış ile davranışlar arasında Allah’ın hikmetinin gerektirdiği hikmetler vardır. Bu başın adetten dışarı çıkacak şekilde küçüklüğünü aklın küçüklüğüne, gögüs genişliğini huyun genişliğine, göğün darlığını huyun darlığına, gözlerin donukluğunu ve bakışın zayıflığını sahibinin tembelliğine ve kalb sıcaklığının zayıflığına delalet etmesi gibidir.

Kafirlerde Gökülen Hârikalar, Mucize Değildir :

Hadislerde haber verildiği üzere, Firavun, İblis, Deccal gibi Al¬lah düşmanlarında görülen harikalara mucize adını vermeyiz. Bun¬lara, ihtiyaçlarının giderilmesi ismini veririz.
İblis'e yeryüzünde mesafe katetme yetkisinin verilmesi ve bu sebeple şarkta garpta bulunan kimselere kolayca vesvese vermesi, hâdis-i şerifte belirtildiği üzere insanoğlunun kanına girebilmesi, aslında Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra Allah Teâlâ'dan istediği mühletin kendisine verilmesi ile izah edilir. Bu bir harika değildir. Allah Teâlâ'nın, insanları imtihan etmek içn bunda büyük hikmetleri vardır.
Fir'âvn da Nil'e emreder, dilediği tarafa doğru akardı. Nitekim Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de buna işaret, etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Firavn kavminin içinde bağırıp şöyle dedi: Ey kavmim! Mısırın mülk ve saltanatı hana ait değil midir? Bu nehirler benim ayağımın altından akıyor.” [263]
Hikâye edilir ki, Firavn, sarayına binek olarak çıkmak yahut in¬mek istediği zaman, atının ayakları arzusuna göre, uzayıp kısaldı.
Deccal'ın da bir insanı öldürüp dirilteceği rivayet edilmektedir, deccal'a ait bu harika istikbal ile ilgilidir. Bunlara mucize ve kera¬met adını vermiyoruz. Ancak Allah Teâlâ, kendilerine hikmeti icabı fırsat vermiştir.
Zira Allah Teâlâ, azaba sokmak için, bazen düşmanlarının is¬teklerini yerine getirir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Bizim âyetlerimizi yalanlayanları, bilmedikleri yönden azar azar azaba yaklaştırırız.” [264]
Yani iman etmeyenlere, çok nimet ve uzun müddet verilir ki, azar azar Allah'tan bir ihsan ve yaklaşmadır sanarak helake uğrasınlar. Aslında bu, Allah'a yaklaşma değil, Allah'tan uzaklaşma¬dır; Allah'ın yardımı kesmesidir. Hâdis-i şerifte şöyle buyuruluyor.
“Allah Teâlâ'nın, isyana devam eden kişiye istediği nimetleri verdiğini gördüğün zaman bu istidraçtır. Yâni onu azaba ve hela¬ke sokmak içindir.” [265]
Bu sözü buyrduktan sonra Hz. Peygamber şu âyeti okudu:
“Böylece ne zaman ki yapılan ihtarları unuttular, üzerlerine her türlü ni¬metin kapısını açtık.” [266]
Yani kendilerini imtihan etmek ve sonunda azaba sokmak için her türlü nimetin kapısını kendilerine açtık.
“Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlikle tam fe¬rahladıkları sırada, onları ansızın yakaladık.” [267]
Yani hayretler içinde, her türlü hayırdan ümitlerini keserek on¬ları ansızın, yakaladık. İşte bu sebeple görünüşte kendilerine yerilen nimetin çokluğu, ahirette azaba giriftar olmalarını gerektirir. İstidracın esas manası derece derece yükseltmek ve alçaltmaktır. Yani Allah Teâlâ böyle kişileri bir yükseltir, bir de alçaltır.

Kafirlerin Elindeki Hârikalar İsyan Ve Küfürlerini Artırır :

Allah'ın düşmanları, kendilerine verilen bu harikalar ve ni¬metler sebebiyle değişirler ve isyanlarını yahut küfürlerini artırırlar. Bunların hepsi caiz ve mümkündür.
Nitekim İblis'in dâvasında durum böyle olmuştur. İblis Allah Teâlâ'nın huzurundan kovulunca:
“İblis;Yâ Rabbi!Bana Kıyamete kadar mühlet ver, dedi, Allah da: Sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu.” [268]
Şeytanın, imtihan için kullan hak yoldan saptırması murad edil¬diğinden, Allah Teâlâ tarafından duası kabul edilmiştir. Çünkü İb¬lis, sapıklık ehlinin başkanıdır. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ise hidayet ehlinin başkanıdır. Birincisi İblis Celâl sıfatının tecellisidir. İkincisi Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ise Cemal sıfatının tecellisidir. Kemal sıfatının nuru görülmesi için ikisi de lâzımdır. Bu sebepten Şeyh Ebû Medyen el-Mağribi şöyle demiştir:
“Batıl, kendi halinde inkâr edilmez. Zira o, Allah'ın sıfatının, ya¬ratılmışlar aynasındaki tecellilerinden bazısıdır.”
İmam Âzam'm iblis ile Fir'avn'ı bir arada zikretmesi şu hadis-i şerife dayanmaktadır:
“Süddî'den rivayet edildiğine göre, Cebrail aleyhisselâm, Resulullah sallellahu aleyhi vesellem'e şöyle demiştir: Allah'ın kulları arasında iki kişiye buğz ettiğim kadar kimseye buğz etmedim. Bun¬ların biri cinlerden, diğeri ise insanlardandır. Cinlerden olan İblis'tir. Adem aleyhisselâm'a secde etmekten kaçtığı zaman ona buğz ettim. İnsanlardan olan Fir'avn'dır ki “Ben sizin en büyük rabbinizim.” dediği zaman ona buğz ettim.” [269]
Ben derim ki; belki Firavn, iki yönden İblis'ten daha kötüdür. Birincisi insan neslinden olduğu halde kendisinden bu taşkınlığın zuhur etmesidir. İblis ise cinlerdendir. Cinlerden isyanın görünmesi uzak bir ihtimal değildir. İkincisi, İblis, küçük gördüğü için Allah'¬tan başkasına secde etmek istememiştir. Firavn ise, kendini büyük görerek Allah’lık iddiasında bulunmuştur. Ne gariptir ki şeytan, Al¬lah'tan başkasına ibadet etmesi için insanoğluna vesvese verir, öğüt verir; fakat kendine ibadet edilmesini öğütlemez. Bu durum insan¬ların kalblerinden tamamen uzaklaştığı ve Allah'ı tanıdığı için olsa gerektir. Ancak sonradan İblis Allah'ın İhsan makamından uzaklaş¬tırılmıştır. Yani insanlar, ondan nefret ettikleri için O'na ibadet et¬mezler. Yine Allah'ı tanıdığı için kendine ibadeti emretmez.
Bu konudaki latifelerden biri de şudur: Sarayda Fir'avn'dan başka kimsenin bulunmadığı sırada İblis Fir'avn'ın sarayının kapı¬sını çalmış. Fir'avn: Kim o? demiş. Bunun üzerine şeytan gülerek şöyle cevap vermiş: Allah’lık iddia eden adam, çenesinin dibindeki kapısı üzerinde bulunan halkından ve kulluk erbabından birini tanıyamıyor.
Bazen harikalar, isteğin hilâfına da cereyan ederek iddia sahi¬bini alçaltır. Rivayet edildiğine göre, Müseylemetül-Kezzeb, bir gözü kör olan birinin gözünün açılması için dua etmiş, fakat sağlam gö¬zü de kör olmuştu.
Bil ki, Allah’lık iddia edenin elinde, isteğine uygun olarak hari¬kanın meydana gelmesi caizdir, fakat peygamberlik iddia edeninki caiz değildir. Zira, peygamber olmadığı halde yalancı olarak pey¬gamberlik iddia eden kişinin elinde harikanın isteğine uygun olarak meydana gelmesi, gerçek peygamberle yalancı peygamberi birbirin¬den ayırd etmenin kapısının kapanmasını gerektirir. Fakat Allah’lık iddia edenin elinde bazı harikaların görünmesi Allah Teâlâ'yı tanıma¬nın kapılarının kapanmasını gerektirmez. Zira akıl sahibi her insan, bilir ki, Allah’lık iddia eden kimse yaratılmışlık ve noksanlık işaret¬lerini taşımaktadır, dolayısıyla yaratılan kişi, bin tane harika da gösterse yine Allah olamaz.
Sonra adete muhalif iş, adetin dışında bir iş olabileceği gibi, mutad olan bir iş yapmaktan aciz bırakmak tarzında da olabilir. Meselâ; Zekeriyya âlehisselâm'ın, üç gün insanlarla konuşmaktan menedilmesi gibi. Mutad olan bir işten menetmek de adeti bozmak¬tadır. Çünkü bu herhangi bir hastalık sebebiyle olmamıştı. Bu sebeple Zekeriyya aleyhisselâm'ın işaretle konuşmaktan başka sükût ettmesi, Allah'ın kendisine bir çocuk verdiğinin tahakkukuna bir işaret olmuştur. Buna mucize adı verilir.

Allah Ezelde Yaratıcı Ve Rızık Verendir :

Allah Teâlâ, hiç bir şeyi yaratmadan evvel de yaratıcı idi. Kim¬seye rızık vermeden evvel de rızık verendi.
İmam Âzam rahimehullah'ın bu maksadı, halk için ve bilenler için tekrar edilmesi, havas ve avam herkesin inanması gerekli bir inanç olduğunu ifade etmek için olsa gerektir.
Zerkeşi bu konuda şöyle diyor:
“Her ne kadar fiili sıfatlar yara¬tılmıştır demişsek de vermeden Allah Teâlâ'ya yaratıcı ve rızık ve¬rici adını vermek hakikattir. Yine bu isme vermek mecaz olsa nefy edilmesi sahih olurdu. Halbuki Allah Teâlâ'nın ezelde yaratıcı ve rı¬zık verici olmadığını söylemek müstehcen bir iştir. Bunun misli söylenmez.” Yaratıkları ezelde var etti dememiz, şeklinde reddedilme¬si doğru değildir. Zira bu, yaratılmışların kadim olmasına sebep olur. Bunların arasındaki fark ise açıktır. Belki; “Yaratıkları sonuna kadar var etti” sözü kendi başına açık bir delildir, eşyanın yaratıl¬dığına işaret ediyor. Ancak bu yaratıklar, mahallinde vaki değildir.

Allah'ı Görmek :

“Muhakkak siz, Bedir gecesinde ayı gördüğünüz gibi Kıyamet gününde rabbinizi göreceksiniz.” [270]
Müminlerin Allah Teâlâ'yı dünya gözü ile görmeleri hususunda yine Hz. Peygamber sallalahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Cennet ehli Cennete girdiği zaman Allah Teâlâ, onlara şöyle diyecek: Bir şey istiyor musunuz? Size daha çok vereyim? Müminler de şöyle diyecekler: Bizim yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi Cennet'e komadın mı? Cehennem azabından korumadın mı? Bunun üzerine Allah ile aralarında bulunan perde kalkacak ve müminler Allah Teâlâ'nın yüzünü görecekler. Müminlere Cennette Allah'ı görmekten daha iyi bir nimet verilmemiştir.” buyurduktan sonra Hz.peygamber şu âyeti okudu:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Empty
MesajKonu: Geri: Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi   Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:35 pm

Rüyada Allah'ı Görmek:

Allah'ı görmeyi ispat eden bir taife de rüyada Allah'ı görmenin mümkün olmayacağına meyletmişlerdir. Şeyh Ebû Mansur el-Mâtürîdi de bunlardandır. Muhakkikin diye isimlendirilen araştırıcı âlimlerin de bu görüşte olduğu söylenmektedir. Bunların dayandıkları de¬lil şudur: Rüyada görülen, hayal ve gölgedir. Allah Teâlâ ise hayal¬den beridir.
Rüyada Allah Teâlâ'nın niteliksiz, cihetsiz ve karşılıksız olarak görülmesini bizim mezhebimizin mensubu bazı âlimler caiz görmüş¬lerdir. Bunlar Seleften rivayet edilen düşüncelere dayanmaktadır¬lar. Nitekim Ebû Yezîd'den şöyle rivayet edilmiştir:
“Rabbimi rüya¬da gördüm.” deyince kendisine:
“Bu nasıl olur?” denildi. Bunun üze¬rine Ebû Yezîd;
“Nefsini bırak ve gel.” cevabını verdi. Ahmed b. Hanbel'in de rüyada Allah'ı gördüğü rivayet edilmiştir.
Rivayete göre Ahmed b. Hanbel, rüyada Allah'ı görmüş ve ken¬disine :
“Yâ Ahmed! Bütün insanlar benden isterler. Ebû Yezîd başka. O yalnız beni ister.” buyurmuştur. Bunun sebebi de şu olsa gerektir: Ebû Yezîd'e :
“Ne istiyorsun?” denilince :
“İstememek isti¬yorum.” cevabını vermiş. Hamza ez-Zeyyat, Ebül-Fâris Şah b. Şucâ' el-Kirmani, Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizi ve allâme Şemsül-Eimme el-Kerderi'nin de Allah Teâlâ'yı rüyada gördükleri rivayet edilmiştir. Bir tamamlama şeklinde bu meseleye tâalluk eden hususlar aşağıda gelecektir. Kâdıhan'ın:
“Bu mesele hakkında konuş¬mayı terk etmek güzeldir.” şeklindeki sözü güzel değildir. Zira sözü terk etmek bir maksat ifade etmez ve bir hüküm ortaya koymaz.
Sonra bil ki; İmam Nureddin el-Sâbunî ile Şeyh Reşidüddin ara¬sında akli delillerin gereği olarak yok olan bir şeyin görülüp görü¬leni iyeceği konusunda uzun bir münakaşa geçmiştir. Sonunda Şeyh Reşidüddin İmam Nureddin'in görüşüne dönmüştür. Zira İmam Nureddin'in görüşü nakli delillerle de takyiye edilmiştir: Semerkand ve Buhara âlimleri yok olan bir şeyin görülemiyeceğine dair fetva vermişlerdir. İmam Zahid Saffar “Telhis” adlı kitabının sonunda, yok olan bir şeyin görülmesinin mümkün olmadığını zikretmiştir. Yine müfessirler de yok olan bir şeyin Allah tarafından görülmesinin kabil olmadığını söylüyorlar. Eş'arî ve Mâtüridilerden selef âlimleri var¬lığı muhal olanın, Allah Teâlâ'nın görmesine tâalluk etmeyeceği hu¬susunda ittifak halinde bulunmakla beraber, bir şeyin varlığının, o şeyin görülmesinin illeti olduğu görüşündedirler.

Yok Olan Birşey Midir?

Yok olanın şey olup olmadığı hususunda da ihtilâf vardır. Mütezile, yok olanın şey olduğunu söylemektedir. Çünkü Allah Teâlâ şöyie buyuruyor;
“Şüphesiz ki Allah Teâlâ, her şeye gücü yetendir.” [277]
Bu âyette kudretin, her şeye tâalluk ettiği açıklanmaktadır. Kud¬ret var olana asla tâalluk etmez. Zira var olan bir şeyi var etmek mümkün değildir. Bu sebeple âyetteki şeyden kasd edilen mânanın yok olduğu anlaşılmaktadır. Yine Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;
“Şüphesiz Kıyametin zelzelesi büyük bir şeydir.” [278]
Bu âyette de vukuundan önce Kıyamet zelzelesine adı veril¬di. Bu deliller Mûtezile'ye göredir.
Bize göre yok, bir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Sen bir şey değilken ben seni yarattım.” [279]
Bu âyette Allah Teâlâ, yokun, bir şey olmadığını haber veriyor. Bu âyetin tevile ihtiyacı yoktur. Yukarıda geçen iki âyette yoklara şey âdının verilmesinin sebebi gelecek zaman itibariyledir. Doğru sunu en iyi bilen Allah'tır. Bu konuda geniş bir araştırma bahsi ge¬lecektir.
Sonra bil ki, şüphesiz
“Parlak yüzler, Kıyamette rabbine bakacaktır.” âyetinde nazar kelimesinin, bakma mahalli olan yüze nisbet edilmesi ve rab kelimesine “ilâ” harfi cerri ile tâaddi etmesi ve sö¬zün, hakikati hilâfına delâlet edecek karinelerden boş bırakılması açık olarak Allah Teâlâ'nın bununla yüzde bulunan gözün Allah Teâlâ'ya bakmasını kasd ettiğine delâlet etmektedir. Zira nazar ke¬limesi, sılaları itibariyle, tâalluk ettiği kelimeler ve kendi kendine mütâaddi olması itibarları ile değişik şekillerde kullanılır. Eğer ken¬di başına mütâaddi yapılırsa mânası, durmak ve beklemektir. Bu ma¬nada Allah Teâlâ bir ayette şöyle buyuruyor:
“O gün münafık erkeklerle münafık kadınlar müminlere şöyle diyecekler: Bize bakın nurunuzdan biz de istifade edelim.” [280]
“Ey iman edenler! Bize “Râina-Gözet” lâfzı ile hitap etmeyin; bize bak manasına gelen “unzurnâ” deyin. Allah'ın hükmünü dinleyip kabul edin.” [281]
Eğer nazar kelimesi, “fî” harf-i cerri ile mütâaddi olursa, o zaman manası düşünmek ve ibret almaktır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Onlar Allah'ın göklerde ve yerdeki mülk ve tasarrufuna hiç ba kıp düşünmediler mi?” [282]
Nazar kelimesi eğer “ilâ” harf-î cerri ile mütâaddî olursa o zaman mânası gözle görmek olur. Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyuruyor:
“Herbirinin meyvasına bakın. Bir ilk meyva verdiği zaman, bir de olgunlaştığı vakit.” [283]
Nazar kelimesi, gözün mahalli olan yüze nisbet edildiği zaman nasıl olur?
Hasan-i Basrî bu konuda şöyle diyor:
“Yüzler rabbine bakarsa rabbinin nuru ile bakar. Allah'ı görmekten, onu idrak etmek ve var¬lığını ihata etmek lâzımgelmez. Allah'ı görmenin cevazı, “Gözler onu idrak etmez” [284] âyetine aykırı değildir. Zira idrak, bir şeyi ihata et¬mektir. Bu ise görmekten daha ileride bir şeydir.” Nitekim Allah Te¬âlâ şöyle buyuruyor:
“İki topluluk birbirini görüp karşılaşınca, Musa'nın ashabı: “Biz yakalandık, dediler.” [285] (Yani idrak edildik.)
Bu âyette Musa aleyhisselâm, görülmeyi nefy etmemiştir. İdraki nefyetmiştir. Allah Teâlâ da görülür, fakat idrak edilemez. Bili¬nir, fakat bilgi ile ihata edilemez. Allah Teâlâ değil, belki gördüğü¬müz şu güneş bile görülür, fakat tam olarak idrak edilemez, biline¬mez.
Allah'ı görmenin ispatı hakkında mânevi tevatür yolu ile birçok hadisler gelmiştir. Bunları nakil yolu ile kabul etmek ve bid'at ehlinin akıl yolu ile vehim ve şüphelerine iltifat etmemek gerekir. Bu meselede “Akîdet'üt-Tahavî” adlı kitabın şarihi hataya düşmüştür. Şöyle demiştir: “Karşılıklı olmadan hiç görmek düşünülebilir mi? Al¬lah'ın görülmemesinde yaratıkları üzerine üstün olduğuna delil vardır.” Bu şârih, yücelik yönünden Allah'ın görülemeyeceğini söyle¬mektedir. Ehl-i sünnet vel-Cemaat Mezhebi'nin görüşü şudur: Allah Teâlâ, bir yönde görülmez. Hz. Peygamber'in:
“Bedir gecesi ayı gör¬düğünüz gibi, muhakkak sizler rabbinizi göreceksiniz.” sözü, bir gör¬me olayını diğer bir görme olayına benzetmedir. Her yönü ile görü¬leni, bir yönü ile görülene benzetmek değildir.

İmanın Kısımları:

İman, dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir.
İmam Âzam “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“İman dil ikrar edip kalb ile tasdiktir. Yalnız başına ikrar iman olmaz. Zira yalnız ikrar iman olsaydı bütün münafıkların mümin olmaları ge¬rekirdi. Bilmek de yalnız başına iman değildir. Zira bilmek eğer iman olsaydı bütün Ehl-i Kitabın mümin olması gerekirdi.” Allah Teâlâ münafıklar hakkında şöyle buyuruyor:
“Allah biliyor ki, münafıklar yalancıdırlar.” [286] Yâni münafıkların, iman iddialarında yalancı olduklarını biliyor. Çünkü onlar dil ile söylediklerini kalb ile tasdik etmemişlerdir. Allah Teâlâ, Kitap eh¬linin bilgisi hakkında da şöyle buyuruyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, öz oğullarını bildikleri gibi, Hz. Peygamber'i bilirler.” [287]
Bunun mânası şudur: Kitap ehlinin yalnız bilgi sahibi olması yani Allah ve Resulünü bilmesi iman bakımından onlara fayda ver¬mez. Çünkü onlar bildikleri halde Hz. Peygamber'in nübüvvet ve risaletini ikrar etmediler. Onlar Hz. Peygamber'in Araplara gönderildiğine inanıyorlar. Bu yolla yaptıkları ikrar halis değildir. Sonra tas¬dik, bizatihi güzel bir rükündür. Hiçbir durumda düşmeye ihtimali bulunmaz. Fakat ikrar böyle değildir. İkrar imanın şartı, yahut şatrı, yani yarısıdır ve başkası için güzel bir rükündür. Bu sebepten zor¬lama hallerinde ikrar düşebilir. Bunun sebebi ise, lisanın, kalbin tercümanı olmasıdır. Dolayısıyla dil, varlık yahut yokluk bakımın¬dan tasdikin delilidir. Bir kimse, açıklamasına imkân bulduğu halde herhangi bir zamanda ikrarını değiştirirse kâfir olur. Ancak, zorlamanın tesiri ile imanını açıklama imkânı bulamayıp ikrarı zail olur¬sa kâfir olmaz. Çünkü, kendisinin korkması, kalbinde tasdikin baki olduğunun delilidir. İkrarını değiştirmeğe sevk eden sebep ise, nefsinden ölümü defetmek içindir, inancı defetmek için değildir. Nite¬kim Allah Teâlâ buna işaret ederek, şöyle buyuruyor:
“Kalbi iman ile dolu olduğu halde inkâra zorlananlar müstesna. Kim Allah'a küfrederse, onlar için şiddetli bir azab vardır. Lâkin küfre karşı bağrını açanlar üzerine Allah tarafından bir gazab ve kendileri için büyük bir azab vardır.” [288]
Fakat, bir kimse imanını açıklama imkânı bulduğu zaman, ik¬rarını değiştirmesi, itikadını değiştirdiğinin delilidir. Şems'ül-Eimme Serahsî'nin de açıkladığı gibi, ikrar, tasdikin varlık veya yoklu¬ğu bakımından imanın bir rüknü olmuştur. Ancak “El-Umde” sahibi Ebûl-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud enNesefî rahimehullah, dünyevî hükümlerin icrası için imanda ikrarın şart olduğunu açıklamıştır. Eş'ari'lerin tercih ettiği görüş de budur. İmam Matü'ridi de bu düşüncededir.
Sonra İmam Âzam'ın kelâmından, iman edilecek olanın hazf edilmesi, maksadın gerçekleştirilmesinde icmali imanın yeterli olduğunu bildirmek içindir. Gerçekten iman, Allah Teâlâ tarafından gön¬derildiği, zaruretle bilinen bütün hususlarda kalben Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'i tasdik etmektir. Bu ise, iman mükellefiyetin¬den çıkmaya kâfidir. Bu şekilde iman edenin iman derecesi, tafsili iman derecesinden aşağıya düşmez. “Akâid Şerhinde” de böyle yazıl¬mıştır. Ancak, iman icmali olarak söylenmişse icmâlen, tafsili olarak söylenmişse tafsîlen demek gerekirdi. Zira tafsilâtlı olarak söylenende tafsilat şarttır. Öyle ki icmali olarak iman eden bir kimse sorul¬duğunda namazın farz olduğuna, şarabın haram olduğuna inanmaz¬sa kâfir olur. Sonra zaruretle bilinenden maksat, nazar ve istidlale ihtiyaç duymadan halkın bildiği dinî meselelerdir. Allah'ın birliği namazın farz oluşu ve şarabın haram oluşu gibi. Nazar ve istidlal kaydını koymasının sebebi, içtihatla ortaya konan hükümleri inkâr edenin ittifakla kâfir olmayacağına binâendir. Cesedlerin hasrı, âle¬min sonradan var oluşu, Allah Teâlâ'nın cüzleri de bildiği konuların¬da naslara dayanan hükümleri inkâr eden kâfir olur. Çünkü bunların zahiri mânada oldukları dinen kesinlikle bilinmektedir. Büyük günah işleyenlerin Cehennemde ebediyyen kalmayacağı hususunda varid olan hadisler böyle değildir. Çünkü büyük günah işleyenler hakkındaki deliller birbiri ile çelişmektedir.
Hülâsa, icmali imanın tafsili derecesinden aşağıya düşmemesi imanın aslı ile vasıflanmaktır. Yoksa icmali iman tam bilgi ma¬kamında elbette tafsili gibi değildir. Sonra iman mefhumunda ikra¬rı itibar etmek bazı ilim adamlarının mezhebidir. Şems'ül-Eimme el-Hulüvanî ile Fahr'ul-İslâm’ın tercih ettikleri husus da budur, ki ik¬rar imarda bir rükündür. Ancak, cebir halinde ikrarın düşmeye ih¬timali vardır.
Cumhur'u Muhakkikin, imanın, kalb ile tasdik olduğuna mey¬letmişlerdir. İkrar ise dünyadaki hükümlerin icrası için şarttır. Çün¬kü kalb ile tasdik gizli bir iştir. Buna mutlaka bir alâmet ve nişan bulunmak gerekir. Kalbi ile tasdik edip dili ile ikrar etmeyen dün¬yaya ait hükümler bakımından mümin sayılmasa da Allah katında mümindir. Dili ile ikrar edip de kalbi ile tasdik etmeyen kimse ise aksine Allah katında kâfir, fakat dünyevî hükümler bakımından mümindir. Miras alır, cenazesi kılınır. Şeyh Ebû Mansûr el Mâtüridi'nin tercih ettiği görüş budur. Naslar da bu görüşe uygundur. Al¬lah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah’a ve Peygamberi’ne muhalefete kalkışan kimselerle sevişir halde bulamazsın.Velev ki o muhalifler, babaları, yahut oğulları, veya kardeşleri, hısımları ve hemşireleri olsun.İşte allah, böyle zalim kimseleri sevmeyan bir kavmin kalblerine imanı tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir rahmetle kuvvetlendirmiştir.”
“Kalbi imanla tatmin olduğu halde cebr edilenler müstesna.”
“Bedeviler biz gerçekten iman ettik dediler.Deki; siz kalblerinizle iman etmediniz. Ancak biz, müslüman göründük deyiniz.Henüz iman kalblerinize girmemiştir.”
“La ilahe illallah” diyen kişiyi muharebede öldürdüğü zaman Hz.Peygamber’in: Üsame b.Zeyd’e “Kalbini yarıp da doğru mu, yalan mı söylediğine baktın mı?” buyurması da bu deliller arasındadır.Bu hadis-i Şerif Kütübü Sitte’de rivayet edilmiştir.
“Şerh’ul- Makasıt” da şöyle deniliyor.”İkrar, dünyevi hükümlerin icrası için şart koşulunca açık bir şekilde devlet reisine veya diğer müslümanlara ilan edilmesi gerekir. İman için rükün kılınan ikrar ise böyle değildir. Bu ikrarda başkasına göstermese de bir kerre iman sözünü konuşması yeterlidir. Doğrusu, şer’i hükümleri iltizam üzerinde kaimdir.




Sonra kalbi ile tasdik edip dili ile bunu açıklamak istediği hal¬de dilsiz olma ve benzeri engellerin mâni olduğu kişinin iman etti¬ğinde icma vardır. Bundan da anlaşılıyor ki, Kerramiye'nin inandı¬ğı gibi imanın hakikati, yalnız kelime-i şehadetten ibaret değildir.

İman Artmaz - Eksilmez:

Gök ve yer ehlinin imanı ne artar, ne eksilir.
Gök ehlinden kasıt, meleklerle cinlerdir. Yer ehlinden maksat, peygamberle, veliler, iyi ve kötü müminlerdir.
İman, iman edilen şeyler açısından artmaz ve eksilmez. Zira tasdik, gerçekleşmiş şekilde olmazsa zan ve tereddüt mertebesinde olur. Zan ise inanç makamında bir şey ifade etmez. Bu konuda Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:
“Zira zan, gerçeği ifade etmez.” [289]
İşin doğrusu imam Razî'nin de dediği gibi, iman yönünden de¬ğil tasdikin aslı yönünden artma ve eksilme kabul etmez. Zira dinin olgunluğunda olduğu gibi yakin ehlinin mertebeleri muhteliftir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuya şöyle işaret buyuruyor:
“İbrahim: Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster, demiş¬ti. Allah da: İnanmadın mı? buyurdu. İbrahim: Evet, lâkin kalbimin tatmin olması için, dedi.” [290]
“Hz. Ebû Bekr'in imanı, bir kefeye konsa, diğer müminlerin ima¬nı da öbür kefeye konarak tartılsa, Ebû Bekr'in imanı bütün mümin¬lerin imanından ağır gelir.” [291]
Buradaki imanın ağır gelmesi, imanın semereleri bakımından değil, Allah'ı gerçekten tanıması, yakininin üstünlüğü, kalbinin va¬karı ve imanının sebatı bakımındandır; İman semereleri ve ihsan bakımından değildir. Çünkü iman ehli insanların fertleri; taatlann çokluğu ve isyanın azlığı bakımından muhteliftir. İkan sıfatında ve iman vasfında imanın aslı baki olmakla beraber noksanlık merte¬besinde de durum aksinedir. Bilenler arasında ihtilâf görünüştedir esasta değildir.
Bu sebepten “EI-Hulâsa” adlı kitapta belirtildiğine göre, İmam Muhammad rahimetullah şöyle demiştir: “Bir kimsenin, benim ima¬nım Cebrail aleyhisselâm'm imanı gibidir, demesini çirkin görürüm. Lâkin, Cebrail aleyhisselâm'ın iman ettiklerine ben de iman ettim diyebilir.” Bunun sebebi de, birinci söz, her yönden onun imanının Cebrail aleyhisselâm gibi olduğunu hatıra getirir. Halbuki durum böyle değildir. İki iman arasında fark vardır.
İmam Âzam, “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Sonra iman, artmaz ve eksilmez. Çünkü imanın artması, ancak küfrün noksanlaşması ile, imanın noksanlaşması da küfrün çoğalması ile tasavvur edilebilir. Bir şahsın bir durumda hem mümin hem de kâ¬fir olması nasıl düşünülebilir? Mümin, gerçek mümindir. Onun imanında şüphe düşünülemez.
“İman edip hicret edenler Allah yolunda cihad yapanlarla, on¬ları barındırıp kendilerine yardımda bulunanlar var ya, işte onlar gerçek müminlerdir.” [292]
“O Kimseler ki Allah'ı ve peygamberini inkâr ederek kâfir ol¬dular, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve pey¬gamberlerin bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz, derler. Ve böylece imanla küfür arasında orta bir yol tutmak isterler. İşte bunlar gerçekten kâfirdirler. “ [293]
“Ümmet-i Muhammed içinde Allah'a karşı isyanda bulunanların hepsi gerçekten mümindirler, kâfir değillerdir.”
İmam Âzam bu sözü ile Allah'a karşı isyanın imana zıd olmadığına işaret etmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet vel-Cemaat mezhebinin görüşü de böyledir. Haricîlerle Mutezile ise bu görüşe muhaliftirler. Onlara göre, Allah'a isyan ile iman bir arada bulunamazlar. Biz ise bu durumu imanın kemaline hamlederek, isyan ile kâmil iman bir arada bulunmaz diyoruz. Zira müminlerden tamamiyle kötülüğü ve Allah'a isyanı söküp atmak mümkün değildir, muhal gibidir. Allah Teâlâ'nın:
“Onlara Allah'ın âyetleri okunduğu zaman, îmanlarını artırır.” [294]
âyetinin mânası bize göre, imanları yakîn derecesi bakımından ar¬tar, demektir. Yahut, bu âyetten maksat, inanılacak Kur'an âyetleri indikçe imanın arttığı şeklinde tevil edilmiştir. Hz. Peygamber
sallallehü aleyhi vesellem'e imanın artıp eksilmesinden sorulunca;
“Evet, iman artar, öyle ki sahihini Cennet'e sokar. Eksilir, öyle ki sahibini Cehennem'e sokar.” [295]
şeklinde beyan buyurdukları hadisin mânası, iman müminin güzel amelleri sebebiyle artar, tâ ki onu Cennet'e önce götürür. Kötü amelleri irtikâb etmesi sebebiyle noksanlaşır, tâ ki sahibini önce Cehennem'e, sonra da imanı sebebiyle yine Cennet'e götürür, demektir. Nitekim Ehl-i Sünnet vel Cemaat Mezhebinin düşüncesinin gereği budur.Tasdik, insan için kalb işidir. Yakın derecesinde kuvvet ve zaaf itibarıyla artma ve eksilmeyi kabul eder; Sonra taat ve ibadet imanın meyvesi, yakînîn neticesi ve kalbin irfan nuru ile nurlanmasıdır. Allah'a isyan böyle değildir. Zira Allah'a isyan kalbi karartır, Allah'a karşı olan sevgiyi zayıflatır, Allah Teâlâ'dan afiyet ve güzel bir âkibet isteriz.

Müminlerin İmanda Eşitliği :

Bütün müminler iman ve tevhid noktasında eşittirler. Ancak amel bakımından farklıdırlar.
Yani müminler esas bakımından aynı şeylere inanmaktadırlar. Aynı şekilde Allah Teâlâ'yı birlemektedirler. Bu iki kaydın konma¬sının sebebi, küfür ile iman, kör ile gören gibi birbirine zıd ve birbirinden ayrı oldukları gibi, iman edenlerin kâfirlerden o şekilde farklı olmalarına binaendir. Şüphe yok ki görenler, görme kuvveti¬nin zaaf ve kuvveti bakımından farklıdırlar. Bir kısmı gece zayıf görür, bir kısmı da gündüz zayıf görür. Bir kısmı kaim yazıları ancak okuyabilir, ince yazıları okuyamaz; diğer bir kısmı uzağı göre¬mez, bir kısmı da yakını göremez. Bir kısmı ancak gözlükle yazı oku¬yabilir vs. Bu sebepten İmam Muhammed, daha önce de geçtiği gibi, bir müminin benim imanım Cebrail aleyhisselâm'ın imanı gi¬bidir, demesini doğru bulmuyorum, belki: “Cebrail aleyhisselâm'ın iman ettiklerine ben de iman ettim.” demelidir, diyor.
Yine hiçbir müminin, benim imanım, peygamberlerin imanı gi¬bidir, demesi caiz değildir. Hatta, benim imanım Hz. Ebû Bekr'in, Hz. Ömer ve benzeri büyük sahabilerin imanı gibidir, demesi de caiz de¬ğildir. Zira Kelime-i Tevhid'in nurunun, Tevhid ehlinin kalbindeki farklılığını Allah'tan başkası bilemez. İnsanlardan bir kısmının kal¬binde bu nur güneş gibidir; bir kısmında ay gibidir, bir kısmında büyük bir meşale gibidir; diğer bir kısmında da zayıf bir kandil gi¬bidir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem iyiliği emret¬mek ve kötülükten sakındırmak hususunda mümine metod ve pren¬sip verirken buyurdukları hadisin sonunda kalbi ile buğz edenler için:
“Bu imanın en zayıfıdır.” buyuruyor. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in:
“Kuvvetli mümin, Allah katında, zayıf müminden daha sevimli¬dir.” [296] hadisi zahirî amellerdeki kuvvete de, batini amellerdeki kuv¬vete de şamildir. Mümin dünyada bu bahsedilen nurların minvali üzerindedir. Müminlerin ilim ve amellerinin nurları bu şekilde âhirette de meydana çıkacaktır. Kelime-i Tevhid'in bu nuru ne zaman kuvvetli olur ve mertebesi büyük olursa, kuvveti nisbetinde sahibin¬den, şüpheleri ve şehvetleri yok eder. Çoğu zaman o hale getirir ki mümin bu imanı sayesinde kendinde bir şüphe, şehvet, günah ve kötülükle karşılaşırsa bunları yakar. Belki Cehennem ona şöyle der: Geç, ey mümin! Senin nurun benim alevimi söndürmüştür. Bu nok¬tayı bilen kimse Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in ;
“Allah nzasını isteyerek “Lâ ilahe illellah” diyene Allah Teâlâ Cehennemi yasaklamıştır.” [297]
“Lâ îlâhe illallah diyen Cehenneme girmez.” [298]hadisinin ve ben¬zerî hadislerin mânasını anlar. Bu hadislerin mânasını anlamak müşkül olmuştur. Bir kısım insanlar bunların nesh edilmiş olduğu¬nu zannetmişlerdir. Bir kısmı emir ve yasaklar gelmeden evvel bun¬ların bu vurulduğunu zannetmişlerdir. Bir kısmı da bunlarda geçen ateşi Müşriklere mahsus Cehennem ateşi manasına çekmişlerdir. Bazıları da Cehennem'e girmek sözünü ebediyyen orada kalmak mâ¬nasına almıştır,
İmam Âzam Ebû Hanîfe “el-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:
“Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman müminden amel yapma mükellefiyeti kalkar. Amel kalktığı za¬man iman da kalkar denilmesi caiz değildir. Zira hayız kadın, bu halde iken namazın hükmü kendisinden kalkar. Böyle bir kadın için, iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut, kendisine imanı da terk etmesi emredilir, denilmez. Çünkü Allah Teâlâ, kendisine: Orucunu terk et, sonra onu kaza et, buyurmuştur. Kendisine imanı da terk et sonra onu kaza et, denilemez. Yine, fakire zekât borcu yok¬tur, denilir; fakat, fakire iman gerekli değildir, denilemez, Eğer amel imandan bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.”
Hülâsa, Ehl-i Sünnet'e göre, amel imandan başkadır. Ondan bir parça değildir, imanın rükünlerinden bir rükün de değildir. Mute¬zile ise amelin imandan bir parça olduğunu ve rükün olduğunu söy¬lüyor: Kur'an-ı Kerîm'de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İman edip iyi amel işleyenleri ağaçlarının altından nehirler akan Cennetle müjdele.” [299]
Ehl-i Sünnet bu âyette, “amelû” kelimesinin “âmenû” kelimesi¬ne vav ile atfedilmesinin imanın amelden başka olduğuna delil ge¬tiriyorlar. Çünkü atfedilenle kendine atfedilen arasında bir başkalık bulunması gerekir. Böyle olmazsa atıf yapmak sahih olmaz.

İslam'ın Hakikati.

İslâm, içtenlikle Allah'ın emirlerine teslim olmak, görünüşte de boyun eğmektir. Lügatte ise iman ile İslâm arasında fark vardır. Fakat İslâmsız iman olmaz, imansız da İslâm olmaz. Bunlar insanın sırtı ile karnı gibidir.
İman lügatte tasdik etmektir. Nitekim Allah Teâlâ, Yusuf aleyhisselâm'ın kârdeşlerinden hikâyeten şöyle buyuruyor;
“Biz gittik, koşu yapıyorduk. Yusuf'u da eşyamızın yanında bı¬raktık. Bu sebeple onu kurd yedi. Şimdi bizler doğru söylesek de siz bize inanmazsınız.” [300]
Burada “bize inanmazsın” cümlesi, bizi doğrulamaz, tasdik et¬mezsin, demektir. Başka bir âyette İslâm kelimesi şöyle kullanılıyor:
“Gökte ve yerde bulunanlar ister istemez Allah'a boyun eğmiştir.” [301]
İman, içten boyun eğmek İslâm ise dıştan boyun eğmektir. Al¬lah Teâlâ bu hususa da şöyle işaret ediyor.
“Bedeviler, inandık, dediler. De ki, siz kalbinizle iman etmediniz. Ancak biz, müslüman gözüktük, deyin.” [302]
Cibril hadisi de bu noktaya işaret ediyor. Orada iman ile İs¬lâm'ı birbirinden ayırmıştır. İmanı, yalnız tasdik, İslâm'ı ise, ikrar ve iyilerin ameli olarak takdim etmiştir.
Hulâsa, iman kalb işidir, dolayısıyla gizlidir. İslâm açıktır, gizli değildir. İmanın yeri kalbtir. İslâm'ın yeri kalıptır, cesettir. İkisi bir¬birini tamamlar.

Dinin Hakikati .

Din, iman ile islâmın her ikisine verilen isimdir. Bütün şeriatlara da din denilir.
Din, kelimesi mutlak zikredildiği zaman, ondan kasdedilen tasdîk, ikrar ve Peygamberlerin Allah tarafından getirdikleri hükümleri kabul etmek mânâsıdır. Nitekim aşağıdaki âyetlerden de bu mâ¬na çıkarılmaktadır: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu ondan kabul edilmez.” [303]
“Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır.” [304]
“Allah sizin için dinde bir güçlük kılmamıştır.” [305]
“Sizin için İslâm'ı din olarak seçtim.” [306]
Yukarıdaki metinde İmam Âzam'ın maksadı, şeriat, îslâm ve imanın kendi başlarına din adını alacağı mânasında kullanılır, de¬mek değildir. Bu makamda bunun aksini kabul eden bir şârih mak¬sadın dışına çıkmıştır.
“Akîdet'üt-Tahavi”'de şöyle deniliyor: “Allah'ın dini, yerde ve gökte birdir. Din, aşırılıkla noksanlık arası, Allah'ı teşbih ile tatil arası, cebir ile kader arası, emin olmakla ümit kesmek arasında bir haldir.” Sahîh-i Buharî'de Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Biz peygamberler cemaatiyiz. Dinimizin aslı birdir.” [307]
Dinlerin ve çeşitli peygamberlerin getirdikleri şeriatların aslı Tevhid inancıdır, tevhid ile ilgili inançlardır. Ancak şeriatlar çeşit¬lidir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Her bir peygamber için bir şeriat ve bir yol tâyin ettik.” [308]

Allah'ı Tanımak :

Allah Teâlâ'yı, kendini tanıttığı şekilde, hakkıyle tanırız.
Allah'ın zatının mahiyetini bilmek, sıfatlarını ihata etmek itiba¬riyle değil, belki bütün durumlarda kulun: gücünün yettiği ölçüde bilir ve tanırız. Burada, Allah Teâlâ için “Nefs” sözünü kulanmanın caiz olduğuna delil vardır. Zat kelimesinin kullanılması konusuna gelince, ilim adamlarının çoğunluğu ibarelerde zat ile sıfatı beraber zikr ettikleri görülmektedir. Bu konuda şöyle bir hadis gelmiştir:
“Her şey hakkında düşünün, fakat Allah'ın zatı hakkında düşünmeyin.” [309]
Suyuti’nin zikrettiğine göre Buharî'de geçen Hubeyb kıssasındaki “Bu Allah'ın zatı hakkındadır” ibaresi üzerinde iki yönden dur¬mak gerekir. Birincisi bu, bir sahabî sözüdür. İkincisi, iddia edilen hususta bizim için bir nas değildir. Belki açık olan şudur ki, o ha¬diste murad edilen mâna, Allah yolunda mânâsıdır. Çünkü kâfirler, Hubeyb'i öldürmek için Harem'den dışarıya çıkarınca “Beni bırakın, iki rekât namaz kılayım” dileğinde bulunmuş, namazdan sonra da şöy¬le demiştir:
“Müslüman olarak öldürülünce hiç aldırmam, Allah yolunda, hangi yanıma düşsem aldırmam. Bu, Allah yolundadır, eğer dilerse, parçalanmış azaların mafsallarına bereket verir.”
Allah hakkında “hakikat” kelimesini zikretmeye gelince lbni Sübki'nin “Cem'ulCevami” adlı kitabında beyan ettiğine göre, Allah Teâlâ'nın hakikati, diğer varlıkların hakikatlerine muhaliftir. İbn-i Zemlekânî bu görüşe karşı çıkarak şöyle demiştir: “Hakikat” sözünü Allah hakkında kullanmak caiz değildir.” İbn-i Cemâa Allah hak¬kında hakikat kelimesinin zikredilmesinin caiz olmayışının sebebi¬ni şöyle açıklıyor: Çünkü Allah'ın kitabında hiçbir yerinde, İhlâs sûresi ve “Allah'ın misli hiçbir şey yoktur” gibi âyetlerden hiçbirin¬de ve diğer âyetlerde zatının tahakkukuna ve sıfatının mertebeleri¬ne delâlet eden bir kârine gelmemiştir. İmam Âzam'ın bu sözü, îkan derecesinin hakikatında iman artmaz ve eksilmez, demek olsa ge¬rektir. İhsan meramında iman-i icmali yeterlidir. Mümin, ben Al¬lah'ı tanıyorum, demelidir, “Seni hakkıyle bilemedik ve tanıyama¬dık.” sözünü söyleyenin maksadı Allah Teâlâ'nın zatını ve sıfatları¬nın künhünü anlamanın, yaratıkların gücü dahilinde olmadığına mebnidir. Çünkü Allah Teâlâ;
“Gözler onu görmez.”
“Bilgi bakımın¬dan Allah'ı ihata edemezler.” buyuruyor. Sebeplere göre hükümler değişmektedir. Bu sebepten İmam Şafiî şöyle diyor:
“Kim Allah'ı aramaya kalkışır da kendi düşüncesine kadar va¬ran bir varlığa ulaşırsa, bu kimse Allah'ı yaratıklara benzetmiş olur. Eğer bu arama sonunda sırf yokluğa varırsa, Allah Teâlâ'yı muattal kılan kişidir. Eğer bir varlığa dayanır da bu varlığı anlamaktan aciz kalırsa bu kimse Allah'ı birleyen bir muvahhiddir.”
Bu sebepten Hz. Ali'ye: “Tevhid'in mânası nedir?” diye sorulun¬ca şöyle cevap vermiştir:
“Tevhid şudur: Hatırına gelen, yahut hatı¬rına getirdiğin, yahut herhangi bir halde düşündüğün varlıklar Al¬lah'tan başkadır.”, “Yahut Allah onlardan başkadır.”
Cüneyd-i Bağdadî'nin sözü de buraya döner. Cüneyd şöyle di yor:
“Tevhid, kadimliği, hâdislikten ayırmaktır. Çünkü senin hatı¬rına hadis, yani yaratılmıştan başka bir şey gelmez. Kadimliği tecrid etmek Allah'ın ne zatı ve ne de sıfatı hakkında yaratıklardan hiçbirine benzeme hükmünü vermemendir. Zira Allah'ın zatına hiç¬bir şey benzemez. Sıfatlarına da hiçbir sıfat benzemez.” Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah gibi hiçbir varlık yoktur. O, her şeyi işiten, her şeyi gö¬rendir.” [310]
Ancak, kadim olan varlıkla yaratılan varlıklar arasında müşte¬rek olan âlim, kadir ve var gibi sözler lâfzî yönden müşterek olmayı ifade eder.

Allah'a Hakkıyla Kulluk Etmek.

“Hiçbir kimse, Allah Teâlâ'ya lâyık olduğu şekilde ibadet etme¬ğe güc yetiremez. Ancak emrettiği şekilde O'na ibadet eder.
Çünkü kul, Allah'ı zikretmek ve şükretmeye devam etmekten âcizdir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
“Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız, miktarını bilemezsi¬niz.” [311]Yani saymaya gücünüz yetmez, nerede kaldı ki şükrünü eda edesiniz. Bu sebeple:
“Ey iman edenler, Allah'tan hakkıyla korkun,” [312] ayetinin,
“Gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun.” [313] âyeti ile nesh edil diği söyleniyor. Çünkü hakkıyla Allah'tan korkmaktan Allah'ın saf kulları bile âcizdir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem bu âye¬ti şöyle tefsir etmiştir:
“İtaat edilmek, hiç isyan edilmemek; şükredil¬mek nankörlük edilmemek, zikredilmek, unutulmamak.”
Meselenin hakikati şudur: Allah'ı bilmek gerçekleşince, kulun bütün hallerinde hükmü devam eder. İbadet böyle değildir. Zira Al¬lah'tan hakkıyla korkmak için her an kul üzerine ibadet vacib olur. Kul ise beşeriyetin zaafı icabı, kulluk görevini ifa etmede bu halin devamından acizdir. Çok az bir zaman da olsa, kuldan Allah'ın hu¬zurundan kayb olma ve gaflet etme hali zuhur eder. Bu hal ise ha¬kikat ve tarikat erbabına göre küfürdür. Şeriat sahibinin diline göre bu vücup halktan rahmet olarak kaldırılmışsa, Allah'ın mağfiret edi¬ci olması cihetiyledir. Bu noktaya işaret eden Allah Teâlâ şöyle buyürüyor:
“Koruyacak da odur, bağışlayacak da.” [314]
Bu sebeple hiç kimse, ben hakkıyle Allah'a kulluk yaptım, diyemez. Ve yine bu sebepten bazı arifler demişlerdir ki:
“Eğer Allah'ın emri olmasa, “Yalnız sana ibadet ederiz, yalnız senden yardım dile¬riz.” âyetini okumazdım. Çünkü kullukta ihlas, ibadette ve diğer iş¬lerde yardım dilemeyi yalnız Allah'a tahsis etme makamında deği¬lim.” Bu konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Sen kendini medh ettiğin gibi ben sana medih yapamam.”
Yine Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem, ibadeti bitirdik¬ten sonra taatın hakkını yerine getirmekte kusurlu olduğuna işaret olmak üzere Allah'tan mağfiret dilerdi. Nitekim Allah Teâlâ'nın şu kavli buna işaret etmektedir:
“Doğrusu insan, Allah'ın kendisine emr ettiğini tam olarak hiç yerine getirmemiştir.” [315]

Müminlerin Eşitliği.

Allah'ı tanımada, din işleri ile ilgili kesin bilgide, Allah'a tevekkülde, Allah ve Rasûlünü sevmede, kaza ve kaderine rıza göstermede, Allah'ın aza¬bından korkmada, rahmetini ummada ve iman hususunda bütün müminler eşittirler. Ancak tasdik ve ikrarın dışında amel, derece ve makam yönün¬den farklılık gösterirler.
Bil ki, kulun daima Allah'ın azabında korku içinde bulunması ve rahmetini umucu olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ bu konuda şöy¬le buyuruyor;
“Yoksa âhiretin azabından korkarak ve rabbinin rahmetini umarak, o gece saatlerinde kalkıp secde ve kıyam halinde ibadet eden mi?.” [316]
“Yataklarından kalkarlar, rablerine azabından korkarak ve rah¬metinden ümidvar olarak ibadet ederler.” [317]
Doğrusu, ummak, korkmayı gerektirir. Eğer böyle olmasaydı Allah'tan ümid kesmek olurdu. Öğülen korku, sahibi ile Allah'ın ya¬sak kıldığı şeyler arasına giren korkudur. Bu sınırı geçerse, kulun ümidsizliğinden korkulur. Öğülen ümid, Allah'ın nuru ile ona itaat işini yapan ve sevabını Allah'tan isteyen; yahut bir günah işleyip sonra günahından tevbe edince Allah'tan günahının örtülmesini is¬teyen kimsenin ümididir. Fakat bir kimse tefrit derecesinde hata ve isyan içinde bulunur da amelsiz olarak Allah'ın rahmetini isterse bu bir gururdur, yalancı bir temennidir, yalancı bir ümiddir.
Ebû Ali er-Rûdbarî rahimetullah buyurdu ki;
“Korku ile ümid bir kuşun iki kanadı gibidirler. İkisi de dengeli olurlarsa kuş da den¬gede olur ve uçar. Kanadlardan biri noksan olursa, uçmada da nok¬sanlık olur. İki kanat da olmazsa, kuş ölüm haddine gider.” Ebû Ali'¬nin zikrettiği bu görüş, Hz. Ömer'den nakledilen şu rivayete uygun¬dur. Hz. Ömer şöyle demiştir:
“Mahşerde, bir kişi Cennet'e girecek, diye nida edilse, o kişinin kendim olmasını ümid ederim. Yine Mahşer'de, bir kişi cehenneme girecektir, denilse yine o kişinin kendim olmasından korkarım.”
Bazı âlimler de şöyle diyor: Ümidin korkudan daha çok olması gerekir. Çünkü hadîs-i kudside Hz. Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
“Ben kulumun beni zannettiği gibiyim. Dilediği gibi beni zan¬netsin.” [318]
Bazıları da şöyle demişlerdir: En iyisi, gençlik ve sıhhat zama¬nında korkunun, yaşlılık ve hastalık durumunda da ümidin galib ol¬ması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem şöy¬le buyuruyor:
“Sizden hiçbiri, ölümünden evvel Allah'a kendisi hakkında hüsn-i zanda bulunmadan ölmesin.” [319]
Bunun sebebi ise, herkes Allah'tan korkarsa, Allah'tan başka her şey ondan kaçar. Sen Allah'tan korkarsan, Allah'a doğru kaçar¬sın. Rabbinden korkan, rabbine sığınır. Nitekim Allah Teâlâ buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
“Allah'a koşun.” [320]
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem de şöyle buyuruyor:
“Senden, ancak sana sığınma vardır.” [321]
Bazıları şöyle demişlerdir: Kim yalnız sevgi ile Allah'a ibadet ederse zındıktır. Kim yalnız korku ile Allah'a ibadet ederse Harûrîdir. (Haricîdir). Kim yalnız ümid ile O'na ibadet ederse Mürciedir. Kim sevgi, korku ve ümit ile Allah'a ibadet ederse, o da mümin ve muvahhiddir.
“Menâzil” adlı kitabın sahibinin: “Ümid, müridin en düşük meretebesidir, sözü müridin hali olan sevgi makamına nisbetledir.
Muhakkik âlim Râzi bu konuda şöyle der:
“Bir kimse eğer yalnız Cehenneminden korktuğu, Cennetine teme’ ettiği için ibadet ederse mümin değildir. Zira Allah Teâlâ'nın zatınaa ibadet edilmesi gerekir.” Bu düşünce, Hz. Peygamber’in şu hadisinin manasıdır?
“Suheyb ne güzel bir kuldur. Allah'tan korkmasa da O na isyan etmezdi.” [322]
Bu sebepten Hz. Peygamber'e, gece ibadet etmekten ayaklar; şiştiği zaman: “Niçin bu kadar kendini yoruyorsun. Halbuki Allah Te¬âlâ, senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir?” deni¬lince: “Şükreden kul olmayayım mı?” cevabını verdi.
Hz. Ali de bir sözünde şöyle buyuruyor:
“Bir kavim, bir şey is¬temek için ibadet ederse bu ticarî ibadettir. Eğer bir kavim korku için ibadet ederse, bu kölelerin ibadetidir. Bir kavim eğer şükretmek için ibadet ederse, bu da hür kimselerin ibadetidir.” “Rebîul-Ebrar” adlı kitabın sahibi de bu sözü böylece nakletmiştir.
İmam Tahavî şöyle diyor: “İman birdir, imanın esasında iman ehli birdir. Birinin diğerine üstünlüğü, korku, sakınma, nefsani arzularına muhalefet ve en iyiye mülazemetledir.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Empty
MesajKonu: Geri: Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi   Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:39 pm

[2] İbn-i Mâce, C: II, s. 1322, H. No. 3993; Tirmizî, İman, 18. Bab. 18
[3] İbn-i Mâce, C: II, s. 1302, H. No: 3950.
[4] En-Nahl: 16/120.
[5] Tâhâ: 20/123.
[6] Buradan meşgaleden maksat, insanı Allah'dan meşgul etmesidir. Hadîs, Fıkıh ve Tefsir gibi rivayete dayalı bilgiler, maksat itibariyle insanı Allah'a ulaştırdığından, şeytan bunlara karışamaz, demektir. (Mütercim).
[7] Müslim, c. IV. s. 2055, H. No: 2670; Ebu Davud, Kitabussünne, bab: 5.
[8] Müslim, C: IV, s. 2055; H. No: 2670; Ebû Dâvud, Sünne Bab, 5.
[9] İmam Şafii devrindeki kelâmcılar, Ashab ve Tâbiûn akidesinden ayrıldıkları için bu şeklide kabul edilmişlerdir. Günümüzdeki kelâmcılar ise Ashab ve Tâbiûn inancını yerleştirmek için kelâm ilmî ile meşgul oluyorlar. Bu¬günkü İslâm kelâmcıları bu hüküm altında değillerdir. (Mütercim).
[10] İbrahim: 14/52.
[11] Ankebût: 29/51-26.
[12] Tâhâ: 20/5.
[13] Fâtır: 35/10.
[14] Şûra: 42/11
[15] Tâhâ: 20/110.
[16] El-En'âm: 6/68.
[17] EI-Bakara: 2/26.
[18] El-İsrâ: 17/82.
[19] En-Nîsâ: 4/65.
[20] El-Bakara: 2/42-32.
[21] Lokman: 31/25.
[22] Zümer: 39/3.
[23] Mâide: 5/3-36.
[24] İbrahim: 14/52.
[25] Ankebût: 29/51.
[26] El-Haşr: 59/7.
[27] İbrahim: 14/10.
[28] Lokman: 31/25.
[29] Rûm: 30/30.
[30] El-Bakara: 2/164.
[31] Müminûn: 23/12-14.
[32] Fussilet: 41/53.
[33] Hud: 11/53-54.
[34] Zumer: 39-62
[35] Yûnus: 10/3.
[36] Mücadele: 53/22.
[37] Buhari, Cüz: I, s. 110, Bab.1
[38] Zuhruf: 43/19.
[39] Sâffât: 37/153-154.
[40] Müminûn: 23/16.
[41] Yasin: 36/77, 78, 79.
[42] Tirmizî, C: IV, s. 679.
[43] Tirmizî. C: IV, K. 40, H. No: 2577, s. 703.
[44] Nisa: 4/56.
[45] İhlâs: 112/50.
[46] Cin: 72/3.
[47] Enbiyâ: 21/22.
[48] Müminûn: 23/91.
[49] Muhammed: 47/38.
[50] Şûra: 42/11.
[51] Fâtır: 35/15.
[52] Mülk: 67/14.
[53] En'âm: 6/59.
[54] El-Hac: 22/1.
[55] El-Enfâl: 8/23.
[56] El-En'am: 6/28.
[57] El-Mücadele: 58/8.
[58] EI-Bakara: 2/117-60
[59] Şûra: 42/51.
[60] El-İnsan: 76/30.
[61] Fussılet: 41/40.
[62] İbrahim: 14/27.
[63] Mâide: 5/1.
[64] En'ara: 6/125.
[65] El-Bakara: 2/185.
[66] A. Hanbel, Müsned, C. II. s. 248.
[67] El-Bakara: 2/185.
[68] El-Nisâ: 4/164.
[69] El-Bakara: 2/174.
[70] Rahman: 55/29.
[71] En-Neml: 27/88
[72] Rûm: 30/40.
[73] Zâriyât: 51/56.
[74] Kaynağım bulamadım.
[75] İştikak, kaynak demektir. Müştak: Kaynaktan çıkarılan demektir.
[76] El-Enbiya: 21/2.
[77] Et-Tevbe: 9/6.
[78] El-Kasas: 28/30.
[79] El-Hadid: 57/3.
[80] Yasin: 36/39.
[81] El-Ahkâf: 46/11.
[82] Bakara: 2/75.
[83] Tevbe: 9/6.
[84] En-Nahl: 16/98.
[85] En-Nisâ: 4/164.
[86] El Araf: 7/143
[87] Şûra: 42/11.
[88] A'raf: 7/143.
[89] Fussılet: 41/2.
[90] Müddessir: 74/26.
[91] Müddessir: 74/25.
[92] El-Â'râf: 7/148.
[93] El-A'râf: 7/143.
[94] El-Bakara: 2/174.
[95] Mû’minûn: 23/108.
[96] Mutaffifin: 83/15.
[97] El-Â'râf: 7/54.
[98] Fussilet: 41/21.
[99] El-Kasas: 23/30.
[100] Kasas: 28/30.
[101] Naziat: 79/24.
[102] Fatır: 35/3.
[103] El-Hâkka: 69/40.
[104] Şûra: 42/11.
[105] Tâhâ: 20/110
[106] Müslim, sahih, c. I, s, 352, H. No: 222, K. Sala, M. F. A. Bakî Neşri.
[107] Mâide: 5/17.
[108] En'am: 6/19.
[109] El-Bakara: 2/22.
[110] Şura: 42/11.
[111] El-Bakara: 2/137.
[112] El-Kasas: 28/88.
[113] Er-Rahman: 55/27.
[114] El-Leyl: 92/20.
[115] El-Feth: 48/10.
[116] Sa'd: 38/75.
[117] Yasin: 36/83.
[118] Mâide: 5/116,
[119] El-Bakara: 2/115.
[120] Tâhâ: 20/39.
[121] Tur: 52/48.
[122] Zümer: 39/67.
[123] Tâhâ: 20/5.
[124] Âl-i İmran: 3/7.
[125] Buhari, Enbiya, bab: 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 251;
[126] A. b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 173;
[127] Buharî, c. VIII, s. 225;
[128] Müslim, c. IV, s. 2113, K. Tevbe.
[129] En-Nihaye fî Carib'i ilhadis, c. V, b. 300.
[130] İbn-i Mace; c. II, s: 936; H. No; 2557.
[131] Buharî, C. V. S. 125, İstizan, Bak. 1
[132] Fâtır: 35/1.
[133] Zümer: 39/62.
[134] Ahzâb: 33/40.
[135] Mülk: 67/14.
[136] Yûnus: 10/61.
[137] Kaynağını bulamadım.
[138] Yasin: 36/83.
[139] Nisa: 4/78.
[140] Rûm: 30/25.
[141] Zümer: 39/62.
[142] El-Kamer: 54/52-53.
[143] Yunus: 10/88.
[144] El-İsrâ: 17/85.
[145] Enam: 6/148.
[146] Nahl: 16/35.
[147] Zuhruf: 43/20.
[148] Hicr: 15/39.
[149] Yunus: 10/99.
[150] Bakara: 2/253.
[151] En'âm: 6/148.
[152] İbrahim: 14/4.
[153] El-Â'raf: 7/178.
[154] En-Nisâ: 4/78.
[155] En-Nisâ: 4/79.
[156] Nisa: 14/78.
[157] Felak: 113/2
[158] Cin: 72/10.
[159] Şûra: 42/30.
[160] Tegâbün: 64/2.
[161] Yunus: 10/44.
[162] El-Bakara: 2/243.
[163] Tirmizi, c. IV, H. 2144, K. kader
[164] Buhari, c. 7, s. 210 kader, 1; Müslim, 4. s. 2041,'H. No: 2648. 128
[165] Buhari, c. 7, s. 210 kader, 1; Müslim, 4. s. 2041,'H. No: 2648. 128
[166] Rûm: 30/30.
[167] Muslim c. IV, s. 2043 H. No. 2657 K. Kader, 5.
[168] İnsan: 76/3.
[169] A'raf: 7/172.
[170] El-İsrâ: 17/15.
[171] Ebû Davud, c. II, s. 529, K. Sünne.
[172] En-Nisâ: 4/136.
[173] El-A'raf: 7/172.
[174] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I, s. 272.
[175] Mâcadele: 58/6.
[176] Mü’minün: 23/53.
[177] Fatiha: 1/4.
[178] Zümer: 39/62.
[179] Nahl: 16/17.
[180] Sâffât: 37/96.
[181] Kaynağım bulamadım
[182] Sâffât: 37/95
[183] Mülk: 67/14.
[184] Enfal: 8/17.
[185] Muhammed: 47/38
[186] Rûm: 30/40.
[187] El-Bakara: 2/21.
[188] Mü'minûn: 23/14.
[189] Mâide: 5/110.
[190] El-Kasas: 28/68.
[191] AI-i İmran: 3/32.
[192] Âl-i İmran: 3/76.
[193] AI-i İmran: 3/134
[194] El-Bakara: 2/222.
[195] Al-i İmran: 3/32.
[196] Al-i İmran: 3/57.
[197] Zümer: 39/7.
[198] En-Nahl: 16/90.
[199] Er-Râ'd: 13/31.
[200] Es-Secde: 32/13.
[201] İnsan: 76/30.
[202] Mâide: 5/1.
[203] Enbiyâ: 21/23.
[204] Enbiyâ: 21/23.
[205] Zümer: 39/7.
[206] El-Bakara: 2/286.
[207] El-Bakara: 2/6.
[208] Âl-i İmran: 3/83.
[209] En'âm: 6/149.
[210] Âl-i İmran: 3/97.
[211] En-Nisâ: 4/31.
[212] Ahmed b, Hanbel Müsned.
[213] Sâffât: 40/78.
[214] El-Bakara: 2/286.
[215] Müslim, Sahih, c. IV, s. 2106, Tevbe, Hadis No. 2749.
[216] Müslim, c. IV, s. 2075, H. No. 2702.
[217] Duha:93/4
[218] Kaynağını bulamadım
[219] Kaynağım bulamadım
[220] Buhari, c. I, s. 18, Amire, K. iİman,
[221] Tâhâ: 20/121.
[222] Tâhâ: 20/122.
[223] Buharı, Enbiya, Bab, 48. Ahmed b. Hanbel, c. 1, b. 23.
[224] Hac: 22/52.
[225] Ahzâb: 33/40.
[226] El-Bakara: 2/72.
[227] Et-Tevbe: 9/43.
[228] El-Enfâl: 8/67.
[229] Müslim. Sahih, e. IV, s. 1857, Hadis No: 2387; Buharî, Sahih.
[230] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II. 53; İbn-i Mace, Mukaddime, II.
[231] En-Nîsâ: 4/60.
[232] Feyz'ul-Kadir, c. III s. 46, Taberanî.
[233] Et-Tevhe: 9/100.
[234] Et-Tevbe: 9/40-174.
[235] Buharı, c. IV, fazailus-sahabe, 5. s. 189.
[236] Feyzul Kadir, c. I, s. 347.
[237] Bu ibare Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin “el-Ganiyye” adlı kitabında aynen mev¬cut olup daha çok güven vermesi için aslını aynen buraya alıyoruz. Kitabın “Günyetü't-Tâlibîn” adiyle yapılan tercümesinde bu ibare tercüme edilmiyerek geçilmiştir. İlim ve tercüme anlayışında asla sadakat gerekir. Biz de bunu yaptık. Şeyh Abdülkadir-î Geylanî, el-Ganiyye, c. 1, sh. 80.
[238] En-Nisâ: 4/48.
[239] Mâide: 5/6.
[240] El-Camius-sağir, c. II, s. 45, Beyhaki'den.
[241] El-Vakıa: 56/10-12.
[242] En-Nisa: 4/101.
[243] El-Bakara: 2/184.
[244] Müslim, c. i, s. 478. Kitabu Salât'il-müsafirin, H. No 686
[245] El-Bakara: 2/184.
[246] En-Nisâ: 4/4.
[247] İbn-i Mace, c. II, s. 1420, K. Zühd, H. No. 4250.
[248] Şûra: 42/25.
[249] Mâide: 5/5.
[250] El-Bakara: 2/264.
[251] İbn-i Mace, c. II. s. 1408, H. No: 4221,
[252] Et-Tevbe: 9/120.
[253] Âl-i İmran: 3/171.
[254] El-Kehf: 18/110.
[255] İbn-i Mace, c. II, s. 1406, H. No. 4203.
[256] Kaynağını bulamadım.
[257] Hûd: 11/114.
[258] Kaynağını bulamadım.
[259] El-Camiussagir, c. II, s. 7. Suyutî, Bu hadis zayıftır.
[260] Kaynağını bulamadım.
[261] Tirmizî, Tefsir-i Süre, 15/6.
[262] Hicir: 15/75.
[263] Zuhruf: 43/51
[264] El-Â’raf: 7/182.
[265] Kaynağını bulamadım.
[266] El-En'âm: 6/44.
[267] En'âm: 6/44
[268] El-A'raf: 7/14-15.
[269] Kaynağını bulamadım.
[270] Buharî, C. I. S. 135 K. Mevakib, 16
[271] Yunus: 10/26.
[272] En'am: 6/103.
[273] A. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 215.
[274] El-Bakara: 2/260.
[275] El-A'raf: 7/143.
[276] Buharî, c. 1. s. 177, Kitab'ul-Ezan, Bab: 75.
[277] El-Bakara: 2/109.
[278] El-Hac: 22/1.
[279] Meryem: 19/9.
[280] El-Hadîd: 57/13.
[281] El-Bakara: 2/104.
[282] El-A'raf: 7/185.
[283] El-En'âm: 6/99.
[284] En'am: 6/103.
[285] Şuara: 26/61-62.
[286] Münafikun: 63/1.
[287] El-Bakara: 2/146.
[288] En-Nahl: 16/106.
[289] Necm: 53/28.
[290] El-Bakara: 2/260.
[291] Kaynağını bulamadım.
[292] Enfâl: 8/74.
[293] Nlsâ: 4/150-151.
[294] El-Enfâl: 8/2.
[295] Kaynağını bulamadım.
[296] Müslim c. IV, s. 2053, K. Kader.
[297] Kaynağını bulamadım.
[298] Kaynağını aynı lafızla bulamadım.
[299] El-Bakara: 2/25.
[300] Yusuf: 12/17.
[301] Al-i İmran: 3/83.
[302] Hucurat: 49/14.
[303] Âl-i İmran: 3/85.
[304] Âl-i İmran: 3/19.
[305] El-Hac: 22/78.
[306] Mâide: 5/3
[307] Kaynağını bulamadım
[308] Mâide: 5/48;
[309] Kütüb-i sitte ve Müsnedlerde yok.
[310] Şûra: 42/11.
[311] Nahl: 16/18.
[312] Âl-i İmran: 3/102,
[313] Teğâbün: 14/16.
[314] Müdessir: 74/56.
[315] Abese: 80/23.
[316] Zümer: 39/9.
[317] Secde: 32/16.
[318] Kaynağını bulamadım.
[319] Müslim, H. No. 2877, c. XV, s. 2206.
[320] Zâriyât: 51/50.
[321] Buharî, Vudu, 175.
[322] Kaynağını bulamadım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
gül-as

gül-as


Mesaj Sayısı : 63
Kayıt tarihi : 05/07/10

Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Empty
MesajKonu: Geri: Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi   Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 3:28 pm

“Cennet ehli Cennete girdiği zaman Allah Teâlâ, onlara şöyle diyecek: Bir şey istiyor musunuz? Size daha çok vereyim? Müminler de şöyle diyecekler: Bizim yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi Cennet'e komadın mı? Cehennem azabından korumadın mı? Bunun üzerine Allah ile aralarında bulunan perde kalkacak ve müminler Allah Teâlâ'nın yüzünü görecekler. Müminlere Cennette Allah'ı görmekten daha iyi bir nimet verilmemiştir.”


rabbim cennetine girip cemalini görmeyi nasip etsin cümlemize..

hocam çok faydalı oldu ..çok teşekkürler..emeğinize yüreğinize sağlık
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
»  Fıkh-ı Ekber Aliyyül Kari şerhi-2
» Ezan-ı Muhammed Şerhi (İşaretler-Abdurrahman-i Tahi k.s.)
» Hikemi Ataiyye Şerhi (Veliler Sofrası 37.nasihat:"Gerçek hüzün, senin her üzüntünde Allâh'ı göremeyip hatırlamamandır.")

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
buharalıbilvanisli.com :: Fıkıh Kaynakları :: Akaid Kaynakları-
Buraya geçin: