buharalıbilvanisli.com Son Konular | Konu | Yazan | Gönderme Tarihi |
---|
| | Salı Şub. 08, 2011 11:13 am | | | Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am | | | Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm | | | Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm | | | Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am | | | Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am | | | Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am | | | Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm | | | Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm | | | Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm | | | Salı Ocak 04, 2011 9:37 am | | | Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm | | | Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm | | | Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm | | | Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm | | | Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm | | | Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am | | | Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am | | | Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm | | | Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm | | | Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm | | | Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm | | | Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am | | | Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm | | | Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am |
| | Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
haydarı kerrar
Mesaj Sayısı : 355 Kayıt tarihi : 02/07/10 Nerden : ANKARA
| Konu: Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Salı Ağus. 24, 2010 10:08 am | |
| Mevlana Fihi Ma Fih adlı eseri Fîhi mâ Fîh Mevlâna’nın üç mensur eserinden biridir. Diger eserleri gibi bu kitap da Mevlâna’ nın eliyle yazılmamıs; muhtelif konulardaki sohbetleri, yakınları ve müritleri tarafından kaleme alınmıs ve kitaplastırılmıstır. Mevlâna’nın dönemine yakın kaynaklardan Sipehsâlâr’ın risâlesinde adının geçmesi, eserin onun ölümünden önce veya hemen sonra meydana getirilmis olma ihtimalini dogurmaktadır
Kitabın adı da yine onu meydana getiren kisiler tarafından konmus “O’nun ‘Içindeki’ Içindedir, Içinde ‘Içindekiler ‘ Vardır” gibi mânâlara gelir. Fîhi mâ Fîh, bazı yazma nüshalarda da Esrârü’ l-Celâliyye, Risâle-i Sultân Veled gibi isimlerle geçer . Fîhi mâ Fîh’in Türkiye ve diger ülke (özellikle Iran ve Hindistan) kütüphanelerinde birçok yazması olup; metni ilk kez 1333/1915 yılında Tahran’da açıklamalarla birlikte basılmıstır. Hindistan’daki baskısı ise 1928 yılında yapılmıstır. Su ana kadar yapılmıs en önemli nesir ise; Tahran Üniversitesi profesörlerinden Bediüzzaman Furûzânfer tarafından bes önemli yazmanın karsılastırılarak olusturuldugu ve açıklamaların eklendigi baskıdır. (Tahran, 1330 hs. /1951)
RAHMÂN VE RAHIM ALLAH ADÎYLE; ONA DAYANIRIM BEN 1. BÖLÜM "Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul." Halk, bu sözün dıs anlamını almıstır. Onlarca bilgin kisinin, bilginlerin kötülerinden olmaması için beylerin tapısına gitmemesi gerektir. Halbuki sözün anlamı, onların sandıkları gibi degildir. Asıl anlamı sudur: Bilginlerin kötüsü, beylerden yardım gören, beyler yüzünden düzelen, dogru yolu tutan kisidir. Beyler bana ihsanlarda bulunsunlar, beni saysınlar, bana mevkii versinler kuruntusuyla, onlardan korkarak okumaya baslamıstır da beyler yüzünden isi düzene girmistir; bilgisizligi bilgiye dönmüstür. Bilgin olunca da onların korkusundan, onların cezasından edep sahibi olur, ister-istemez dogru yolu tutar. Artık ne çesit olursa olsun, ister görünüste bey onun ziyaretine gelsin, 7 ister o, beyi ziyarete gitsin, herhalde ziyaret eden odur, ziyaret edilense bey. Fakat bilgin, beyler yüzünden bilgiye sahip olmamıssa, önceden de, sonradan da bilgisi Tanrı için elde edilmisse o baska; balık nasıl sudan baska bir yerde yasayamazsa, elinden baska bir sey gelmezse bu bilgin kisinin ele yolu-yordamı, ancak dogru yola gitmektir; bu, onun kendi huyundandır. Bu çesit bilgini yürüten, çekindiren akıldır. Zamanında, bilsinler-bilmesinler, herkes onun heybetinden çekinir; onun ısıgından onun aksinden yardım ister. Böylesine bilgin, beyin tapısına gitse bile gerçekte ziyaret eden beydir, ziyaret edilen kendisi. Çünkü herhalde bey, aldıgını ondan alır, yardımı ondan görür; oysa beye aldırıs bile etmez. O bilgin günes gibi her yana ısık salar; isi-gücü, her seye, herkese bagıstır. Güneste tasları lâ’l, yakut, inci, mercan haline getirir; toprak dagları bakır, altın, gümüs madeni yapar; toprakları yesertir, tazelestirir; agaçlara çesit-çesit meyveler bagıslar. Onun isi, sanatı vermektir, bagıslamaktır. Verir de almaz. Hani Araplarda söylene gelen bir atasözü vardır; "Biz vermeyi ögrendik, almayı ögrenmedik" derler; onun gibi. Hâsılı böylesine bilginler ziyaret edilenlerdir, beylerse ziyaret edenler. Aklıma su âyeti tefsîr etmek geldi. Söyledigim söze uygun da degil amma mademki aklıma geldi söyleyeyim de bitsin-gitsin. Ulu Tanrı buyurur ki: "Ey Peygamber, ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah, yüreklerinizde hayırlı bir niyet bulundugunu bilirse size, sizden alınandan daha da hayırlısını verir, suçlarınızı örter. Allah, suçları örten bir rahîmdir." Bu âyetin inisine sebep sudur: 8 Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, kâfirleri bozmus, öldürmüs, yagmalamıs, birçok tutsak tutmus, ellerini, ayaklarını baglatıp getirtmisti. O tutsaklardan biri de, Tanrı razı olsun, amcası Abbas’tı, o da onların arasındaydı. Bütün gece baglanmıs, hiçbir seye güçleri yetmez, asagılık bir halde aglıyorlar, inliyorlardı. Kendilerinden umut kesmislerdi. Kılıcı, öldürülmeyi bekliyorlardı. Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, onlara baktı da güldü. Onlar görüyorsun ya dediler, onda da insanlık hali var; halbuki bende insanlık huyu yok diye dâvaya kalkısmıstı. Dâvası, gerçege aykırıymıs. Iste bak, bize bakıyor, bizi baglanmıs, zincirlere vurulmus bir halde kendisine tutsak olmus görüyor da seviniyor; tıpkı nefsine uyanlar gibi hani. Onlar da düsmana üst oldular, onları kahrolmus gördüler mi sevinirler, çalıp çagırırlar. Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, içlerinden geçeni anladı da dedi ki: Düsmanlarımı kahrettigimi göreyim, yahut sizi ziyana ugramıs göreyim de güleyim, sevineyim, hâsâ, bu benden uzak. Su yüzden gülecegim geliyor: Can gözüyle görüyorum; bir toplulugu tutmusum, külhandan cehennemden, o kapkara bacadan baglarla, zincirlerle, çeke-sürüye, zorla cennete, Tanrı râzılıgına, ölümsüz gül bahçesine götürüyorum da onlar, bizi bu tehlikeli yerden o gül bahçesine, o eminlik yurduna ne diye çekiyor, götürüyorsun diye aglayıp bagırıyorlar; iste bu yüzden gülmem tutuyor. Bütün bunlarla beraber söyledigim sözü anlayacak, hali ap-açık görecek, can gözü daha sizde yok. Ulu Tanrı diyor ki: Tutsaklara söyle; de ki: Siz önce ordular topladınız; bir çok hazırlıklarda bulundunuz; erliginize, yigitliginize, çoklugunuza güvendiniz. Kendi kendinize, Müslümanları söyle edecegiz, böyle kıracagız, kahredecegiz dediniz. Gücünüzün-kuvvetinizin üstünde daha zorlu bir güç-kuvvet ıssı oldugunu 9 görmüyordunuz. Yok ediciliginizden daha üstün bir yok edicinin bulundugunu bilmiyordunuz. Hâsılı söyle olsun-böyle olsun diye ne tedbirde bulunduysanız hepsi de aksi çıktı. Simdi korku içindesiniz amma hâlâ da o illetten tövbe etmediniz. Umudunuz yok, hâlâ da bir güç-kuvvet sahibi bulundugunu görmüyorsunuz. Gücünüz-kuvvetiniz varken beni görmeniz, kendinizi bana karsı yok olmus bilmeniz gerek ki isler kolaylassın. Korkuya düsünce benden umut kesmeyin ki sizi bu korkudan kurtarmaya, emin etmeye gücüm yeter. Ak öküzden kara öküz çıkaranın kara öküzden ak öküz çıkarmaya da gücü yeter. "Geceyi uzatırsan, gündüzün bir kısmı gece olur; gündüzü uzatırsın, gecenin bir kısmı gündüz olur; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü belirtirsin" buyurulmustur. Simdi tutsaksınız; fakat tapımdan umut kesmeyin de elinizden tutayım sizin. "Tanrının rahmetinden umut kesmeyin; Tanrı rahmetinden kâfir olan topluluktan baskası umut kesmez." Simdi Ulu Tanrı buyuruyor ki: A tutsaklar, önceki yolunuzdan döner, Korkuda da, umutta da beni görür, herhalde kendinizi yok etmeme karsı yok olmus sayarsanız sizi bu korkudan kurtarırım; sizden yagmalanan, elinizden çıkan her malı tekrar veririm size; hattâ kat-kat fazlasını, daha da iyisini verir, sizi bagıslarım; dünya devletine âhiret devletini de katarım. Abbas, tövbe ettim, tuttugum yoldan döndüm dedi. Mustafâ, Ulu Tanrı ettigin dâvaya delil ister buyurdu. Beyit: Ask dâvasına girismek kolay, 10 Fakat o dâvâya kesin delil gerek. Abbas, hadi dedi, ne delil istiyorsan söyle. Mustafâ, Müslüman olduysan, Müslümanlıgın iyiligini istiyorsan, sende kalan malların bir kısmını Müslüman ordusuna bagısla da Müslümanlık kuvvetlensin buyurdu. Abbas, a Tanrı Elçisi dedi, bende ne kaldı ki? Hepsini yagmaladılar; bir eski hasır bile bırakmadılar. Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, gördün mü buyurdu, gerçek degilsin tuttugun yoldan dönmedin; ne kadar malın var, nerde sakladın, kime ısmarladın, nereye gömdün, gizledin, söyleyeyim mi? Abbas, hâsâ dedi. Mustafâ buyurdu ki: Bu kadar malı anana vermedin mi; filân duvarın dibine gömmedin mi, ona, dönersem bana verirsin; esenlikle dönmezsem su kadarını filân ise harcarsın, su kadarını filâna verirsin, bu kadarı da senin olsun diye etraflıca vasiyette bulunmadın mı? Abbas bunu duyunca parmak kaldırdı, tam gerçeklikle inandı. Dedi ki: Ey gerçek peygamber, ben, Hâman gibi, Seddad gibi daha baskaları gibi eski padisahlara nasıl felek yâr olduysa sana da yâr oldu, baht elverdi sanıyordum. Fakat bunu buyurdun ya, bildim-anladım ki bu devlet, o yandandır, Tanrı’dandır. Mustafâ buyurdu ki: Dogru söyledin bu sefer; içindeki süphe ipi koptu, duydum; sesi kulagıma geldi. Canımın ta içinde gizli bir kulagım vardır, kim süphe ve kâfirlik zünnârını koparırsa o gizli kulakla o koparma sesini duyarım, can kulagıma gelir. Simdi dogru söyledin, iman ettin. Mevlânâ buyurdu ki: 11 Bu tefsîri Emîr Pervâne’ye sunun için söyledim; dedim ki: Sen önce Müslümanlıga kalkan oldun. Kendimi feda edeyim. Müslümanlıgın kalması, Müslümanların çogalması için aklımı, tedbirimi kullanayım da Müslümanlık kalksın dedin. Kendi fikrine güvendin. Tanrıyı görmedin, her seyi Tanrı’dan bilmedin. Böyle olunca da Ulu Tanrı o sebebi, o çalısmayı, Müslümanlıgın zararına sebep etti. Çünkü sen Tatar’la bir olmussun, Sam’lıları, Mısır’lıları yok etmek, Islâm ülkesini yıkmak için onlara yardım ediyorsun, Tanrı, Müslümanlıgın kalkmasına sebep olan tedbiri, Müslümanlıga zarar vermeye sebep kıldı. Su halde Tanrı’ya yüz tut, çünkü korkulacak bir hal bu. Sadakalar ver de seni, kötü bir hal olan su korkudan kurtarsın. Ondan umut kesme. Öyle bir ibadetten böyle bir suça attı seni; fakat o ibadeti kendinden gördün de o yüzden suça düstün. Simdi suçta da umut kesme ondan; yalvar-yakar, o ibadetten suçu meydana getirenin,su suçtan bir ibadet meydana getirmeye de gücü yeter. Sana bundan bir pismanlık verir önüne sebepler çıkarır da gene Müslümanların çogalmasına, Müslümanlıgın kuvvetlenmesine çalısırsın. Umut kesme ki "Allanın rahmetinden, kâfir olan topluluktan baskası umut kesmez" Maksadım buydu, bunu anlasın da su halde sadakalar versin, yalvarsın-yakarsın dedim; çünkü çok yüce bir halden asagılık bir hale düstü; fakat bu halde de umutlanması gerek. Ulu Tanrı aldatır; insanın, bana güzel bir tedbir elverdi, güzel bir is belirdi, yüz gösterdi diye aldanmaması için güzel sekiller gösterir, içinde kötü sekiller vardır. Her görünen, göründügü gibi olsaydı Peygamber o kadar keskin, o kadar aydın, o kadar aydınlatıcı görüsüyle gene de "Her sey nasılsa öyle göster bana" der miydi? Güzel gösterirsin, gerçekte çirkindir. Çirkin gösterirsin, gerçekte güzeldir, özdür. 12 Su halde bize her seyi, nasılsa öyle göster de tuzaga düsmeyelim, biteviye yol azıtmayalım. Simdilik senin tedbirin güzel olsa, aydın olsa bile onun tedbirinden daha iyi olamaz; o, böyle derdi. Simdi sen de her görünene her tedbire güvenme; yalvar-yakar, kork. Maksadım buydu benim. Oysa bu âyeti, bu tefsiri; su anda ordular çekmedeyiz; onlara dayanmamak, bozguna ugrasak bile o korku, o çaresizlik halinde, gene ondan umut kesmemek gerek tarzında kendi meramınca tevil etti; sözü dilegine göre anladı. Benim maksadımsa söyledigim seyleri anlatmaktı. 2. BÖLÜM Birisi, Mevlânâ söz söylemiyor dedi. Dedim ki: Sonucu o adamı yanıma benim hayalim çekti-getirdi. Su hayalim, ona nasılsın, nicesin diye bir söz söylemedi. Sözsüz hayal, onu çekti buraya; hakıykatim onu sözsüz çeker de bir baska yere götürürse sasılmaz bu ise. Söz, gerçegin gölgesidir, parça-buçugudur. Gölge çekerse gerçek haydi-haydiye çeker. Söz bahanedir; insanı insana çeken can bagdasmasıdır, söz degil. Birisi yüz binlerce mucize görse, söz duysa, kerametler seyretse kendisinde o peygamberle, yahut o erenle bir can bagdasması yoksa fayda etmez. Insanı costuran, kararsız bir hale getiren can bagdasmasıdır. Saman çöpünde kehribarla birazcık can bagdasması olmasa hiç mi hiç kehribara gitmez. Her seydeki cinsin cinsiyle bagdasması gizlidir, gözle görünmez. Her seyin hayali, 13 insanı o seye çeker. Bag-bahçe hayali, insanı baga-bahçeye çeker, dükkân hayali dükkâna. Fakat bu hayallerde düzenler de gizlidir. Görmüyor musun ki filân yere gidersin, pisman olursun, hayır sanmıstım amma dersin, degilmis. Bu hayaller, örtüdür, âdeta; örtü ardında birisi gizli. Hayaller ortadan kalktı da gerçekler hayal örtüsü olmadan yüz gösterdi mi kıyamet kopar orda. Hal böyle olunca da pismanlık kalmaz. Seni çeken her gerçek odur, baska sey de ondan baska degildir, seni çeken gerçegin ta kendisidir. "O gün, gizli seyler meydana vurulur." Bu sözün de yeri mi ki söylüyoruz. Gerçekte çeken birdir, fakat sayılı görünür. Görmez misin ki bir adam yüz sey ister, çesit-çesit dileklerde bulunur. Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kalya isterim, meyve isterim, hurma isterim der. Bu istek, sayı gösterir, sayıyı dile getirir amma temeli birdir, temeli açlıktır, o da birdir. Görmez misin? Bir sey yer de doyarsa bunların hiçbiri gerekmez der. Su halde belli oldu ki on degilmis, yüz degilmis, birmis "Sayılarını, ancak sınamak için yaptık". Halkın bu birdir, onlar yüz diye sayması, bir sınamadır. Yâni erene bir derler, su çokluk halkaysa yüz derler, bin derler. Bu, pek büyük bir sınanmadır. Bu görüs, bu düstügünüz düsünce, yâni halkı çok, onu bir görüsünüz, pek büyük bir sınamadır. “Sayılarını, ancak sınamak için yaptık" Hangi yüz, hangi elli, hangi altmıs? Elsiz-ayaksız, akılsız-cansız bir bölük halk, tılsım gibi, cıva gibi oynayıp durmada. Simdi onlara altmıs, yahut yüz, yahut da bin dersin, bunaysa bir. Halbuki onlar hiçtir, buysa bindir, yüz bindir, milyondur. "Sayılınca azdır onlar, saldırdılar mı çok." 14 Padisahın biri, birisine yüz kisinin geçinecegi kadar dünyalık vermisti. Ordudakiler bu isin aleyhinde bulunuyorlardı. Padisah kendî kendine, bir gün dedi, size gösteririm, neden bu isi yaptım, anlarsınız. Savas oldu, savasta herkes kaçtı, yalnız oydu kılıç vuran. Padisah, iste dedi, o isi bunun için yaptım ben. Insanın, ayırt etme kabiliyetini garezlerden arıtması, bir din dostu araması gerek. Din, dostunu tanır amma siz ömrünüzü ayırt etme kabiliyetinden mahrum bir halde geçirdiniz de onun da ayırt etme kabiliyeti arıklastı, din dostunu tanıyamıyor. Sen, ayırt etme kabiliyetinden mahrum olan su bedeni besledin. Ayırt etme, bir huydan ibarettir. Görmüyor musun? Delinin de bedeni var, eli-ayagı var, fakat ayırt etmesi yok. Her pis seye el atıyor, tutuyor, yiyor. Ayırt etme, su görünen bedende olsaydı pisi tutmazdı. Hâsılı bildik ki ayırt etme, lâtif bir anlamdır, o da sendedir. Sense gece-gündüz, su ayırt etme kabiliyetinden mahrum olan bedeni beslemeye koyulmussun; bu, ancak bununla olur diyorsun; halbuki bu da onunla olur. Nasıl oluyor da sen, hep su bedeni gelistirmedesin, onuysa tamamıyla bir yana atmıssın. Bu beden, ayırt etme kabiliyetiyle durur, o kabiliyet bedenle durmaz. O ısık, su söz, kulak ve bunlardan baska pencerelerden dısarıya vurur; bu pencereler olmasa baska pencerelerden bas çıkarır. Tıpkı sunun gibi hani: Bir ısık getirmissin, günesin önüne koymussun; günesi bu ısıkla, bu mumla görüyorum diyorsun. Hâsâ; mum getirmesen de günes kendini gösterir. Muma ne ihtiyaç var? Tanrıdan umut kesmemek gerek. "Gerçekten de kâfirlerden baskası Tanrı rahmetinden umut kesmez" umut, eminlik yolunun basıdır. Yola gitmiyorsan bari yol basını gözle. 15 Egrilikler yaptım deme, dogrulugu tut sen, hiçbir egrilik kalmaz. Dogruluk, Musa’nın sopasına benzer, o egriliklerse büyüler gibidir. Dogruluk geldi mi hepsini yer-gider. Kötülük ettiysen kendine ettin, senin cefan, nerden ona erisecek? S i i r Bir kus o daga kondu, sonra uçtu-gitti; Bak da gör, o dagda ne bir sey fazlalastı, ne bir sey eksildi dagdan. Dogru oldun mu bütün onlar kalmaz. Sakın umut kesme. Padisahlarla düsüp kalkmada su bakımdan tehlike yok: Gidecek bas zâti gider; ha bugün, ha yarın. Fakat su yüzden tehlike var ki onlar o makama geçtiler mi nefisleri kuvvetlenir, ejderha kesilirler. Onlarla görüsüp konusan, onlarla dostluk dâvasına girisen, onların malını kabul eden bu adam da çaresiz onların isteklerine uygun söz söyler; onların kötü düsüncelerini, hoslansınlar diye kabul eder; aykırı bir söz söyleyemez; bu yüzden tehlikelidir; çünkü dine ziyandır. Onların yanını yaptın mı temel olan öbür yan, sana yabancı olur. O yana ne kadar gidersen sevgilinin bulundugu bu yan, o kadar yüz çevirir senden. Dünya ehliyle ne kadar uzlasırsan o, o kadar kızar sana. "Kim, bir zalime yardım ederse Allah o zalimi, yardım eden kisiye musallat eder." Yazıktır denize varıp da bir parçacık su içmeyi, yahut bir testi su almayı yeter bulmak. 16 Denizden inciler, mücevherler, kuvvet veren yüz binlerce seyler elde ederlerken denizden su alıp götürmenin ne degeri vardır ki? Aklı olanlar bununla övünür mü hiç, ne yapmıstır ki bu isi yapan? Hattâ dünya, bir köpügüdür bu denizin; denizse erenlerin bilgileridir. Inci de nerede? Bu dünya, çer-cöple dolu bir köpüktür amma o dalgaların çıkıp batması, yürüyüp dönmesi, denizin cosup kabarması, köpürüp kükremesi yüzünden o köpük, bir güzellik elde eder. "Kadınları, ogulları, yüklerle altınları-gümüsleri, damgalanmıs cins atları, davarları, ekinleri isteyip Özleyis sevgisi, bunlara ait sevgi, insanlar için bezenmis, süslenmistir." Bezenmis, süslenmistir buyurdu ya, demek ki o güzel degildir. "Güzellik, egretidir onda, baska bir yerdendir. O, altın suyuna batırılmıs, yaldızlanmıs kalp paradır; yâni bir köprücükten ibaret olan su dünya kalptır, kadri, degeri yoktur; fakat biz onu altınla kaplamısız; çünkü "insanlar için bezenmistir, süslenmistir." Insan Tanrı usturlabıdır, fakat usturlabı bilmek için müneccim gerek. Tere satanda, yahut bakkalda da usturlap bulunabilir, fakat ondan ne fayda görür usturlupla göklerin hallerini, dönüslerini, burçları, tesirlerini, inkılâpları, bunlardan baska daha birçok seyleri ne bilir ki? Su halde usturlap müneccime fayda verir. "Kendini bilen rabbini bilir." Usturlap, nasıl göklerin hallerini gösteren bir aynaysa "And olsun ki Âdemogullarını ululadık" diye anılan insanın varlıgı da Tanrı usturlabıdır. Ulu Tanrı, onu, kendisini bilen, anlayan bir yaratık olarak yarattıgından insan, kendi varlıgının usturlabından Tanrı tecellisini, niteliksiz güzelligi, soluktan- soluga, bakıstan-bakısa görür, seyreder; o güzellik bu aynadan hiç mi hiç ayrılmaz. 17 Üstün ve yüce Tanrının öylesine kulları vardır ki onlar, hikmet, bilgi ve anlayıs, ululuklar elbiselerini giyinirler. Halkta onları görecek görüs yoktur amma onlar, pek kıskanç olduklarından bu elbiseleri giyerler de kendilerini gizlerler. Hani Mütenebbî, “Kadınlar ipekli elbiseleri süslenmek için degil, Güzelliklerini korumak için giyindiler” der ya, tıpkı onun gibi iste. 3. BÖLÜM Birisi, gece-gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Mogollar’la ugrasmaktan, onların isleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza gelemiyorum dedi. Mevlânâ buyurdu ki: Bu isler de Tanrı isi; çünkü Müslümanların emin olmalarına, aman bulmalarına sebep olmada. Onların gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz. Su halde bu da hayırlı bir istir. Ulu Tanrı madem ki böyle bir hayırlı ise meyil vermis, ona asırı ragbet göstermeniz Tanrı yardımına mazhar olusunuza delildir. Fakat bu meyilde bir gevseklik, bir usanç hâsıl oldu mu bu, Tanrı yardımından mahrum olusunuza delildir. Çünkü ulu Tanrı, usanca ugrayan adamın, o isin öylesine bir hayırlı ise sebep olmasını istemez. Hamam gibi hani. Hamam sıcaktır amma o sıcaklıgı, 18 külhanda yanan ot, odun, tezek gibi seylerdendin. Ulu Tanrı, görünüste kötü görünen, insanı tiksindiren sebepler meydana getirir; görünüste kötüdür amma adamın hakkında yardımdır, lûtuftur. Hamam bunlarla kızar, halka da faydası dokunur. Bu sırada dostlar geldiler, içeri girdiler. Özür getirerek buyurdu ki: Size kalkmıyorum, söz söylemiyorum, hal-hatır sormuyorum amma bu da agırlamaktır. Çünkü her seyi agırlama, o vakte göre olur. Namazda babanın, kardesin halini-hatırını sormak, onları agırlamak yarasmaz. Namazdayken dostlara, yakınlara iltifat etmemek, iltifatın, oksamanın ta kendisidir. Çünkü onların yüzünden kendisini ibadetten, Tanrıya dalıstan ayırmaz, hatırı dagılmamıs olur. Onlar da azaba, azara hak kazanmamıs olurlar ki bu, iltifatın ta kendisidir, oksayısın ta kendisidir; çünkü onları azaba ugratacak seyden çekinmistir. Birisi, Tanrıya namazdan daha yakın yol var mıdır diye sordu. Buyurdu ki: Gene namazdır, fakat namaz, yalnız su görünen sekil degildir. Bu, namazın kalıbıdır; çünkü bu namazın önü vardır, sonu vardır. Önü, sonu olan her sey kalıptır; çünkü tekbir, namazın önüdür, selâm namazın sonu. Sahadet getirmek de yalnız dille söylenen söz degildir. Çünkü onun da önü vardır, sonu var. Harfe, sese gelen her seyin önü, sonu olur, o da görünüstür, kalıptır. Canıysa neliksiz-niteliksizdir, sonu yoktur; ne baslangıcı vardır, ne bitimi. Sonu-ucu su namazı peygamberler icad etmislerdir. Simdi su namazı meydana çıkaran 19 Peygamber söyle der: "Allah la bir vaktim olur ki o vakte ne seriatle gönderilmis bir peygamber sıgabilir, ne de Tanrıya yaklastırılmıs bir melek" Su halde bildik-anladık ki namazın canı, yalnız su görünen sekil degildir; dalıstır, kendinden geçistir; su halde bütün sekiller dısarıda kalır, oraya sıgamaz. Salt anlam olan Cebrail de sıgmaz. Tanrı sırrını kutlasın, Mevlânâ Bahâeddin Veled’den gelen bir hikâye vardır: Bir gün ashap onu dalmıs buldular. Namaz vakti de geldi-çattı. Bâzı müritler Mevlânâ, sözlerine aldırıs bile etmedi. Onlar kalktılar, namaza koyuldular. Iki mürit Seyh’e uydu, namaza kalkmadı. Namaza durmayan o iki müritten birinin adı Hâcegî’ydi. Bu zat, can gözüyle ap-açık gördü ki imamla beraber namaza duran ashabın hepsi de kıbleye arka vermis; yalnız Seyh’e uyan o iki müridin yüzleri kıbleye karsı. Çünkü Seyh, bizden-benden geçmistir, onun, o olusu yok olmus-gitmistir; varlıgı kalmamıstır; Tanrı ısıgında helâk olmustur; "ölmeden önce ölün" sırrına ermistir. Artık o Tanrı ısıgı haline gelmistir. Kim Tanrı ısıgından yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına almıstır; çünkü o seyh, kıblenin de canı kesilmistir. Hani su halk yüzlerini Kâ’be’ye çevirirler ya; o Kâ’be’yi bir peygamber yapmıstır. O evi, o yaptıgı için de o ev, dünyanın kıblesi olmustur. Peki, o ev kıble olursa peygamber, haydi-haydi kıble olur-gider; çünkü o ev, o peygamber yüzünden kıble olmustur. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, bir gün, bir dostu, seni çagırdım, nasıl oldu da gelmedin diye azarladı. O dost, namaz kılıyordum dedi. Mustafâ dedi ki: Seni ben çagırmadım mı? Adam, çaresizim ben dedi. Mustafâ buyurdu ki: 20 Her vakit kendini çaresiz görürsen iyidir. Bunda kaldıgın zaman nasıl kendini çaresiz görüyorsan, her halde, hattâ gücün-kuvvetin yeterken de çaresiz görmelisin. Çünkü senin gücünün- kuvvetinin üstünde bir güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakka karsı yok olmus-gitmissin. Ikiye bölünmüs degilsin sen ki kimi zaman çaren elinde olsun, kimi zaman çaresiz kalasın. Onun gücünü-kuvvetini gör de kendini her zaman çaresiz, elsiz-ayaksız, bunalmıs yoksul olmus bil. Arık bir adamın da yeri mi var, sözü mü olur? Aslanlar, kaplanlar, timsahlar bile onun karsısında hep çaresizdir, tir-tir titrerler. Gökler, yerler, hep çaresizdir, onun buyruguna uymustur. O pek büyük bir padisahtır; onun ısıgı, ayın, günesin ısıgına benzemez ki o ısık varken herhangi bir sey, oldugu yerde kalakalsın. Onun ısıgı, perdesiz yüz gösterdi mi, ne gökyüzü kalır, ne yeryüzü... Ne günes kalır, ne Ay. O padisahtan baska kimsecik kalmaz. "Her sey helâk olur, ancak onun hakikati kalır" Padisahın biri, bir dervise, Tanrı tapısından dedi, bir tecelliye ugrarsan, o tapıya bir yakınlık elverirse sana, beni de an. Dervis, ben dedi, o tapıya ulastım mı, o güzellik günesi vurdu mu, kendimi bile hatırlayamam, seni nasıl anayım? Fakat Ulu Tanrı, bir kulu seçti de kendisinden geçirdi mi, kim onun etegini tutarsa, kim ondan muhtaç oldugu bir seyi isterse, o ulu kisi, Tanrı katında onu anmasa, istemese de Hak, onu yerine getirir. Hani bir hikâye söylerler; bir padisah varmıs, onun da pek özel, pek yakın bir kulu varmıs. O kul, padisahın sarayına gidecegi vakit ihtiyacı olanlar dertlerini anlatırlar, ona, 21 padisaha sunsun diye yazılı kagıtlar verirlermis. O da bu kâgıtları cüzdanına kormus. Fakat padisahın tapısına vardı mı, padisahın güzelliginin ısıgı o kula vururmus da kul, padisahın karsısında kendinden geçer-gidermis. Padisahsa benim güzelligime dalıp giden kulumun nesi var-nesi yok diye âsıkçasına onun gögsünü, cebini yoklar, cüzdanını ararmıs. Derken o yazdı kâgıtları bulur, neler yazılmıssa hepsini yazar, tekrar kâgıtları cüzdanına kormus. Böylece o söylemeden herkesin ihtiyacını giderir, bir tanesini bile reddetmezmis. Hattâ dileklerini kat-kat, dilediklerinden de fazla verirmis. Aklı basında olan, ihtiyacı olanların dileklerini padisaha söyleyebilir baska kulların yüz tane dileklerinden bir tanesini bile arada-sırada yerine getirirmis. 4. BÖLÜM Birisi, burada bir sey unutmusum dedi. (Mevlânâ) buyurdu ki: Dünyada unutulmaması gereken bir sey var. Her seyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Fakat her seyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir sey yapmamıs olursun. Hani bir padisah seni belli bir is için bir köye yollasa, sen de gitsen de o isten baska yüzlerce is basarsan, hangi is için gittiysen onu yapmadın, basarmadın ya, hiçbir is basarmamıs sayılırsın. Su halde insan dünyaya bir tek is için gelmistir, maksat odur. Onu basarmadı mı, hiçbir is basarmamıs demektir. "Gerçekten de biz, arz ettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve daglara. Derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu 22 yükledik insana; süphe yok ki çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hale geldi o." O emâneti göklere arz ettik, kabul edemedi. Bir bak da gör, göklerden aklı sasırtan ne isler meydana gelmede. Tasları l’âl, yakut yapıyor; dagları altın, gümüs madeni haline getiriyor. Bitkileri, yeryüzünü costuruyor, diriltiyor, ölümsüz cennete döndürüyor. Yeryüzü de tohumları benimsiyor, meyveler veriyor, ayıpları örtüyor, anlatılmasına imkân bulunmayan yüz binlerce sasılacak isler basarıyor, sasılacak seyler meydana getiriyor. Daglar da çesit-çesit madenler veriyor. Bütün bunları yapıyorlar, yapıyorlar amma onlardan o bir tek is meydana gelmiyor da o tek isi insan görüyor, basarıyor, "And olsun ki Ademogullarını ululadık" dedi, "Gögü, yeri ululadık" demedi. Su halde insanın elinden bir is geliyor ki ne göklerin elinden geliyor o is, ne yerlerin, ne dagların. O isi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik. Amma sen, o isi görmüyorsam bunca is görüyorum ya dersin; dersin amma seni öbür isler için yaratmadılar ki. Bu, suna benzer: Padisahların hazinelerinde bulunabilen, deger biçilmez bir çelik Hint kılıcını tutmussun da kokmus öküz etine satır olarak kullanıyor, sonra da bosu-bosuna bırakmadım ya, böylesine bir ise kullanıyorum onu diyorsun. Yahut da zerresiyle yüzlerce tencere alınabilen bir altın tencereyi getirmissin, içinde salgam pisiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmis bir bıçagı kırık bir kabaga mıh yapmıssın da diyorsun ki; Is görüyorum; kabagı ona asıyorum, su bıçagı öylece bırakmıyorum ya. Acınacak, gülünecek isler degil de nedir bunlar? O kabak, bir pul degerindeki bir tahta, yahut demir çiviye de asılabilirken yüz dinarlık bıçagı bu ise kullanmak, akıl isi midir ki? 23 Ulu Tanrı, sana pek büyük bir deger vermistir. Buyurdu ki: "Gerçekten de Allah, cennet karsılıgı olarak inananların canlarını, mallarını satın almıstır." Deger bakımından iki dünyadan da artıksın; Fakat neyleyeyim ki degerini sen bilmiyorsun Kendini ucuz satma; çünkü degerin pek fazla senin. Ulu Tanrı buyuruyor ki: Sizi de, soluklarınızı da, vakitlerinizi de, mallarınızı da, zamanınızı da satın aldım ben; bana harcarsanız, bana verirseniz karsılıgı ölümsüz cennettir; degerin budur iste bence. Fakat sen, tutar da kendini cehenneme satarsan kendine zulmetmis olursun. Hani o yüz dinarlık bıçagı duvara saplayıp ona bir kabak, yahut bir testi asan kisi gibi. Simdi gelelim sözümüze… Bahane getiriyor da ben kendimi yüce islere harcamadayım. Fıkıh, hikmet, mantık, nücûm, tıp, daha da baska bilgiler ögreniyorum diyorsun. Sonucu, bunların hepsi de senin içindir. Fıkıh ögreniyorsan kimse elinden ekmegini kapmasın, elbiseni soymasın, seni öldürmesin de sag-esen kalasın diye ögreniyorsun. Yıldız bilgisini ögreniyorsan gökyüzünün hallerini, yıldızların yeryüzüne tesirlerini anlamak, yeryüzünde ucuzluk mu olacak, pahalılık mı; eminlik mi hüküm sürecek, korku mu; bilmek için ögreniyorsun; bunların hepsi de sana ait. Yıldız kutlu olur, kutsuz olur, senin talihinle ilgiliyse bu da senin için. Düsünürsen anlarsın ki temel sensin, onların hepsi de senin parça-buçugun. Parça-buçugunda bunca yayılıs, bunca sasılacak seyler, bunca sasılacak haller, sonsuz âlemler olursa artık var da gör, sen asılsın, sen de ne haller var. Çünkü parça-buçuklarında bile can âleminde ne çıkıslar var, ne inisler var, ne mutluluklar var, 24 ne kutsuzluklar var, faydalar var, zararlar var. Hani, filân canda su Özellik var, ondan su is meydana gelir, filân su ise yarar dersin ya. Senin su uykudan, su yiyip içmeden baska bir gıdan daha var. "Rabbime konuk olurum, o beni doyurur, suvarır" denmistir ya. Bu dünyada o gıdayı unutmussun da su gıdaya dalıp gitmissin; gece-gündüz bedeni beslemedesin. Sonucu su beden, atındır senin, bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var. Fakat sana hayvanlık üst olmus da atın basucunda, atların ahırında kalakalmıssın; ölümsüzlük dünyasının padisahlarının, beylerinin safında yerin yok. Gönlün orda amma beden üst olmus da o yüzden gönlün de bedenin buyruguna uymus, ona tutsak olup kalmıs. Hani Mecnun, Leylâ’nın bulundugu yere giderken aklı basında olunca deveyi o tarafa sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ’ya daldı mı kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin de köyde bir kösesi vardı. Fırsat buldu mu geri döner, köye giderdi. Mecnun kendine geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin-geriye dönmüs-gitmis. Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve, basıma belâ oldu diye bagırıp deveden yere atladı, yaya olarak yürümeye koyuldu. Siir: Devemin dilegi geride, benim dilegim ilerde; Dilekte onunla benim aramda ayrılık var. (Mevlânâ) buyurdu ki: Tanrı sırrını kutlasın Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik söz söyler, sohbet ederken birisi, 25 senin medhini filândan duydum dedi. Seyyid, bir göreyim, bakayım buyurdu, o filân da kim? Kimin nesi? Beni tanıyacak, övecek bir derecede mi? Beni sözle tanıdıysa tanımamıs demektir. Çünkü bu söz kalmaz; bu harf, bu ses kalmaz. Bu dudak, bu agız kalmaz. Bunların hepsi de arazdır. Isimle tanıdıysa gene böyle. Yok, beni zâtımla tanıdıysa o vakit anlarım-bilirim ki o, beni övebilir, o övüs, bana aittir, beni övüstür. Hikâye: Bu, suna benzer hani. Derler, anlatırlar ya; padisahın biri, oglunu, yıldız, remil bilgileriyle baska bilgileri ögrenmesi için hünerli bir topluluga vermisti. Çocuk, pek aptal olmakla beraber bu bilgileri elde etmis, tam usta olmustu. Bir gün padisah, yüzügünü avucuna aldı, oglunu sınamak için gel dedi, söyle bakalım, avucumda ne var? Çocuk, avucundaki dedi, yuvarlak, sarı, ortası bos. Padisah, dogru buldun dedi, peki, söyle bakalım, bu ne çesit bir sey, ne olabilir? Çocuk kalbur olacak dedi. Padisah dedi ki: Akılları sasırtacak kadar ince vasıflarını bilgi kuvvetiyle bildin de kalburun avuca sıgamayacagını nasıl bilemedin? Simdi zamane bilginleri de böyledir iste. Bilgilerde kılı kırk yararlar, kendilerine ait olmayan seyleri iyiden-iyiye bellemislerdir; onları iyice kavramıslardır. Fakat asıl önemli olan, bütün bunlardan fazla kendilerine yakın bulunan, kendi varlıklarıdır; kendi-kendilerini bilmezler. Her seye helâldir, haramdır diye hüküm verirler, bu caizdir, o caiz degildir, su helâldir, su haramdır diye hükmederler de kendileri helâl midir, yoksa haram mı; caiz midir, degil mi; temiz midir, pis mi; onu bilmezler. Su içi bos olus, sarılık, sekil, yuvarlaklık, yüzün için egretidir. Yüzügü atese attın mı bunların hiçbiri kalmaz; hepsinden arı olan özü, zâtı kalır. Iste her seyin vasfını söylemek, bilgilere, islere, sözlere ait övüslerde bulunmak da böyledir; buna benzer; bütün bunlardan sonra baki kalan zâtiyle ilgisi yoktur bunların. Onların övüsleri suna 26 benzer; Hep bunları söylerler, anlatırlar da sonunda, avuçtaki kalburdur hükmüne varırlar; çünkü asıl olan seyden haberleri yoktur. Meselâ ben kusum, duduyum, yahut bülbül. Bana, bir baska türlü öt derlerse ötemem. Çünkü dilim, budur benim, baska türlü söz söyleyemem ben. Bu, sunun aksinedir amma. Birisi kusların ötüsünü taklit eder, onlar gibi öter, fakat kus degildir, kusların düsmanıdır, avcısıdır o. Öter, sakır; maksadı, kusların kendisini kus sanmalarını saglamaktır. Ona, baska türlü seslen deseler seslenebilir; çünkü bu ötüs, onun ötüsü degildir, egretidir onda; baska türlü ses de çıkarabilir o. Çünkü o, insanların kumaslarını çalmak, her evden bir baska kumas göstermek için ögrenmistir bunu. 5. BÖLÜM Dedi ki : Bu ne lûtuftur ki Mevlânâ sereflendirdi bizi; hiç beklemezdim; gönlümden bile geçmezdi; buna lâyık da degilim. Benim gece-gündüz el kavusturup onun kullarının-kölelerinin safında bulunmam gerekti; halbuki ona bile lâyık degilim hâlâ. Bu ne lûtuf? (Mevlânâ) buyurdu ki: Bütün bunlar, himmetinizin yüceliginden. Yüce, büyük bir dereceniz var. Agır, yüce islere koyulmussunuz. Himmetinizin yüceligi yüzünden gene de kendinizi kusurlu görüyorsunuz; buna razı olmuyorsunuz; kendinize birçok seyleri gerekli biliyorsunuz. 27 Gönlümüz daima tapınızda; fakat, bedenle de sereflenmeyi diledik. Fakat bedenin de pek büyük bir itibarı var; hattâ itibarın da yeri mi? Beden, özle ortak. Özsüz beden, nasıl bir ise yaramazsa bedensiz öz de bir ise yaramaz. Hani tohumu, kabuksuz olarak yere ekersen bas vermez, tutmaz; fakat kabuguyla ekersen tutar, büyük bir agaç olur. Su halde bu bakımdan bedenin de büyük bir kadri var; böyle de olması gerek zâti. Onsuz bir is görülemez; hiçbir maksada ulasılamaz; evet, vallahi de böyledir bu. Asıl, anlamı bilene, anlam haline gelene göre anlamdır. Hani derler ya "Iki rek’at namaz, dünyadan da hayırlıdır, dünyadakilerden de." Amma bu, herkese göre degil; birisi olsa da dünya yüzünde ne varsa hepsine sahip olsa, bütün dünyanın malına-mülküne sahipken hepsi elinden çıksa, iki rek’at namazını kaçırmak, ona bundan da daha zor gelirse iste o kisiye göredir bu. Dervisin biri, bir padisahın yanına vardı. Padisah ona, ey zâhit dedi. Dervis, zâhit sensin dedi. Padisah, ben nasıl zâhid olabilirim ki dedi, bütün dünya benim. Dervis, hayır dedi, ters görüyorsun sen. Dünya da, âhiret de, bütün mal-mülk de benim, âlemi ben zaptetmisim; bir lokmayla bir hırkayı yeter bulan sensin. "Artık nereye dönerseniz dönün, Allah ın zâtına dönersiniz." Bu, boyuna böyledir, tecelli hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âsıklar, kendilerini o zâta feda etmislerdir, karsılık da istemezler. Âsıklardan baskalarıysa yayılan hayvanlara benzerler. Buyurdu ki: Yayılan hayvanlardır amma kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar. Ahırdadır onlar amma ahır sahibinin makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır, has ahırına götürür. Hani önceden yoktu, onu varlıga getirdi. Varlık tavlasından cansızlar arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler tavlasına, bitkilikten hayvanlıga, 28 hayvanlıktan insanlıgı, insanlıktan da meleklige getirdi; bunun da sonu yoktur zâti. Bütün bunları da, onun bu çesit pek çok, birbirinden yüce tavlaları oldugunu ikrar etmen için gösterdi. "Elbette geçeceksiniz bir halden bir hale; artık ne oluyor onlara ki inanmıyorlar?" Bunu, ilerdeki katları ikrar etmen için gösterdim, inkâr edip var olan budur ancak demen için degil. Bir usta, sanatını, hünerini, halkı kendisine inandırmak, göstermedigi baska hünerlerine de ikrar edip var olan budur ancak demen için degil. Bir usta, sanatını, hünerini, halkı kendisine inandırmak, göstermedigi baska hünerlerine de ikrar ettirmek, inandırmak için gösterir. Hani padisah da, kendisinden daha baska seyler de istesinler, umsunlar, bu umutlarla keseler örsünler, diksinler diye bagıslarda, ihsanlarda bulunur. Iste bu, bu kadardır, padisah artık baska bir sey vermez; verip verecegi budur ancak desinler diye degil. Hattâ padisah, birisinin böyle diyecegini, bu düsünceye kapılacagını bilse ona asla ihsanda bulunmaz. Zâhid ona derler ki isin sonunu görür, dünya ehliyse ahiri görür. Fakat Tanrıya tam yaklasmıs arifler, ne sonu görürler, ne ahiri. Onlar, öne bakarlar da her isin baslangıcını bilirler. Hani bilen biri bugday eker; bilir ki bugday bitecektir, bugday biçecektir o. Sonu, önceden görmüstür. Arpa, pirinç, baska seyler eken de böyle. Madem ki önü gördü, sona bakmaz artık; bütün sonlar, önceden malûmdur ona; fakat bunlar azdır. Sonu görenlerse orta hallilerdir. Ahırdakilere gelince yayılan hayvanlardır. Insana yolu gösteren derttir, hem de her iste. Insan, hangi ise koyulura koyulsun, o isin derdi, o isin hevesi, askı, gönlünde dogmazsa adam, o ise girisemez; o is, dertsiz kolay gelmez ona. Ister dünya olsun, ister âhiret... Ister alıs-veris olsun, ister padisahlık... Ister bilgi olsun, ister yıldız; isterse baskası; hepsi de böyledir. 29 Meryem de dogum agrısı baslamadan baht agacının yanına gitmedi. "Dogum agrısı, onu hurma agacının dibine sevk etti." Onu, agaca götüren o dertti de kuru agaç meyve verdi. Beden Meryem’e benzer. Her birimizin bir Îsâ’sı var. Bizde dert meydana gelirse Îsâ’mız dogar; fakat dert olmazsa Îsâ, geldigi o gizli yoldan gider, gene aslına kavusur; ancak biz mahrum kalırız; faydalanamayız ondan. Can, iç âlemde yokluk-yoksulluk içinde; tabiat dısarda nimetlere gark olmus Seytan, yiyip içmeden mîde fesâdına ugramıs, Cemsîd’se daha sabah kahvaltısı bile etmemis. Mesîh’in yeryüzündeyken hastalıgını tedâvi ettir; Mesîh göge agmaya koyuldu mu derman, elden çıkar-gider. 6. BÖLÜM Bu söz, anlaması için söze muhtaç olan kisiyedir. Fakat söz söylenmeden de anlayan kisiye söz söylemeye hacet mi var? Gökler, yerler, anlayan kisiye hep sözdür. Bunların hepsi de "ol der, oluverir" sözüyle bildirildigi gibi sözden dogmustur. Yavas söylenen sözü bile isiten kisiye anlatmaya koyulmanın, bar-bar bagırmanın ne lüzumu var? , Bir Arap sâiri, padisahın birinin tapısına geldi. Padisah Türk’tü, Farsça bile bilmiyordu. Sâir, padisaha Arapça pek güzel bir kaside düzmüstü. Padisah tahtına oturmustu. Bütün dîvan ehli huzurdaydı. Beyler, vezirler, tesrifata göre sıralanmıstı. Sâir, ayaga 30 kalktı. Getirdigi kasideyi okumaya basladı. Padisah begenilecek yerlerde basını sallıyor, sasılması gereken yerde saskınlık gösteriyor, gönül alçaklıgı gösterilmesi gereken yerlerde iltifatlarda bulunuyordu. Dîvan ehli sasırdılar. Padisahımızın Arapça bir söz bile bilmezdi; tam yerinde nasıl oluyor da basını sallıyor; yoksa Arapça biliyordu da bunca yıldır bizden mi gizliyordu; Arapça edebe aykırı bir söz söylediysek vay bizim halimize diyorlardı.. Padisahın pek sevdigi bir kölesi vardır. Ona at verdiler, katır verdiler, mal verdiler; bir o kadar daha vermeyi de boyunlarına aldılar. Bize su hali bildir, padisah Arapça biliyor mu, bilmiyor mu? Tam yerinde nasıl bas sallıyordu; yoksa bu, keramet miydi, ilham mıydı, ögren de haber ver bize dediler. Köle bir gün fırsat buldu. Ava gitmislerdi, birçok av avlanmıstı. Padisahı memnun gördü, hali sordu. Padisah güldü de vallahi dedi, ben Arapça bilmem; amma basımı sallıyordum, çünkü o siirden maksadı nedir, onu anlıyordum da basımı sallıyor, anlıyor, begeniyordum. Artık anlasıldı ya, temel olan, maksattır, o siirse maksadın parça buçugudur; o maksat olmasaydı o siir söylenmezdi. Maksada bakılırsa ikilik kalmaz. Ikilik, parça-buçuklardadır; temelse birdir. Nitekim seyhlerin yolları, görünüste çesit-çesittir. Hallerinde, sözlerinde, hareketlerinde aykırılık vardır; fakat maksat bakımından hepsi de bir seydir; o da Tanrıyı aramaktan, dilemekten ibarettir. Hani su konaga bir yeldir, eser, gelir. Halının bir ucunu kaldırır; kilimleri oynatır; çer-çöpü havalandırır; havuzun suyunu zerre-zerre dalgalandırır; agaçları, dalları, 31 yaprakları oynatır. Bütün bu birbirine aykırı, çesit-çesit halleri belirtir amma maksat, temel, gerçek bakımından hep bir seydir; çünkü hepsinin hareketi bir yeldendir. (Biri dedi ki: Kusurumuz var. (Mevlânâ) buyurdu ki: Kim bu düsünceye düser, ah ne haldeyim, neden böyle yapıyorum derse bu, dostluk ve yardıma ugrayıs delilidir. "Azarlayıs kaldıkça sevgi de vardır" derler. Çünkü dostlar azarlanır, yabancılar azarlanmaz. Amma azarlayısta da fark var. Insanı dertlendiren, müteessir eden, akıllandıran azar, sevgiye, yardıma delildir. Insana dert vermeyen, geçip giden azar, sevgiye delil olamaz. Hani tozu gitsin diye halıyı döverler ya, akıllılar buna azar demezler. Fakat baba çocugunu, adam sevdigini döverse buna azar derler; sevgi delili, böyle bir vakitte meydana çıkar. Su halde madem ki kendinde bir dert, bir pismanlık görüyorsun; bil ki bu, Tanrının yardımına, sevgisine delildir. Kardesinde bir ayıp görüyorsan o ayıp, sendedir de onda görüyorsun. Dünya aynaya benzer. Kendini onda görüyorsun sen. Çünkü "inanan, inananın aynasıdır." O aybı kendinden gidermeye bak. Çünkü ondan incindigin zaman, kendinden inciniyorsun demektir. Dedi ki: Bir fili, su içsin diye bir su kaynagına götürdüler. Fil, kendini suda görüyor, baska bir fil var sanıyor, ürküyordu. Bilmiyordu ki kendinden ürkmektedir. Zulüm edis, kin güdüs, hasret, hırs, insafsızlık, ululuk gibi bütün kötü huylar, sende oldu mu incinmezsin. Fakat bunları bir baskasında gördün mü ürkersin, incinirsin. 32 Bil ki kendinden ürkmedesin, kendinden incinmedesin. Insan, kendi kelliginden, kendindeki çıbandan igrenmez; yaralı elini yemege sokar, parmagını yalar, gönlüne hiç de tiksinti gelmez. Fakat bir baskasında küçücük bir çıban, yahut azıcık bir yara görse onun yedigi yemekten tiksinir, o yemek, içine sinmez. Iste kötü huylar da kelliliklere, çıbanlara benzer. Insan, bunlar kendisinde oldu mu incinmez; fakat bir baskasında bu huyların pek azını bile görse ondan incinir, tiksinir. Sen ondan ürküyor, kaçıyorsun ya, o da senden ürker, incinirse mâzur gör; senin incinisin de onun için bir özürdür; çünkü sen onu görünce inciniyorsun ya, o da aynı seyi görüyor da senden inciniyor. "Inanan, inananın aynasıdır" dedi, "kâfir, kâfirin aynasıdır" demedi. Amma bu, kâfirin aynası yok demek degildir; onun da aynası vardır amma aynasından haberi yoktur. Bir padisahın gönlü daralmıstı, bir ırmak kıyısına oturmustu. Beyler, ondan ürküyorlar, korkuyorlardı. Hiçbir suretle gülmüyordu yüzü. Bir maskarası vardı; pek yakındı ona. Beyler onu çagırdılar. Eger dediler, padisahı güldürebilirsen sana su kadar dünyalık veririz. Maskara, padisahın yanına gitti, fakat ne kadar çalıstı-çabaladıysa bir türlü güldüremedi. Padisah ona bakmıyordu ki bir maskaralık yapsın da onu güldürsün; boyuna suya bakıyor, basını kaldırmıyordu bile. Maskara, padisaha, suda ne görüyorsun dedi. Padisah, bir kaltaban görüyorum deyince maskara, a âlemin padisahı dedi, bu kul da kör degil ya. Iste buna benzer hani; sen onda bir sey görüyor da inciniyorsan o da kör degil ya, senin gördügünü o da sende görürsün. Ona karsı iki "ben" olamaz; oraya iki "ben" sıgamaz. Sen de "ben" diyorsun, o da 33 "ben" diyor. Ya sen onun Önünde öl, ya o senin önünde ölsün de ikilik kalmasın. Fakat o ölmez, buna imkân yok. Ne dıs âlemde ölür o, ne zihinde; çünkü "o, bir diridir ki ölmez". Mümkün olsaydı ikilik kalksın diye senin için ölürdü de hani; bu kadar da lütfü vardır onun. Madem ki onun ölmesine imkân yok, sen öl de o, sana tecelli etsin, ikilik kalksın-gitsin. Iki kusu birbirine baglasan, ikisi de aynı cinstendir, iki kanat dört kanat olmustur, fakat gene de uçamazlar; çünkü arada ikilik vardır. Fakat ölü bir kusu, diri bir kusa baglasan diri kus uçar; çünkü ikilik kalmamıstır. Güneste öylesine bir lütuf var ki yarasaya karsı ölür; amma buna imkân yoktur da a yarasa der, lûtfum her seye ulasmıs, sana da ihsanda bulunmayı isterim. Sen öl; çünkü senin ölmen mümkün. Öl de ululuk ısıgımdan faydalan, yarasalıktan çık, yakınlık Kafdagı’nın Zümrüdüanka’sı ol. Tanrı kullarından bir kulda bile kendisini bir dost için feda etme gücü vardır. Böyle bir kul, Tanrıdan dostunun saglıgını istemedeydi. Tanrı kabul etmiyordu. Ses geldi, ben onu istemiyorum dendi. O Tanrı kulu ısrar etmede, duadan vazgeçmemedeydi. Tanrım diyordu; onun saglıgını dilemeyi gönlüme veren sensin; bu istek gitmiyor benden. Sonunda ses geldi: Dilediginin olmasını istiyorsan basını ver, sen yok ol, kalma, geç-git su dünyadan. O kul, Yârabbi dedi, razı oldum. Öyle yaptı, dost için basıyla oynadı da isi oldu. Bir kulda bu lûtuf olur, bir günü bile, önü-sonu bütün dünya ömrüne degen ömrünü feda ederse o lûtfu yaratanda böyle bir lûtuf olmaz mı? Imkân mı var buna? Madem ki onun yok olması mümkün degil, bari sen yok ol gitsin. Agır canlı biri geldi de (1) büyük bir kisinin (2) üst tarafına geçti-kuruldu. (Mevlânâ) buyurdu ki: 34 (1) Selim Aga nüshasında kelimenin altına kırmızı mürekkeple "Seyh Seref-i Herevî" yazılmıstır (109 a). Izzet Koyunoglu nüshasında da gene kırmızı mürekkeple "Müstevfî’nin evinde oldu. Seyh Herevî idi." mealinde "Seyh Herevî bûd der hâne-i Müstevfî kaydı ilâve edilmistir. (2) Selim Aga nüshasında gene alta "Çelebi Hüsâmeddîn" yazılmıstır (109 a). Isıgın üst yanında olmuslar, yahut alt yanında olmuslar, ne farkı var onlarca? Isık yücelik dilerse kendisi için dilemez; maksadı baskalarına fayda vermektir; baskalarının da ısıgından faydalanmasını ister. Yoksa mum, nerde olursa olsun, ister asagıda bulunsun, ister yukarıda, her halde de mumdur o. Mumun da yeri mi? Onlar ölümsüz günestir. Dünyada mevki, yücelik dilerlerse maksatları sudur: Halkta onların yüceligini görecek göz yoktur; onlar isterler ki dünya tuzagıyla dünya ehlini avlasınlar da halk, öbür yücelige yol bulsun, âhiret tuzagına düssün. Hani Mustafâ da Mekke’yi, baska sehirleri, onlara muhtaç oldugundan zaptetmiyordu; herkese yasayıs bagıslamak, aydınlık vermek, görüs lûtfetmek için zaptediyordu. "Bir avuçtur bu avuç ki vermeye alısmıstır; almaya alısık degildir." Onlar halkı aldatırlar amma bagısta bulunsunlar diye aldatırlar, onlardan bir sey almak için degil. Bir adam, hileyle kusçagızları tuzaga düsürmek, onlara yemek, satmak için tuzak kurar; buna düzen derler. Fakat bir padisah, kendindeki hünerden haberi bile olmayan degersiz, acemi doganı tutup elinde- bileginde besleyip terbiye etmek, yüceltmek, ona avlanmayı belletmek için tuzak kurarsa buna düzen demezler. Görünüste düzendir amma dogrulugun, verginin, bagısın, ölüyü diriltmenin, tası lâ’l haline getirmenin, ölü erlik suyunu insan sekline sokmanın ta kendisidir; hattâ bunlardan da üstün bir seydir bu. Dogan, kendisini niçin tutuyorlar, bunu bir bilseydi 35 yeme muhtaç olmazdı da canla-gönülle tuzagı arardı; padisahın eline kendiligin-uçar, konardı. Halk, onların sözlerinin dıs yüzüne bakar da der ki: Biz, bu sözleri çok isittik. Içimiz, kat-kat dolu bu sözlerle. "Kalblerimizde kılıf var; hayır, Allah küfürleri yüzünden lânet etmistir onlara." Kâfirler, gönüllerimiz, bu çesit sözlerin kılıfıdır, bu sözlerle dop-doluyuz biz derler de Tanrı, onlara cevap vererek buyurur ki: Hâsâ, gönüllerimiz bu sözlerle degil, vesveselerle, hayallerle, ikilikle, hattâ lanetle doludur. Çünkü "küfürleri yüzünden Allah lâ-net etmistir onlara." Keske o hezeyanlardan bos olsaydı da bu sözlerin bir kısmını kabullenseydiler; fakat bu kabiliyet de yok onlarda. Gözleri, bir baska renk görsün, Yûsuf’u kurt görsün; kulakları bir baska türlü ses duysun, hikmeti saçma-sapan bir söz saysın, gönülleri bir baska renge boyansın, vesveselerin, hayallerin yeri-yurdu olsun diye Ulu Tanrı, onların kulaklarını, gözlerini, gönüllerini mühürlemistir. Gönülleri kısa dönmüstür; buzdan, soguktan ne varsa derilmis, toplanmıstır gönüllerinde. "Allah, gönüllerine ve kulaklarını mühür vurmustur ve gözlerinde de örtü var onların." Hattâ bunlarla dolu oldugunu söylemenin de yeri mi? Ne onlar, ne onlarla övünenler, ne de soyları-sopları, ömürleri boyunca gerçegin kokusunu bile duymamıslardır, gerçege ait bir tek söz bile isitmemislerdir. Bir testi var, Ulu Tanrı onu bâzı kimselere suyla dolu gösterir, onları bu suyla suvarır, kana kana içerler. Bâzı kimselereyse bos gösterir, dudakları bile ıslanmaz. Testiden su içemeyen ne diye sükretsin? Bu testiyi dolu gören kisi sükreder. Ulu Tanrı, "Allah Âdem’in balçıgını kırk gün yogurdu" hükmünce onu düzdü-kostu, bunca 36 zaman yeryüzünde kala-kaldı. Lânet olasıca Iblis, yere inmisti. Âdem’in kalıbına rastladı. O kalıba girdi, damarlarında döndü-dolastı; iyice seyretti; kanla dolu olan damarlarını, sinirlerini, hıltlarını gördü. Dedi ki: Ars ayagında görmüstüm, bir Iblis yaratılacak diye yazılıydı. Eyvahlar olsun, sasarım dogrusu Iblis bu degilse; olsa-olsa budur mutlaka. Esenlik size dedi de kalktı (Mevlânâ). 7. BÖLÜM Atabek’in oglu geldi. (Mevlânâ) buyurdu ki: Baban boyuna Tanrıyla mesgul, inançı da üstün; bu, sözünden anlasılıyor. Bir gün Atabek dedi ki: Rum kâfirleri, Tatar’a kız verelim de din bir olsun; su yeni din, su Müslümanlık ortadan kalksın dediler. Dedim ki: Bu din, ne vakit bir olmus ki? Daima ikiydi, üçtü. Dindarların arasında da boyuna savas vardı, öldürme vardı. Dini nasıl olur da bir yapabilirsiniz siz? Mevlânâ bu hususta birçok faydalı seyler söyledi de dedi ki: Din orda, yâni kıyamet kopunca âhirette bir olur. Fakat burada, dünyada buna imkân yoktur. Çünkü burada herkesin bir dilegi var, herkes bir baska havada; bu, burada birlige imkân vermez. Fakat kıyamette olur; çünkü herkes bir olur, bir yere bakar, bir sey duyar, bir sey söyler. Insanda birçok seyler vardır. Fare vardır, kus vardır. Kimi olur, kus, kafesi yüceye agdırır; kimi olur, fare, asagıya çeker. Insanda yüz binlerce birbirine aykırı canavarlar 37vardır. Ancak oraya giderlerse fare, fareligi bırakır, kus, kuslugundan geçer; hepsi de bir olur-gider. Çünkü istenen sey, ne yücelerdedir, ne asagılarda. Istenen meydana çıktı mı ne yukarıya uçar insan, ne asagıya iner. Birisi bir sey kaybetse sagı-solu arar, önde-ardda aranır. Fakat onu buldu mu ne yukarıyı arar, ne asagıyı; ne solda arar, ne sagda; ne önde arar, ne ardda; her yan derilir, bir yerde toplanır-gider. Kıyamet gününde de herkesin görüsü bir olur; herkes bir dili söyler, bir sözü duyar, bir seyi düsünür. Hani on kisinin bir bagı, yahut dükkânı olsa, onu da ortak olsa sözleri de bir olur, dertleri de; oyalandıkları sey de birdir. Istenen bir kimsedir. Bu yüzden kıyamet gününde de herkesin isi Tanrıya düser de herkes bir olur-gider. Bu bakımdan dünyada herkes, bir baska isle ugrasır. Birisi kadın sevgisine düser, öbürü mal sevdasına. Biri kazanca düser, öbürü bilgiye. Herkes, dermanım, zevkim, hoslugum, rahatım ondadır der, buna inanır. Bu, Tanrının bir rahmetidir. Insan diledigi, aradıgı seye yönelir; fakat bulamayınca geri döner. Bir an durur, düsünür de der ki: O zevk, o rahmet, aranası bir sey; galiba iyi aramadım, tekrar arayayım. Gene arar, fakat-bulamaz. Böyle aranır-dururken ansızın rahmet, perdesiz olarak yüz gösterir. Ondan sonra anlar bilir ki yol, o degilmis. Fakat Ulu Tanrının öylesine kulları da vardır ki kıyametten önce de böyledir onlar, gerçegi görür-dururlar. Tanrı yüzünü, özünü ululasın. Ali, buyurur ki: "Perde açılsa da yakıynim artmaz." Yâni "kalıbı kaldırsalar, kıyamet belirse, gene yakıynim ziyadelesmez." 38 Bu, suna benzer hani: Bir topluluk, kap-karanlık bir evde her biri bir yana yüz tutup namaz kılsa gündüz olunca, yüzlerini kıbleden baska bir yana çevirmis, o yana namaz kılmıs olanların hepsi de namazlarını kaza ederler; fakat geceleyin yüzünü kıbleye tutan, kıbleye yönelip namaz kılan, ne diye kaza etsin? Zâten hepsi de onun döndügü tarafa dönecekler. Su halde su gece çagında ona yüz tutan, ondan baskasından yüz çeviren kullar var ya, kıyamet, onlarca ap-açık meydandadır, kopmus-gitmistir zâten. Sözün sonu yoktur; fakat isteyen ne kadar isterse o kadar iner. "Hiçbir sey yoktur ki hazineleri katımızda olmasın, fakat onu, ancak bilinen bir miktarda indiririz." Hikmet yagmura benzer. Madeninde sonsuzdur, fakat ne kadar gerekse o kadar yagar. Kısın, baharın, yazın, güzün, miktarınca; baharın biraz daha çok, yahut az. Amma geldigi yerde sonsuzdur o. Sekerciler sekeri, eczacılar ilâcı kâgıda korlar. Fakat seker, kâgıtta oldugu kadar degildir. Sekerin madenleri, ilâçların madenleri sonsuzdur; kâgıda nerden sıgacak? Hani kınamıslardı da Tanrı esenlik versin ona, Kur’ân Muhammed’e neden âyet-âyet iniyor da sûre-sûre inmiyor demislerdi. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin ona, Mustafâ buyurdu ki: Bu ahmaklar ne söylüyorlar? Bana tam olarak birden inseydi yanar-giderdim, kalmazdım ki. Çünkü bilip anlayan, azdan çogu anlar, bir seyden birçok seyleri, bir satırdan defterleri. Bu, suna benzer: Bir topluluk oturmus, bir hikâye dinliyordu. Içlerinden biri, anlatılanı tam olarak biliyordu, olayın içinde bulunmustu o. Bir isaretten olayın hepsini anlıyordu. Sararıyordu, kızarıyordu, halden hale giriyordu. Baskaları, duydukları kadar anlıyordu, 39 çünkü o hallerin hepsini bilmiyorlardı ki. Fakat bilen, o kadarından pek çok sey anlamıstı. Geldik sözümüze: Evet, aktarın yanına geldin mi, sekeri çoktur amma kaç parayla geldin, ona bakar, o kadar seker verir. Burada da gümüs para, himmettir, inançtır. Inanç ve himmet miktarınca artar-durur söz. Seker almaya geldin mi çuvalına bakarlar, ne kadarsa o kadar tartarlar; bir kile, yahut iki kile verirler. Fakat adam, tutmus da deve katarları getirmisse, birçok çuvallarla gelmisse kilecilerin gelmelerini buyururlar. Çünkü bu is uzun sürecek, çabuk savulmayacak, kileci gerek derler; kilecileri getirirler. Böylece bir insan vardır; ona denizler bile yetmez; bir insan da vardır, birkaç katre yeter ona; fazlası ziyan verir. Bu, yalnız anlam, bilgiler, hikmet âleminde böyle degildir. Mallarda-mülklerde, altınlarda, madenlerde hep böyledir. Hepsi de sınırsızdır, sonsuzdur; fakat adamına göre sunulur. Çünkü insan, fazlasına dayanamaz; deli-divâne olur. Görmez misin Mecnun’u, Ferhat’ı, onlardan baska âsıkları? Bir kadının askı yüzünden daglara-ovalara düstüler. Çünkü onlara, dayanamayacakları kadar istek sunuldu. Görmez misin Firavun’u? Ona fazla mal-mülk sunuldu, Tanrılık dâvasına giristi. "Hiçbir sey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın." Iyiden-kötüden hiçbir sey yoktur ki katımızda, haznemizde sonsuz defineleri bulunmasın; fakat herkese, dayanacagı kadar göndeririz, çünkü uygun olanı da budur. Evet, bu adam inanmıstır, fakat inanç nedir, onu bilmez. Çocuk da ekmege inanmıstır amma inandıgı nedir, onu bilmez ya, tıpkı onun gibi iste. Bitkiler de böyledir. Agaç, 40 susuzluktan sararır-solar, kurur; fakat susuzluk nedir, bilmez. Insanın varlıgı bir bayraga benzer. Önce bayragı dikerler; sonra akıl, anlayıs, kızıs, öfke, yumusaklık, lütfedis, korku, umut gibi sayısını ancak Tanrının bildigi sonsuz huylardan meydana gelmis orduları, her yandan, o bayragın altına gönderirler. Uzaktan bakan, yalnız bayragı görür; fakat yakından bakan, bayragın altındaki toplulugu da görür. Yâni gaflette olan, ancak su bedeni görür, bilense bakınca onda ne inciler-mücevherler var, ne anlamlar var, anlayıverir. Birisi geldi. (Mevlânâ) dedi ki: Nerdeydin Özlemistik, neden geciktin? O zat, böyle rastladı dedi. (Mevlânâ) bizde dedi, dua ediyorduk, bu rast gelis dönsün-gitsin, kalksın aradan. Ayrılık getiren rastlayıs gerekmez. Evet, vallahi her sey Tanrıdandır amma Tanrıya göre iyidir; bize göre degil. Hani su dervisler söylerler, her sey iyidir derler ya, dogru söylerler. Her sey Tanrıya göre iyidir, olgundur; fakat bize göre degil. Zina etmek, namaz kılmamak, namaz kılmak, kâfir olmak, Müslüman olmak, Tanrıya es-ortak tanımak, Tanrıyı bir, essiz-ortaksız bilmek... Hepsi de Tanrıya göre iyidir; fakat bize göre zina etmek, dogrulukta bulunmak, kâfir olmak, Tanrıya es-ortak tanımak, kötüdür; namaz kılmak, hayırlarda bulunmak iyidir; Tanrıya göreyse hepsi de bir. Nasıl ki bir padisahın mülkünde, zindan da var, daragacı da var; elbise de verir, mal-mülk de ihsan eder; maiyetinde adamlar da bulunur; dügün-dernek de olur, zevk-nes’e de; davul da vardır, bayrak da... Hepsi vardır, hem de padisaha göre hepsi iyidir. Hani elbise vermek, onun saltanatının yüceligindendir ya;daragacı, zindan, öldürüs de saltanatının yüceligindendir. Ona göre hepsi de olgunluktur; fakat halka 41 göre elbise vermekle daragacına çekmek, nasıl olur da bir olur? 8. BÖLÜM Çaçaoglu, namazdan daha üstün nedir diye sordu. (Mevlânâ), bir kere dedi, namazın canı namazdan üstündür diye bu soruya cevap vermistik, etraflıca anlatmıstık, ikinci cevap da su: Iman namazdan üstündür. Çünkü namaz, bes vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi caizdir; burada da imanın namazdan bir üstünlügü var; çünkü iman hiç bir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi. Her dinin namazı bir baska çesittir; fakat hiçbir dinin imanı degismez. Namazın sekilleri, kıblesi, baska seyleri degisebilir; daha baska farklar da var; dinleyenin zevkine, özleyisine göre meydana çıkar. "Hiçbir sey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın, fakat onu, ancak bilinen miktarda indiririz. "Dinleyen, hamur yoguranın önündeki hamura benzer; söz de suya benzer. Hamura, ne kadar su gerekse o kadar su döker. Siir: Gözüm, bir baskasına bakıyorsa ne yapayım ben? 42 Kendinden sikâyetlen; çünkü onun ısıgı sensin. Gözüm baskasına bakıyor, yâni baska bir dinleyen arıyor senden baska; ne yapayım ben, gözümün ısıgı sensin. Sen, senligindesin, kendinden, varlıgından kurtulmamıssın ki aydınlıgın yüz bin kat artsın. Hikâye: Bir adam vardı, pek arıktı, pek asagılıktı; bir serçe kusuna benzerdi, gözlere o kadar küçük görünürdü. Onu görmeden, çirkinliklerinden arılıklarından sikâyet eden asagılık kisiler bile onu gördüler mi, Tanrı’ya sükrederlerdi. Bütün bununla beraber padisahın divanında vezirin yüzüne karsı sert sözler söylerdi, büyük lâflar ederdi. Vezir, bu yüzden dertlenir, fakat hazmederdi. Sonunda bir gün vezir kızdı; ey divan ehli, bu olmayasıca, onmayasıca herifi ben tuttum, topraktan kaldırdım, besledim-gelistirdim. Bizim, bizim atalarımızın ekmegiyle, nîmetiyle, bizim soframızda adama döndü de yüzümüze karsı bu çesit sözler söyleyecek bir dereceye geldi diye bagırdı. Adam sıçrayıp kalktı da a divan ehli, a devletin büyük adamları , a devletin direkleri dedi; dogru söylüyor. Onun ve atalarının nimetiyle, artık ekmegiyle beslendim, büyüdüm de sonunda böyle asagılık bir hale geldim, böylesine rezil-rüsvây oldum iste; baska birinin ekmegiyle nimetiyle beslenseydim belki yüzüm de, boyum-posum da, degerim de bundan iyi olur, bundan üstün olurdu; o beni yerden kaldırdı amma ben, boyuna "keske toprak olsaydım" deyip durmadayım; bir baskası beni topraktan kaldırsaydı belki böyle maskara olmazdım. Simdi, Tanrı eri tarafından terbiye edilen mürîdin canı kanatlanır. Fakat bir müzevvir, bir gösterisçi tarafından terbiye edilen ondan bilgi belleyen, terbiyeyi, savasmayı ondan ögrenen, canı onun yüzünden sararıp solan kisi, tıpkı onun gibi asagılık, arık, bunalmıs, 43 gamlı bir hale gelir, iskillerden kurtulamaz, duyguları noksan kalır. "Onlar ki inanmazlar, dostları seytandır onların, onları ısıktan karanlıklara çıkarır." Canı, gizli seyleri görsün-göstersin diye bütün bilgileri, insanın mayasına katmıs, o mayayı öyle yogurmus. Hani arı-duru su, dibinde tas mı var; çakıl mı, baska sey mi, ne varsa, yüzünde de ne yüzüyorsa hepsini gösterir ya; bu, sonradan bir sey yapılarak suya verilen egreti bir hal degildir, onun temelinde, aslında vardır bu, yaratılıstan verilmistir ona; fakat su toprakla, yahut baska renklerle bulandı mı o hâssa, o hüner , ondan ayrılır, onu unutur-gider. Iste Ulu Tanrı, bulanmıs, bir baska renge girmis küçük sular, onlara karıstı mı, bulanıklıklarından kurtulsunlar, o egreti renkten halâs olsunlar diye peygamberleri, erenleri, arı-duru ulu sular gibi gönderdi. Küçük su, kendisini arı-duru görünce hatırına gelir, önce böyle arı-duruydum gerçekten de der; bilir ki bulanıklıklar da egretiymis, renkler de egreti. Bu egreti seylere ugramadan önceki halini hatırlar da "bu bir sey ki, bundan önce de bununla rızıklanmıstık biz" der. Su halde peygamberlerle erenler, insana önceki hali hatırlatırlar, mayasına yeni bir sey eklemezler insanın. Simdi büyük suyu bilip tanıyan, ben ondanım, onunum diyen her bulanık su, akar, ona kavusur, karısır-gider. Fakat büyük suyu tanımayan, onu kendisinden baska gören, kendi cinsinden baska bir cinsten sanan bulanık su, renklerle, bulanıklıklara sıgınır; sonunda da ona karısmaz; denizden uzak mı, uzak düser. 44 Hani (Peygamber) buyurmustur ya: "Canlardan, bilisenler uyusurlar; bilmeyenler, hoslasmayanlar aykırılıga düser." Onun gibi iste. Gene bunun için (Tanrı) buyurmustur: "And olsun ki, size, sizden bir peygamber geldi." Yâni ulu su, küçük suyun cinsindendir, ondandır, onun mayasındandır. Küçük su, ulu suyu kendinden görmüyor, onu inkâr ediyor, tiksiniyor ondan ya, bu d | |
| | | haydarı kerrar
Mesaj Sayısı : 355 Kayıt tarihi : 02/07/10 Nerden : ANKARA
| Konu: Geri: Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Salı Ağus. 24, 2010 10:09 am | |
| 46 Su günesi görüyorsun ya, hani onun ısıgıyla yol yürüyoruz, görüyoruz, iyiyi kötüden ayırt ediyoruz; onunla ısınıyoruz; agaçlar, baglar-bahçeler meyve veriyor; ham meyveler, eksi, acı meyveler, onun ısısıyla oluyor, olgunlasıyor, tatlılasıyor; altın, gümüs, lâ’l, yakut madenleri, onun tesiriyle oluyor, türlü sebeplerle bunca faydalar veren su günes, daha yakına gelse hiç bir fayda vermez; hattâ bütün dünya, bütün halk yanar-gider, bir seycik kalmaz. Ulu Tanrı daga, örtüyle-perdeyle görününce dagı, agaçlarla, güllerle, yesilliklerle dolduruyor,süslenmis-bezenmis bir hale sokuyor;, fakat örtüsüz-perdesiz göründü mü, onu alt-üst ediyor, zerre-zerre parçalayıp gidiyor. "Rabbi, daga göründü mü onu param-parça etti." Birisi, kısın da aynı günes yok mu diye sordu (Mevlânâ) dedi ki: Bizim koyundan bahsedisimiz, örnek getirmektir; maksadımız budur. Yoksa orda ne koyun vardır, ne deve. Örnek baskadır, denk-esit olus baska. Akıl, onu çabasıyla anlayamaz; anlayamaz amma çabasından da ne vakit kurtulur akıl? Çabasını bırakırsa akıl degildir o. Anlasılmaz, anlamaya imkân yoktur amma akıl, ona derler ki gece-gündüz, o tek sevgiliyi anlamak için düsüncelere dalar, çalısır-çabalar, kıvranır-durur, kararsız bir hale düser. Akıl, pervaneye benzer, sevgiliyse mum gibidir. Pervane, kendini muma vurur, yakar, helak olur-gider; fakat pervane de ona derler ki o yanıstan zarar görse, elemlere düsse bile muma dayanamasın; kendisini atsın-gitsin. Bir yaratık olsa da pervaneye benzese, fakat mumun ısıgına dayansa, kendisini ona atıp yakmasa o yaratık, pervane degildir. Pervane de kendisini mumun ısıgına vursa da o ısık pervaneyi yakmasa ona da mum 47 demezler. Su halde Tanrıya dayanan, ona ulasmak için çalısıp çabalamayan kisi, insan degildir; fakat Tanrıyı anlar-bilirse o bilinen-anlasılan da Tanrı degildir. Insan ona derler ki çalısıp çırpınır, Tanrının ululuk ısıgının çevresinde rahatı-kararı kalmaz.Tanrı da odur ki insanı yakar-yandırır, yok eder-gider, fakat hiçbir akıl, onu anlayamaz. 10. BÖLÜM Pervâne dedi ki: Mevlânâ Bahâeddin, Hudâvendgâr yüz göstermeden önce, Mevlânâ, bunun için Emir benim ziyaretime gelmesin, yorulup zahmet çekmesin; çünkü bizim türlü-türlü hallerimiz vardır. Bir hale düser, söz söyleriz de, bir hale ugrar, söz söyleyemeyiz; bir halimiz olur, halkla ilgileniriz; bir halimiz olur, yalnızlıga çekiliriz; bir halimiz de olur ki dalar-gideriz, sasırır-kalırız; olur ya, Emîr, ben öyle bir haldeyken gelir ki gönlünü alamayız; onunla konusmaya, ona Ögüt vermeye gücümüz yetmez; onun için su daha iyi: Dostlarla oyalanmaya, onları faydalandır maya, gücümüz olursa biz gideriz, dostları ziyaret ederiz buyurmustu diye özür getirdi. Emîr, Mevlânâ Bahâedin’e cevap verdim de dedim ki dedi: Ben, Mevlânâ benimle mesgul olsun, benimle konussun diye gelmiyorum ki; onunla seref bulayım, kullarının arasına katılayım diye geliyorum. Simdicek oluveren olayların biri su: Mevlânâ diyelim kî mesguldü, yüzünü göstermedi, uzun bir zaman beni bekletti. Bu bekletis, Müslümanlar, iyi kisiler, benim de kapıma gelince onları bekletirim, tez yol vermem, bunun bu kadar güç, bu kadar zor oldugunu bilmem içindir; Mevlânâ, baskalarına bu çesit davranmamam için beni terbiye etti. Mevlânâ, (bu sırada gelip) buyurdu ki: 48 Hayır, sizi bekletmem, lütfûn da kendisidir. Hani anlatırlar ya, Ulu Tanrı, a kulum buyurur; duâya koyulup feryâda basladın mı istegini tez yerine getirirdim; fakat senin ah etmen, feryât etmen, hosuma gidiyor; onun için geciktiriyor, duânı tez kabul etmiyorum; fazla feryât etmeni istiyorum; çünkü sesin, feryâdın hosuma gidiyor. Meselâ bir adamın kapısına iki yoksul gelse, birisi, sevilir, istenir biri olsa, öbürü de hiç hosa gitmez biri bulunsa ev sahibi, kölesine, tez, durup dinlenmeden o hosuma gitmeyen herife bir ekmek parçası ver de çekilip gitsin der. Sevileneyse vaatlerde bulunur; daha ekmek pismedi, dayan da ekmek pissin der. Çok defa gönlüm ister ki dostları göreyim, onları doya-doya seyredeyim; onlar da beni doya-doya görsünler. Burada iyi öze sahip dostlar, birbirlerini iyiden-iyiye görürlerse o dünyada toplandıkları vakit bildiklik, tanısıklık, pekismis olacagından birbirlerini gene tanırlar, bilirler de dünya yurdunda da beraberdik biz derler, birbirlerine bir hosça sarılırlar; bagdasırlar; çünkü insan, dostunu tez kaybeder. Görmez misin ki bu dünyada birisiyle dost olursun, sevgili dersin ona; gözünde bir Yûsuf kesilmistir o. Fakat bir kötü is yüzünden silinir-gider; onu kaybedersin; Yûsuf luk, kurtluga, dönüverir; önceden Yûsuf gördügünü simdi kurt seklinde görürsün. Görünüsü de degismemistir, neyse gene odur o; fakat su bir tek egreti hareket yüzünden onu yitirdin-gitti. Halbuki yarın, bir baska türlü toplanıs belirecek; onun özü de bir baska öze dönecek. Onu iyi tanımazsan, özüne iyiden-iyiye dalmazsan nasıl tanıyabilirsin onu? Hâsılı insanların birbirlerini iyiden iyiye görüp tanımaları, her adamda egreti olan iyi ve kötü huyları bir yana bırakıp özlerine dikkat etmeleri, özlerini iyiden-iyiye görüp 49 bilmeleri gerek. Çünkü insanların birbirlerine naklettikleri su vasıflar, insanın asıl vasıfları degildir. Hani bir hikâye söylemislerdir: Birisi, ben filân adamı iyi tanırım, onun huyunu-husunu anlatayım size der. Buyur derler. Der ki: Benim seyisimdi, iki kara öküzü vardı. Simdi, halkın, filân dostu gördük, onu tanırız demeleri de bunun gibidir. Söyledikleri her söz, gerçekte, iki kara öküzü vardı diyenin hikâyesidir âdeta. O anlatıs, onu anlatıs degildir;- o anlatıs, hiçbir ise yaramaz. Simdi insanın iyi-kötü, isledigi isleri bir yana bırakmak, özüne dalmak, nasıl bir özü var, ne çesit bir mayası var, onu anlamak, bilmek gerektir; zâten görmek, bilmek de budur. Sasarım insanlara; erenler, âsıklar, yeri-yurdu olmayan, sekli bulunmayan, neligi-niteligi de olmayan âleme, neliksiz-niteliksiz âlemine nasıl âsık olurlar, nasıl o âlemden yardım görürler, güç-kuvvet bulurlar, o âlemin tesiri altında kalırlar derler. Halbuki kendileri de gece-gündüz o âleme girerler. Bir adam, bir adamı sever, ondan yardım görür. Bu yardımı onun lûtfundan, ihsanından, bilgisinden, anısından, düsünüsünden, onun nes’esinden, gamından elde eder. Bütün bunlar da mekânsızlık âlemindedir. O, soluktan soluga bu anlamlardan yardıma ulasır, bunların tesiri altında kalır da buna sasmaz; fakat tutar, erenler, âsıklar mekânsızlık âlemine nasıl âsık olurlar, o âlemden nasıl yardım görürler diye sasırır-kalır. Bir filozof vardı; bu anlamı inkâr ederdi. Bir gün hastalandı, elden çıktı. Hastalıgı uzadıkça uzadı. Tanrı hikmetini elde etmis bir er, filozofun halini-hatırını sormaya gitti; 50 filozofa, ne istiyorsun, dedi. Filozof, saglık istiyorum dedi. Eren, su saglıgın sekli ne biçim, söyle bakalım, nasıl sey bu saglık... Arılayayım da elde edeyim dedi. Filozof, saglıgın sekli yoktur deyince eren, madem ki dedi sekli yok, o neliksiz-niteliksizdir, onu nasıl isteyebiliyorsun? Söyle bakalım, saglık nedir? Filozof, sunu bilmiyorum ki dedi, saglık gelince güç-kuvvet elde ederim, sismanlar-gelisirim; betim-benzim ap-ak, al-al olur; açılır-nes’elenirim; tazelesir-giderim. Eren, ben dedi, senden saglıgın kendisini soruyorum; saglık ne biçim seydir? Filozof, bilmiyorum dedi, neliksiz-niteliksiz. O er, Müslüman olur, önceki yolunu-yordamını bırakırsan sana ilâç veririm, saglamlastırır, iyilestiririm, saglıgı ulastırırım sana dedi. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin Mustafâ’dan, su anlamlar neliksiz-niteliksiz amma görünen sekiller vasıtasıyla insan, o anlamlardan faydalanabilir mi diye sordular. Buyurdu ki: Iste buracıkta gökyüzü, yeryüzü... Su sekil yüzünden o tüm anlamdan faydalan. Dönüp duran gökyüzünün tesirlerini, bulutların, vaktinde yagmur yagdırdıgını, yazı-kısı, zamanın degismesini görüyorsun; hepsi de dogru-düzen, hepsi de bir hikmete dayanmada. Su cansız bulut, ne bilir vaktinde yagmur yagdırmayı; su yeryüzünü görüyorsun, bitkiyi nasıl kabulleniyor, bire nasıl on veriyor; elbette bunları birisi yapıyor; onu gör, su dünya vasıtasıyla ondan yardım elde et; hani insanın da kalıbını görüyor, anlamından yardım elde ediyorsun ya; dünya vasıtasıyla de dünyanın anlamından yardıma er. Peygamber esridi, kendinden geçti de söz söylemeye basladı mı, "Allah dedi ki" derdi. 51 Halbuki görünüste onun dili söylüyordu. Fakat o, arada yoktu; gerçekte söyleyen, Tanrıydı. Fakat o evvelce kendini görürdü; bu yüzden de bu çesit söz söylemeyi bilmez-anlamazdı; böyle sözlerden haberi bile yoktu. Simdiyse ondan böyle sözler doguyor, biliyor ki evvelki varlıgı yoktur; bu, Tanrının tasarrufudur. Nitekim Tanrı esenlikler versin, Mustafâ, kendinden bu kadar bin yıl önceki insanlardan, gelmis-geçmis peygamberlerden, tâ dünyanın sonuna dek olacak seylerden; Ars’tan, Kürsî’den, varlıktan-yokluktan bahsediyordu; halbuki varlıgı, dünkü varlıktı; onun, sonradan meydana gelen bu dünkü varlıgı, bunları söylemiyordu. Sonradan meydana gelen, evveline evvel olmayandan nasıl haber verir; su halde anlasıldı ki o söylemiyor, Tanrı söylüyor. "Kendi dileginden söz söylemez; söyledigi, ancak kendisine vahyedilen sözdür." Tanrı, sesten, harften münezzehtir. Tanrının sözü, harften, sesten dısarıdır. Fakat sözünü de, diledigi her harften, her sesten, her dilden akıtır-gider. Hani yollarda, kervansaraylarda havuz baslarına tastan bin insan, yahut bir kus yaparlar; o heykellerin agızlarından su akar, havuza dökülür. Bütün akıllılar bilirler ki o su, tastan yapılma kusun agzından gelmiyor, bir baska yerden geliyor. Bir adamı tanımak istersen söze getir, konustur. Konusmaya basladı mı, onu anlar-tanırsın. Bir yankesici olsa, birisi de ona, adamı sözünden tanırlar dese, anlasılmaması için mahsustan söz söylemez; söylemekten çekinir. Hani bir hikâye vardır: Bir çocuk, ovada annesine, kapkara gecede bana, dev gibi koca bir karartı görünüyor, pek korkuyorum der. Annesi korkma der, onu gördün mü yürekli bir halde saldır üstüne, görür-anlarsın ki bir hayaldir o. 52 Çocuk, peki anne der; o kara seye de anası bu çesit bir tenbihte bulunduysa ne yaparım ben? Ona da annesi, konusma da anlamasınlar seni dediyse nasıl anlarım-tanırım onu ben? Annesi, onun karsısında sus, kendini ona ver, dayan. Olur ya, belki agzından bir söz çıkar; çıkmasa bile senin agzından, istemeden bir söz çıkar, yahut da hatırına bir söz gelir, aklında bir düsünce bas gösterir; o düsünceden, o sözden, onun halini anlarsın. Çünkü onun tepkisi altında kaldın ya; aklına gelen söz, içinde beliren o düsünce, onun, ondaki hallerin sana vurusudur der. Seyh Serrezî, mürîtlerinin arasında oturmustu. Mürîdin birinde kebap olmus bas istahı belirdi. Seyh, filâna kebap olmus bas getirin diye emir verdi. Dediler ki: A seyh, onun kebap olmus bas istedigini ne bildin? Seyh dedi ki: Otuz yıldır ki bende istek kalmamıstır; kendimi bütün isteklerden arıttım, hepsinden de münezzehim; ayna gibi tertemizim, safım. Hatırıma kebap olmus bas geldi; kebap olmus bası içim çekti; bildim ki bunu isteyen filândır. Aynada hiçbir sekil yoktur, bir sekil görünürse aynadan degildir, bir baskasındandır o. Bir aziz, bir istegini elde etmek için çileye girmisti. Ona, böyle bir yüce istek, çileyle elde edilemez- çileden çık da ulu bir erin bakısı sana düssün, istegini elde et diye bir ses geldi. Eren, o ulu eri nerde bulayım dedi. Camide dediler. Bunca kisinin arasında nasıl tanıyayım, hangisidir dedi. Dediler ki: Git, o seni tanır, sana bakar; bunu da söyle anlarsın: Bakısı sana düstü mü, ibrik elinden düser, kendinden geçersin; anlarsın ki sana bakmıstır. Öyle yaptı; eline içi suyla dolu bir ibrik aldı, mescitteki topluluga su sunmaya basladı. Safların arasından geçerken ansızın onda bir hal belirdi; bir nâra attı; ibrik elinden düstü, kendinden geçti; bir bucakta kala-kaldı. Herkes gitti. Kendisine gelince 53 yapa-yalnız oldugunu gördü. Kendisine bakan padisahı orda görmedi amma maksadına da eristi. Tanrının öyle erleri vardır ki pek yüce olduklarından, Tanrı da onları kıskandıgından halka yüz göstermezler; fakat dileyenleri, pek büyük dileklere kavustururlar; onlara ihsanlarda bulunurlar. Bu çesit ulu padisahlar, hem pek azdır, hem pek nazlı olurlar. Sizin yanınıza geliyorlar mı o büyükler dedik. Dedi ki: Bizim yanımız kalmamıs ki. Nice zamandır ki ne yanımız var, ne önümüz. Geliyorlarsa inandıkları, düsüncelerinde yarattıkları varlıga geliyorlar, Isa’ya, evine gelecegiz dediler. Dedi ki: Dünyada bize ev nerde, ne vakit evimiz olabilir ki? Anlatmıslardır hani, Tanrı esenlik versin, Isâ, bir ovada geziyordu. Derken bir sagnaktır, tutturdu. Isâ, bir karakulagın inine girdi, yagmur dininceye dek orda kalmak üzere inin bir bucagına sıgındı. Senin yüzünden karakulagın yavrucakları huzursuz bir hale geldi, karakulagın yavrularının evi var da Meryemoglu’nun evi yok; karakulagın yavrusuna bile bir sıgınak, bir yer-yurt var da Meryemoglu’nun ne sıgınagı var, ne yeri-yurdu, ne evi-barkı. Mevlânâ buyurdu ki: Karakulak yavrusunun evi var, fakat böylesine bir sevgilisi yok ki onu evden sürsün, çıkarsın. Senin, seni evden sürüp çıkaran böylesine bir sevgilin varken evin yokmus, ne korkun var. Böylesine bir sürüp çıkaranın lûtfuna-ihsanına, böyle bir agır elbiseye lâyık 54 oldun; bu lütuf sana mahsus oldu; artık onun seni sürüp çıkarması, yüzlerce milyon göge, yere, ahrete, Ars’a, Kürsî’ye deger; hattâ daha da artıktır bu lütuf, daha üstündür bunlardan. Buyurdu ki: Emîr geldi, biz de tezcek görünmedik ya; hatırının kalmaması gerektir. Çünkü bu gelisinden maksadı, ya bizi agırlamaktı, ya kendini agırlamak. Bizi agırlamaya geldiyse fazla oturdu, bizi bekledi, böylece de bizi fazla agırlamıs oldu; maksadı da yerine geldi. Yok, maksadı kendini agırlamaksa, sevaba girmekse fazla beklediginden, bekleyis zahmetini fazla çektiginden fazla sevaba girdi. .Hâsılı su iki halde de maksadı neyse maksadına kat-kat eristi, fazlasıyla diledigini elde etti. Bu yüzden gönlünün hos olması, sevinmesi gerekir. 11. BÖLÜM Hani "Gönüller görür -görüsür" derler ya; bir laftır, bir sözdür, bir hikâyedir; söyler-dururlar amma onlara da anlamı açılmamıstır; yoksa söze ne hacet vardı? Gönül tanıklık ettikten sonra dilin tanıklıgına ne hacet? Emîr Nâip dedi ki: Evet, gönül tanıklık veriyor amma gönlün aldıgı ayrı bir tat var, kulagın aldıgı ayrı bir tat, gözün aldıgı ayrı bir tat, dilin aldıgı ayrı bir tat. Daha fazla fayda elde etmek için her birine ihtiyaç var. 55 (Mevlânâ) buyurdu ki: Gönül dalar-batarsa hepsi, onunla yok olur-gider, dile ihtiyaç kalmaz. Sevgisi, Tanrı sevgisi degildi; bedene, nefse aitti; Leylâ da balçıktan yaratılmıstı; fakat bu sevgi, Leylâ’nın sevgisi, Mecnûn’u öylesine bir almıstı, Mecnûn, o sevgiye öylesine bir dalmıstı, batıp gitmisti ki Leylâ’yı gözle görmeye de muhtaç degildi; sözlerini kulakla duymaya da muhtaç degildi. Leylâ’yı, kendisinden ayrı görmüyordu ki. Hayalin gözümde, adın agzımda; Anısın gönlümde; nereye mektup yazayım? Simdi bedene ait sevgide bile bu güç-bu kuvvet oluyor, âsıgı bir hale getiriyor ki kendisini, sevgiliden ayrı göremiyor; duyguları hep onda gark olup gidiyor; gözü, kulagı, burnu, baska âzasından hiçbiri, ayrı bir tat istemiyor, hepsini bir yerde toplanmıs görüyor; hepsini bir yerde hazır buluyor. Su söyledigimiz uzuvlardan bir tanesi, tam bir zevk duydu mu, hepsi de onun zevkine dalıp-gidiyor, baska bir zevk istemiyor. Bir duygunun ayrı bir zevk istemesi, alması gereken zevki-tadı tam almadıgına delildir zâti; bir zevk duymustur amma noksan bir zevktir bu; o zevke dalamamıstır da öbür duyguları da zevk ister, çesitli zevkler istegine düser; her duygu, ayrı bir zevk pesine düser. Halbuki duygular, anlam bakımından birdir, görünüs bakımından ayrıdır, çesitlidir. Fakat 56 bir uzuv daldı-gitti mi, hepsi onunla beraber dalar-gider. Hani sinek gibi. Sinek yücelerde uçtukça kanadı da oynar, bası da oynar, bütün parçaları da oynar. Fakat bala battı mı bütün parçaları bir olur, hiçbiri oynamaz. Dalıp batmak, ona derler ki dalan-batan, arada kalmasın, onun çabası da bitsin, isi de, hareketi de. Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her is, onun isi olmasın, suyun isi olsun. Hâlâ suda elini-ayagını oynatıyorsa buna batıs demezler. Ah, battım, boguldum diye bagırıyorsa buna da batmak-bogulmak demezler. Halk "Ben Tanrıyım" demeyi büyük bir dâva sanır; halbuki "Ben kulum" demek büyük bir dâvâdır. "Ben Tanrıyım" demek, büyük bir gönül alçaklıgıdır. Çünkü "Tanrı kuluyum" diyen, iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Tanrıyı isbata kalkısır. Fakat "Ben Tanrıyım" diyen, kendisini yok etmistir, yele vermistir; "Ben Tanrıyım" der; yâni ben yokum, hep odur, Tanrıdan baska varlık yoktur; ben salt yoklugum, hiçim der. Gönül alçaklıgı, bunda daha artıktır; bundan dolayı da halk anlamaz. Iste buracıkta bir kisi, Tanrı rızâsı için Tanrıya kulluk eder; kullugu meydandadır; Tanrı için kullukta bulunur amma kendisini de görür, yaptıgını da görür, Tanrıyı da görür; o suya batmamıstır, suda bogulmamıstır. Suda bogulan o kisidir ki onda hiç-bir hareket, hiç-bir is kalmaz; hareketi, suyun hareketinden ibarettir. Bir aslan, bir ceylânın pesine düsmüstü hani. Ceylân ondan kaçıyordu. Kaçtıkça da iki varlık vardı: Biri aslanın varlıgı, öbürü ceylânın varlıgı. Fakat aslan ona erisince ceylân, onun pençesinin altında kahroldu, aslanın korkusundan kendinden geçti, aslanın 57 önünde yere serildi mi, o anda artık, yalnız aslanın varlıgı kalmıstır, ceylânın varlıgı yok olmus-gitmistir. Batıp bogulmak sudur: Ulu Tanrı, halkın aslandan, kaplandan, zâlimden korkmasından baska bir korkuyla erenleri, kendi zâtından korkutur; ona açar, bildirir ki korku da Tanrıdandır, eminlik de Tanrıdan... Zevk-nes’e de Tanrıdandır, yiyip içme de Tanrıdan. Ulu Tanrı, gözü açıkken ona, özel ve görülür-duyulur sekilde bir aslan, bir kaplan, bir ates gösterir. Bunu göstermesi de erenin, gördügüm aslan sekli, kaplan sekli, gerçekte bu âlemden degil, gayb âlemindendir demesini, bunu anlamasını saglamaktır. Böylece pek güzel, pek alımlı bir sekilde gösterir. Gene böyle baglar-bahçeler, ırmaklar, huriler, köskler, yenecek-içilecek seyler, agır elbiseler, binilecek hayvanlar, sehirler, konaklar, çesit-çesit, renk-renk sasılacak seyler gösterir. Gerçek olarak anlar-bilir ki bunlar, bu âlemden degildir, Tanrı onları, gözüne göstermede, bu sekillere bürümede... Bütün rahatlıklar da ondandır, görülen-seyredilen seyler de. Simdi onun korkusu, halkın korkusuna benzemez; çünkü gördügü seyleri delille bilmis, anlamıs degildir; çünkü Tanrı, her seyin Tanrıdan oldugunu ona ap-açık göstermistir. Filozof da bunu bilir amma delille bilir; delilse boyuna durmaz. Birisine delil getirdin mi hoslanır, ısınır, tazelesir; fakat delil söylendi de geçildi mi, onun da sıcaklıgı, hoslugu kalmaz, geçer-gider. 58 Hani birisi, delille bilir ki su evin bir mîmarı vardır; gene delille bilir ki o mimarın gözü vardır, kör degildir; gücü-kuvveti yeter, güçsüz-kuvvetsiz degildir; vardır, yok degildir, diridir, ölü degildir; evi yapmadan önce vardı, güçlüydü-kuvvetliydi; bütün bunları bilir. Bilir amma delille bilir; delilse durmaz, tez unutulur. Ariflere gelince: Onlar mîmarı tanımıslar, ona hizmette bulunmuslardır; gözleriyle görmüslerdir onu; beraber tuza banmıslardır, ekmek yemislerdir onunla; görüsüp konusmuslar, koklasmıslardır onunla. Mîmar, hatırlarından asla çıkmaz, gözlerinden yitmez onların. Iste böyle adam, Tanrıda yok olur; ona göre artık suç da suç degildir, günah da günah degildir; çünkü o, suya alt olmustur, suda bogulup gitmistir. Bir padisah, kölelerine, her biriniz elinize altınla bezenmis birer kadeh alın, konuk geliyor diye emretti. Kendisine yakın olan köleye, sen de bir kadeh al dedi. Fakat padisah yüz gösterince o öz köle, kendisinden geçti, esridi, kadeh elinden düstü, kırıldı. Baskaları onun bu hareketini görünce demek ki böyle gerekmis dediler, kadehlerini mahsustan atıp kırdılar. Padisah, neden böyle yaptınız diye onları azarladı. Sana yakın olan o köle de böyle yaptı ya dediler. Padisah, a aptallar dedi, o hareketi o yapmadı, ben yaptım. Görünüste bütün hareketler suçtu; fakat o tek suç, ibâdetin ta kendisiydi; hattâ ibâdetten de üstündü, günahtan da. Zâten o kölelerin hepsinden de maksat, o köleydi, geri kalan köleler, hep onun buyruguna uymuslardı, onun adamlarıydı. Çünkü o köle padisahtı gerçekten. Söyledigimiz su anlama göre bütün köleler, padisahın buyruguna uymuslardı amma asıl o köleye uymuslardı onlar; çünkü o, padisahın ta kendisiydi; ondaki kölelik, bir görünüsten baska bir sey degildi; o, padisahın güzelligiyle dop-doluydu. 59 Ulu Tanrı buyurur: "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım." Bu söz de "Ben Tanrıyım" demektir. Anlamı , "Gökleri kendim için yarattım" demektir; bu da, baska bir dille, baska bir tarzda ben Tanrıyım demektir. Tanrı birken, yol birken söz, nasıl olur da iki olur? Görünüste aykırı görünebilirse de anlam bakımından birdir. Ayrılık, aykırılık, görünüste; görünebilirse de anlam bakımından birdir. Hani bir bey, çadır yapın dese birisi ip büker, birisi mıh kakar, birisi bez dokur, birisi diker, birisi biçer, birisi igne batırır. Görünen bu isler, dıs yüzden ayrıdır, çesit-çesittir, dagınıktır amma anlam bakımından birdir; hepsi de bir is görmektedir. Bu dünyanın halleri de böyledir. Dikkat eder, bakarsan görürsün ki suçlu olsun, iyi olsun; isyan etsin, itâat etsin; seytan olsun, melek olsun; herkes Tanrıya kulluk etmektedir. Meselâ padisah, kölelerini sınamak, ayak direyenle diremeyeni meydana çıkarmak, ahdinde duranıyla durmayanı ayırt etmek, vefalıyı vefasızdan ayırmak istese onlara vesvese veren, onları heyecana getiren biri gerektir ki avak direyenin ayak direyisi meydana çıksın. Böyle biri olmasa onun ayak direyisi nasıl meydana çıkar? Su halde onlara, vesvese veren, heyecanlandıran kisi de padisaha kulluk etmektedir; çünkü padisahın dilegi, böyle yapmasıdır onun. Ayak direyenin ayak diremeyenden ayrılıp meydana çıkmasını ister; sivrisinegi agaçtan-daldan, bagdan-bahçeden sürüp çıkarmak, atmacayı bırakmak diler de bir yeldir, estirir. Bir padisah, bir câriyecige, kendini süsle, beze de kölelerime görün; böyle yap da onların eminlikleriyle hainlikleri 60 belli olsun diye emreder. Simdi o câriyecigin yaptıgı is, görünüste suç gibi görünür amma gerçekte padisaha kulluk etmektedir. Su kullar, bu âlemde delille, taklitle degil de ap-açık, örtüsüz-perdesiz gördüler ki herkes, iyiden-kötüden, ne yapıyorsa Tanrıya kullukta bulunuyor. "Hiçbir sey yoktur ki onu överek noksan sıfatlardan arı oldugunu söylemesin" su halde bu âlem, onlar için kıyamettir. Kıyamet, sundan ibarettir hani: Herkes Tanrıya kulluk etmektedir; ona kulluktan baska bir ise-güce koyulmamaktadır. Bu anlamı onlar, buracıkta görürler. "Perde kaldırılsa bile, inancım, bilgim artmazdı" denmistir hani. Bilgin sözünün anlamı bakımından bilgin kisinin âriften daha yüce olması gerekmez. Tanrıya bilici, bilen derler de ârif demek yarasmaz. Ârif sözünün anlamı, "Bilmiyordu, ögrendi, bildi"den ibarettir; Tanrıya bu sözü söylemek, bu vasfı vermek, yakısık almaz; bu, böyle. Fakat örf bakımından ârif, daha ileridir. Çünkü ârif, bildigini delilsiz bilir; bilgiyi görüsle, bakısla görmüs de elde etmistir. Ârifler, bu çesit kisiye ârif derler. Hani söylerler ya; bir bilgin, yüz zahitten yegdir. Bir bilgin nasıl olur da yüz zâhitten yeg olabilir? Sonunda bu zâhit de zâhitlige bilgiyle ulasmıstır; bilgisiz zâhitlik mümkün degildir, olamaz. Peki, zâhitlik nedir? Dünyadan yüz çevirmek, ibâdete ve ahrete yüz tutmak. Su halde dünyayı bilmesi gerek; ahretin güzelligini geçici olmayısını bilmesi gerek; ibadet etmeye çalısıp çabalaması gerek; nasıl ibadet edeyim, hangi ibadete koyulayım demesi gerek. Bütün bunlar da bilgidir. Su halde bilgisiz zâhitlik olamaz. 61 Demek ki o zâhit, aynı zamanda hem bilgindir, hem zâhit. Peki, yüz zahitten yeg olan bu bilgin, nasıl bir bilgindir, bu nasıl oluyor? Iste bunun anlamını anlamamıslardır. Tanrı, önceden sahip oldugu bilgiden ve zâhitlikten sonra ona bir baska bilgi vermistir; bu ikinci bilgi, o bilgiyle zâhitligin meyvesidir. Kesin olarak da bu çesit bilgiye sahip olan bilgin, yüz zâhitten yegdir; bu çesit bilgin kesin olarak yüz zâhitten yeg. Bu, suna benzer hani: Bir adam bir agaç diker, agaç da meyve verir. Kesin olarak o meyve veren agaç, meyve vermeyen yüz agaçtan yegdir; çünkü yolda âfetler çoktur, bu yüzden o agaçlar meyve vermeyebilirler. Kâbe’ye varmıs bir hacı, çölde yol aladuran yüz hacıdan yegdir; çünkü erisebilecekler mi, erisemeyecekler mi diye korku içindedir onlar. Fakat bu gerçekten de ulasmıstır; bir gerçekse bin sanıdan yegdir. Emîr Nâib dedi ki: Erismeyen de umutlanır ya. (Mevlânâ) buyurdu ki: Nerde umutlanan, nerde ulasan? Korkuyla eminlik arasında çok fark var. Hattâ bu farktan söz açmaya bile ne hacet... Bu fark, herkesçe görünüp durmadadır. Söz, asıl sunda: Eminlikten eminlige de pek büyük farklar var. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ’nın peygamberden üstün olusu, eminlik yüzündendir. Yoksa bütün peygamberler eminliktedir, korkudan geçmislerdir; ancak eminlikte de duraklar vardır, "Bâzılarını, dereceler bakımından bâzılarından üstün ettik, "denmistir. Korku alemiyle korku duraklarını söyleyip göstermeye imkân vardır, fakat eminlik 62 duraklarının ne izi vardır-ne tozu. Herkes Tanrı yoluna ne bagıslıyor diye korku âlemine bir bakılsa görülür ki biri bedenini bagıslamada, biri mal bagıslamada, biri de can bagıslamada... Biri oruç tutuyor, öbürü namaz kılıyor... Biri on rek’at kılıyor, öbürü yüz rek’at. Su halde onların durakları meydandadır, besbellidir, onları göstermek de mümkündür. Suna benzer hani; Konya’ya yahut Kayseri’ye giden yolların konaklan bellidir; Kaymaz, Ubruh, Sultan, daha da baska duraklar meselâ. Fakat Antakya’dan Mısır’a dek denizdeki konakların izi-tozu yoktur; onları kaptan bilir, karadakilere söylemez; çünkü zâten de anlamaz onlar. Emîr dedi ki: Söyleme de bir fayda verir; dinleyenler, hepsini anlamasalar da birazını anlarlar, izine düserler, tahminlere kalkısırlar ya. (Mevlânâ) buyurdu ki: And olsun Tanrıya, bir kimse kap-karanlık gecede elbette gündüze kavusacagım, ona dogru gitmedeyim deyip de bu kuruntuyla otursa, uyumasa, ne biçim gittigini bilmese de mademki gündüzü bekliyor, gündüze yaklasıp durmadadır. Yahut da birisi, kap-karanlık, bulutlu bir gecede bir kervanın pesine düsse de gitse, nereye ulastı, nereyi asıyor, ne kadar yol aldı; bunları bilmez amma sabah olunca nereye vardıgını görür, ne kadar yol aldıgını anlar. Hattâ birisi, Allah için gözlerini yumup açsa bu bile yitmez. "Kim zerre agırlıgında hayır 63 yapsa karsılıgını görür." Ancak su var ki: Içi karanlıktır, özü perdelidir de ne kadar ilerledi, göremez bunu; fakat sonunda görür. "Dünya, ahretin tarlasıdır." Kim ne ekerse burada, onu biçer orda. Tanrı esenlik versin, Îsâ çok gülerdi. Tanrı esinlik versin, Yahya da çok aglardı. Yahya, Îsâ’ya dedi ki: “Yoksa sen, Tanrının inceden ince düzenlerinden adam-akıllı emin mi oldun ki böyle gülüyorsun?”. Îsâ da ona, “yoksa sen de Tanrının inceden ince, güzel, görülmemis yardımlarından, lûtuflarından adam-akıllı gaflete mi daldın ki böyle aglıyorsun?” Erenlerden biri, bu olayda bulunmustu. Tanrıya, “bu ikisinden hangisinin makamı daha yüce” diye sordu. Bana karsı “sanısı daha güzel olanın makamı daha yüce” diye cevap geldi. Yâni, "Ben kulumun sanısının katındayım. Kulumun sanısı neredeyse ordayım, beni nasıl sanırsa oyum ben. Her kulumun bir çesit düsüncesi, bir çesit hayâli vardır; o, beni nasıl hayâl ederse ordayım”. Tanrının bulundugu hayâle kulum-köleyim ben; bezmisim o gerçekten ki Tanrı orda olmasın. A kullarım, hayallerinizi, kuruntularınızı arıtın ki benim yerim-yurdumdur, benim konagımdır onlar. Simdi sen kendini bir dene-sına; aglayıstan, gülüsten, oruçtan, namazdan, yalnızlıktan, topluluktan... daha da baska seylerden hangisi daha faydalı; hallerin hangi yolda yürürsen daha dogru bir sekle girmede, hangisi seni daha yüceltmede? Bunu anla da o ise sarıl. "Müftüler fetva bile verseler kalbine danıs." Gönlünde bir anlam var senin, müftülerin fetvalarını ona bildir de hangisi uygunsa ona uysun. 64 Hani hekim de hastanın yanına geldi mi içindeki hekimden sorar. Çünkü senin içinde bir hekim vardır ki o, tabiatındır senin; bir seyi istemez, bir seyi kabul eder. Bundan dolayı da dıstaki hekim, içtigin filân sey nasıldı, agır mıydı, hafif mi, uykun nasıl diye sorar. O, dıstaki hekime içinden haber verir, dıstaki hekim de ona göre bir hükme varır, bir hüküm verir. Su halde asıl hekim, içteki hekimdir, insanın tabiatıdır. Bu hekim zayıflarsa, insanın mizacı bozulursa bu arıklık yüzünden her seyi ters görür insan da egri hükümler verir. Sekere acı der de sirkeye tatlı der. Bu yüzden de tabiatın önceki haline gelmesi için ona yardım edecek bir dıs hekime muhtaç olmusuzdur. Fakat bundan sonra da hasta, gene kendisini kendi hekimine gösterir, ondan fetva alır. Tıpkı bunun gibi anlam bakımından da insanın bir mizacı,bir tabiatı vardır; o arıklastı mı iç duyguları, ne görür, ne söylerse tersinedir. Peygamberlerle erenler de hekimlerdir. Mizacının, tabiatının dogru-düzen bir hale gelmesi, gönlünün, dininin kuvvetlenmesi için ona yardımda bulunurlar. Çünkü (Muhammed bile), "Her sey nasılsa, oldugu gibi göster bize" demistir. Insan, pek büyük bir seydir. Onda her sey yazılmıstır. Fakat perdeler, karanlıklar, kendisindeki o bilgiyi okumasına meydan vermez. Perdeler, karanlıklar da bu çesit-çesit, renk-renk oyalanmalardır; bu çesitli dünya tedbirleridir; bu çesitli istekler, özlemlerdir. Bütün bunlarla beraber karanlıklarda oldugu, perdelerle örtülmüs bulundugu halde gene de bir sey okuyor, ondan haberi var. Bir seyret de gör; su karanlıklar, su perdeler 65 kalkınca nasıl da anlar, bilir, ne bilgiler çıkarır meydana, bir kıyasla artık. Terzilik, mimarlık, dülgerlik, kuyumculuk, bilgi, yıldız, hekimlik gibi çesitli zenaatler, sanatlar, bilgiler bunlardan baska daha çesit-çesit sayılamayacak kadar çok sanat, hep insanın içinden belirir, meydana çıkar; tastan, kerpiçten meydana gelmez. Hani bir karga, insana, ölüyü gömmeyi belletti derler ya; bu da insandaki bilginin kargaya vurusundan meydana gelmistir; insanın dilegi, istegi yaptırmıstır o isi kargaya. Insan da hayvanın, canlı yaratıgın bir parçasıdır ya; parça-buçuk,nasıl olur da tüme bir sey belletebilir? Hani insan, sol eliyle yazı yazmak ister; kalemi eline alır; yüreginde güç-kuvvet vardır amma yazarken eli titrer; titrer amma gene de eli, gönlünün buyruguyla yazar. Emîr bildigi için Mevlânâ pek büyük yüce sözler söylüyor (dediler. Mevlânâ) buyurdu ki: Söz zâten kesilmis degil; söz, söz ehli olana, o da, söze boyuna ulasır. Kısın agaçların yaprakları yoktur, meyve vermezler amma iste-güçte degil sanmasınlar onları; daima istedir-güçtedir onlar. Kıs gelir zamanıdır, yazsa harcamak zamanı. Harcamayı herkes görür, fakat geliri görmez. Meselâ birisi konuk konuklasa. paralar harcasa bunu herkes görür. Fakat toy için parasını azar-azar, ucun-ucun birikmisti ya; onu ne kimsecikler görür, ne kimsecikler bilir. Temel olan da gelirdir, çünkü gelir yüzünden harcayabiliriz. Biz, bizimle olan, bize ulasmıs bulunan kisiyle soluktan-soluga konusur-dururuz. Susarken de, o yokken de, yanımızdayken de, hattâ savasırken de onunla beraberiz, 66 onunla karılmısız, birlesmisiz. Birbirimizi yumruklasak bile onunla konusmadayız, biriz onunla, ulasmısız ona, birlesmisiz biz. Onu yumruk görme, o yumrukta kuru üzüm var. Inanmıyorsan aç da gör. Hattâ kuru üzümün de yeri mi? Degerli incilerin de sözü mü olur? Baskaları da nazım olsun, nesir olsun, güzelim sözler söylerler, ince konulara dalarlar, irfana ait sözlerde bulunurlar. Fakat Emîr’in meyli bu yanadır, bizedir; irfana, ince konulara, ögütlere degil. Çünkü her yerde bu çesit sözler vardır, hem de az degil mi hani. Iste buracıkta, bizi seviyor, bize meyli var; bu, apayrı bir sey, baskalarında gördügünden ap-ayrı bir sey görüyor bizde; baska bir aydınlık gerekiyor ona. Hani anlatırlar; padisahın biri Mecnûn’u çagırdı da ne olmus sana dedi; neye ugramıssın? Kendini rezil-rüsvây etmissin, evinden-barkından, soyundan-sopundan olmussun; yıkılmıs, yok olmus-gitmissin; Leylâ dedigin de kim oluyor, ne güzelligi var ki? Gel de sana güzeller, alımlı dilberler seyrettireyim, onları sana feda edeyim, hepsini de sana bagıslayayım. Güzelleri çagırdılar, Mecnûn’un yanına getirdiler. Güzeller cilvelenmeye basladı. Mecnûn, basını önüne egmisti, önüne bakıp durmadaydı. Padisah, basını kaldır da bir bak dedi. Mecnûn dedi ki: Leylâ’nın askı kılıcını çekmis, basımı kaldırırsam korkuyorum, basımı uçuruverir. Mecnûn, Leylâ’nın askına dalmıs, bu hale gelmisti iste. Baskalarında da göz vardı, yüz vardı, dudak vardı, burun vardı; onda ne görmüstü de bu hale gelmisti? 67 12. BÖLÜM Özledik, fakat biliyoruz ki halkın isyeriyle mesgulsünüz; onun için zahmet vermiyoruz; onun için uzun bir zamandır, gelmedik. Bu, bize gerekti, ziyâretinize bizim gelmemiz lâzımdı. Korku çagı geldi-geçti artık; bundan böyle tapınıza biz geliriz dedi. (Mevlânâ) buyurdu ki: Arada bir fark yok, hepsi de bir; öyle bir lütuf var ki sizde, hepsi de bir oluyor. Zahmetlerle nasılsınız? Bugün biliyoruz ki hayırlar,güzel isler yapmadasınız; bu yüzden size basvuruyoruz. Simdi sundan bahsediyorduk: Birinin çolugu-çocugu olsa, baskasının da olmasa, ondan kesseler de buna verseler görünüse bakanlar, çolugu-çocugu olandan kesiyor da çolugu-çocugu olmayana veriyorsun derler. Fakat dikkat edersen gerçekten çocugu-çocugu olan, asıl odur. Hani mayası temiz bir gönül ehli, birisini dövse, basını, burnunu, agzını kırıp dagıtsa herkes, bu adam mazlum der; fakat gerçekte hiç de zulüm görmemistir o. Zâlim, gereken isi yapmayan adamdır. O dayak yiyen, bası yarılandır zulmeden; su dövense iskilsiz mazlumdur; çünkü özü temizdir, Tanrıda yok olmustur; yaptıgı Tanrı isidir; Tanrıya da zâlim denmez. 68 Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ da öldürüyordu, kan döküyordu, yagma ediyordu; bütün bunlarla beraber zâlim onlardı, kendisiyse mazlumdu. Meselâ Magrib ilinde oturan bir Magripli olsa, dogulu biri de kalksa Magrib iline gelse garip, o Magripli dir; dogudan gelen su adam degil. Çünkü bütün dünya, bir evden daha genis degildir. Bu evden kalktı, o eve gitti o; yahut da su bucaktan o bucaga gitti; sonunda gene su evde degil mi? Fakat o özü temiz Magripli, evin dısından gelmistir; "Müslümanlık garip olarak basladı" demislerdir; "Dogulu garip dogdu" dememislerdir. Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, bozguna ugrasa da mazlumdu, bozsa da mazlumdu; çünkü her iki halde de hak, onun elindeydi. Mazlum o kisidir ki hak, onun elinde olsun. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin Mustafâ’nın tutsaklara gönlü yandı. Ulu Tanrı, elçisinin hatırını yapmak için vahiy gönderdi de onlara de ki dedi, baglarla, zincirlerle baglanmıssınız amma bu halde de iyi niyet kurarsanız Ulu Tanrı, sizi bundan kurtarır, elinizden çıkanı, hattâ kat-kat fazlasını gene verir, baska seyler de ihsan eder size; ahrette de sizden razı olur. Iki hazne var; biri elinizden çıkan, biri de ahret haznesi. Kul, ibâdette bulunur, hayır yaparsa o basarı, o hayır, yaptıgı ibâdetten mi meydana gelir, yoksa Tanrı vergisi midir diye sordu. (Mevlânâ) buyurdu ki: Tanrı vergisidir, Tanrı basarısı. Fakat Ulu Tanrı, lûtfunun sonsuzlugundan ikisini de kula verir de ikisi de sendendir der. "Yaptıkları seylere karsılıktır." 69 Mademki dedi, Tanrının böylesine lûtfu var; kim gerçek olarak bir sey diler, isterse onu bulur, elde eder demektir. (Mevlânâ) buyurdu ki: Evet amma birisine uymadan da olmaz. Nitekim kavmi, Mûsâ’ya uydular, buyrugunu dinlediler, denizde yollar açıldı, denizi tozuttular, geçtiler-gittiler. Fakat buyrugunu tutmamaya basladılar, filân çölde bunca yıllar kaldılar. Basbug, eli altındakilerin kendisine uyduklarını, buyrugunu dinlediklerini gördü mü, onları düzene koyma kaydına düser. Meselâ, su kadar asker, bir kumandanın emri altında olsa kumandana itâat ederler, buyrugunu dinlerlerse o da onların islerini düzene sokmak için akıl yorar, onları düzene koyma kaydında olur. Fakat itaat etmezlerse nerden onların islerini düzene koyma kaydına düsecek? Akıl da insanın bedeninde bir basbuga benzer, bedenin uzuvları ona itâat ettikçe bütün isleri düzeninde gider; fakat itâat etmezlerse hepside bozulur. Görmez misin, sarap içen sarhos oldu mu, su elinden, ayagından, dilinden, bedeninin uzuvlarından ne bozgunluklar meydana gelir. Ertesi günü ayıldı da kendine geldi mi, ah der, ne yaptım ben? Neden dövdüm, neden sövdüm? Bir köyde köy agası olursa isler düzeninde gider; köylüler ona itaat ederler. Simdi akıl, su uzuvlar onun buyrugunu tuttukça onları düzene sokmak kaydında bulunur. Meselâ, ayak onun buyruguna uyarsa gideyim düsüncesinde bulunur; buyrugunu tutmuyorsa 70 bu düsünceye düsmez. Simdi akıl, nasıl bedende buyruk sahibiyse halk dedigimiz su varlıklar da kendi akıllarıyla, anlayıslarıyla, görüsleriyle, bilgileriyle bir ugurdan, tek bir erene nisbetle salt bedendir; onlardaki akıl, odur. Simdilik beden mesabesinde olan halk, akla itaat etmezse isi, boyuna darmadagın olur, ömrü pismanlıkla geçer. Nasıl itaat etmeliler? O ne yaparsa ona uymaları gerek; kendi akıllarına degil. Çünkü olabilir ya, akıllarıyla anlayamazlar; fakat gene de ona uymaları gerektir. Hani bir çocugu bir terzi dükkânına verirler; onun ustasına itaat etmesi gerektir. Teyel verirse teyellemesi, yama verirse yamaması gerek. Ögrenmek istiyorsa basına buyruk olmadan vazgeçmesi, tamamıyla ustasının buyruguna uyması lâzımdır. Umarız Ulu Tanrıdan ki bir hal belirir; o da ancak onun lûtfudur; bu lûtuf, yüz binlerce çalısıp çabalamadan da üstündür. "Kadir gecesi, bin Aydan da hayırlıdır." Bu sözle "Tanrı çekislerinden bir çekis, insanların ibâdetlerinden de yegdir, cinlerin ibâdetlerinden de" sözü birdir. Yâni onun lûtfu-keremi gelip çattı mı bu, yüz binlerce çalısıp çabalamanın yaptıgı isi, hattâ daha da fazlasını basarır. Çalısmak da pek güzeldir, pek iyidir, pek faydalıdır amma lûtfun-keremin karsısında ne olabilir ki? Lûtuf da çalısıp çabalama gücü vermez mi diye sordu. (Mevlânâ) nasıl vermez dedi; lûtuf-kerem geldi mi, çalısıp çabalama gücü de gelir. Fakat Tanrı esenlikler versin, Îsâ neye çalıstı da besikte "Gerçekten de Tanrı kuluyum ben, bana kitap verdi" dedi; daha anasının karnındayken Yahyâ onu övmedeydi. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Tanrı Elçisi Muhammed de çalısmadan mı buldu 71 dedi. (Mevlânâ) dedi ki: "Allah gögsünü açmadı mı ki?" Ilk olan sey, lûtuf-tur-keremdir; temel budur; çünkü sapıklıktan uyanıs, onunla gelir; o, Tanrının lûtfudur-keremidir; onun salt vergisidir. Onunla görüsüp konusan dostlarda ne diye bu hal belirmedi? O lûtuftan, o ihsandan sonradır ki kıvılcım gibi bir seydir, sıçrar. Önü Tanrı vergisidir amma sen pamuk korsun, o kıvılcımı gelistirir, çogaltırsın; bundan sonrası da gene Tanrı lûtfudur, Tanrı ihsanıdır. Insan, ilk kertede küçücük, arık bir yaratıktır. "Insan arık olarak yaratılmıstır." Hani çakmaktan elbiseye sıçrayan kıvılcım da önce küçücük bir seydir. "Insan arık olarak yaratılmıstır." Fakat o arık ates gelistirilirse bir âlem olur, bir dünyayı yakar-gider; o önemsiz, o küçük ates, büyük, ulu bir ates olur. "Gerçekten de sen, pek büyük bir huya sahipsin elbet." Mevlânâ, sizi çok seviyor dedim (Mevlânâ) buyurdu ki: Hayır; ne ziyarete gelmem, sevgi miktarıncadır, ne söz söylemem. Ne gelirse içimden, onu söylüyorum ben. Tanrı dilerse su azıcık sözü faydalı bir hale getirir; onu gönüllerinizde saklatır, unutturmaz; pek büyük faydalar verir size. Fakat dilemezse yüz bin söz söylenmis say; hiçbiri de gönülde durmaz, akılda kalmaz; hepsi geçer, unutulur-gider. 72 Hani elbiseye sıçrayan kıvılcım gibi... Tanrı dilerse bir tek kıvılcım, sönmez de büyüdükçe büyür. Fakat diledi mi de yüz kıvılcım sıçrarsa hepsi söner, hiçbir seycik yapmaz. "Göklerin orduları, Tanrınındır." Bu sözler de Tanrı ordularıdır; Tanrının izniyle kaleleri açar, zapt eder. Bu kadar bin atlı, gidin filân kaleye, kendinizi gösterin, fakat kaleyi almayın diye buyurursa öyle yaparlar. Amma bir tek atlıya, git, o kaleyi al buyrugunu verirse o tek atlı, kalenin kapısını açar, kaleyi zapt eder. Bir sivrisinegi Nemrûd’a musallat eder, onunla Nemrûd’u öldürür. Hani derler ya; Ârifin katında pulla dînâr, aslanla kedi birdir. Ulu Tanrı bereket verirse bir pul, bin dînârın yaptıgı isi yapar, hattâ daha da fazlasını basarır. Fakat bin dinârdan bereketi kaldırdı mı bir pulun gördügü isi bile göremez. Birisine de kediyi musallat etse, Nemrûd’u bir sivrisinek nasıl öldürdüyse o kedi de onu öldürür; fakat dilemezse aslan bile onun karsısında tir-tir titrer; yahut da ona binek kesilir. Nitekim dervislerden bâzıları aslana biner; nitekim ates, Ibrâhim’e karsı sogumustur, esenlik olmustur; yesermistir, güllük-gülistanlık kesilmistir; çünkü Tanrı, onu yakmak için izin vermemisti atese. Hâsılı her seyin Tanrıdan oldugunu bilenlerin katında hepsi de birdir. Tanrıdan umudumuz var, siz de bu sözleri içinizden duyarsanız, can kulagıyla isitirsiniz, fayda veren de budur zâten. Içerden bir hırsız yardım etmez de kapıyı açmazsa dısarıdaki bin hırsız, kapıyı açamaz. Dısardan bin söz söylesen içerde bir gerçekleyici olmadıkça fayda vermez. Bir agacın kökünde yaslık olmazsa bin sel akıtsan fayda etmez hani. Onun kökünde bir yaslık olmalı ki, ona yardım etsin. Yüz binlerce ısık görse bile 73 Isıgın aslı neredeyse ancak orda oturur Bütün dünyayı ısık kaplasa gözünün ısıgı olmayan kisi, o ısıgı asla göremez. Simdi asıl olan nefisteki kabiliyettir. Nefis baskadır, can baska. Görmez misin, insan uykudayken nefis nerelere gider; cansa bedendedir. Nefis döner-dolasır, baska bir sey olur. Dedi ki: Ali, "Nefsini bilen, rabbini bilir" demistir; bu nefse mi demistir? (Mevlânâ) dedi kî: Bu nefse demistir desek de küçük bir is degildir. O nefsi anlatırsak bu nefsi de anlar o; çünkü o, o nefsi bilmiyor ki. Meselâ eline küçücük bir ayna almıs; ayna iyi de gösterse, büyük de gösterse, küçük de gösterse gösterdigi odur. Sözle anlasılmasına imkân yoktur; sözle ancak bu kadar anlasılabilir; onda da bir süphedir, belirir. Söyledigimiz sözlere sıgmayan bir âlem var, onu dileyip isteyelim. Bu dünya, bu dünyadaki hosluklar, insandaki hayvanlıgın payıdır; bütün bunlar, insanın hayvanlıgına kuvvet verir; insanın aslıysa eriyip gitmededir. Hani derler ya; insan, söz söyleyen hayvandır; su halde insan iki seyden ibâret. Su dünyada hayvanlıgının payı olan su özentilerdir, su dileklerdir. Onun özüne gıda olanlarsa bilgidir, hikmettir, Tanrıyı görüstür. Insanın hayvanlıgı, Tanrıdan kaçmadadır, insanlıgı, dünyadan kaçmada. "Sizden kâfir olan var, inanan var." Su bedeninde iki sahıs savasmaktadır; 74 Bakalım, baht kimin olacak, kimi sevecek? Bunda süphe yok ki bu dünya kıstır. Cansız seylere neden cemâdât derler? Çünkü hepsi de donmustur. Su tas, su dag, bedene giyilen su elbise, hepsi de donmustur. Kıs degilse dünya ne diye donmustur? Salt anlamdır da göze görünmez; fakat eserleriyle bilinebilir ki bir yel, bir kıs var. Bütün su dünya kıs mevsimi gibi, her sey donmus. Fakat ne çesit kıs? Akılla anlasılır kıs, duyguyla duyulan, gözle görülen kıs degil. Fakat o Tanrısal hava geldi mi, bütün daglar erimeye baslar, dünya su kesilir. Hani Temmuz sıcagı geldi mi, bütün donmus seyler erimeye baslar ya; tıpkı onun gibi.. Kıyâmet günü o hava geldi mi, her sey erir. Ulu Tanrı bu sözleri, sizi çepe-çevre kusatmak, sizinle düsman arasında bir duvar ödevi görmek, düsmanları, amma içteki düsmanları kahretmek için bizim askerlerimiz etmis, ordu yapmıs bize. Dıstaki düsmanlar bir sey bile degildir; ne olabilir ki zâten? Görmüyor musun? Bu kadar bin kâfir, padisahları olan bir tek kâfire tutsak olmus; o kâfirse kendi düsüncesine tutsak. Anladık ya artık; is düsüncede. Bir arık, bir bulanık düsünceye bu kadar bin halk, hattâ dünya tutsak olursa sonsuz düsüncelerin hüküm sürdügü orda ne olmaz? Bir dikkat et de gör. ne ululugu vardır, ne büyüklügü vardır o âlemin; düsmanları nasıl kahreder, ne âlemleri râm eder o âlem. Çünkü ap-açık görüyoruz, sonsuz yüz binlerce sekil, ovalar, yazılar dolusu ordu, bir kisiye tutsak, o kisi de bayagı, asagılık bir düsüncenin tutsagı... Demek ki bütün bunlar, bir düsünceye tutsak kesilmis; peki; ulu, yüce, kutsal sonsuz düsünceler ne yapmaz; anladık ya artık, is, düsüncelerde. Sekiller, hep düsüncelere 75 uymus, düsüncelerin aracı; düsünce olmadı mı, hepsi de issiz-güçsüz, hepsi de donmus, buz kesmis. Su halde sekli gören de donmus; anlama yolu yok; görünüste ihtiyar olsa, yüz yasına gelmis bulunsa bile çocuk, ergen degil. "En küçük savastan en büyük savasa döndük." Yâni sekillerle, göze görünür düsmanlarla savasıyorduk; su anda düsünce ordularıyla savasıyoruz; iyi düsünceler, kötü düsünceleri kırsın, bozguna ugratsın, beden ilinden çıkarsın; bunun için savasa girismisiz; iste en büyük savas da budur. Bu savasta düsünceler, bedensiz iste-güçtedir. Hani akl-ı fa’âl de araçsız olarak gögü döndürüyor da âdeta araca hâcet yok diyor ya, onun gibi iste. Mısra: Sen cevhersin, her iki dünyada sana karsılık arazdır. Madem ki arazdır, ona sarılıp kalmamak gerek. Çünkü bu cevher, misk ceylânına benzer; su dünya, su hosluklar da misk kokusudur sanki. Bu misk kokusu kalmaz, çünkü arazdır. Kim bu kokuyu duyar da miski arar, kokuyu yeter bulmazsa iyidir; fakat misk kokusunu yeter bulan, ona sarılıp kalan, kötüdür; çünkü öyle bir seye el atmıstır ki o, elinde kalmayacaktır. Çünkü koku, miskin sıfatıdır. Misk, bu dünyaya yüz tuttukça kokusu duyulur; perde ardına girer, öbür dünyaya yüz tuttukça kokusu duyulur; perde ardına girer, öbür 76 dünyaya yüz tutarsa kokuyla diri olanlar ölür-giderler. Çünkü koku, miskle beraberdir; misk nerde cilveleniyorsa koku da oraya gitmistir; su halde bahtı yaver olan, devlete kavusan o kisidir ki kokuyu duymus, miske ulasmıstır; miskin ta kendisi olmustur; artık ona yokluk yoktur, miskin ta kendisi olmustur; onunla kalır, misk hükmünü alır o. Artık dünyaya o, koku salar, dünya onunla dirilir; eski varlıgından kalan, bir addır ancak. Hani bir at, yahut baska bir hayvan, tuzlaya düsüp tuz olsa onda attıktan addan baska bir sey kalmaz; o da tuz denizi olur-gider; iste de tesirde de o adın ne ziyanı dokunur ona? O ad, onu tuzluktan çıkaramaz ki. Hattâ su tuz denizine bir baska ad taksan bile tuzluktan çıkmaz. Su halde insanın, Tanrının aksi olan su hos seylerden, su lûtuflardan geçmemesi gerek; fakat bu kadarını da yeter bulmaması gerek. Her ne kadar su miktar da Tanrı lûtfundandır, onun güzelliginin ısıgındandır amma Ölümsüz degildir; Tanrıyla ölümsüzdür amma halka göre ölümsüz degildir. Hani günesin ısıgı gibi... Evlere vurur, parlar; günesin ısıgıdır amma günesle beraberdir. Günes dölündü mu, aydınlık da kalmaz. Su halde ayrılık korkusunun kalmaması için günes olmak gerek. Tanrı vergisiyle yol alıs var; bir de irfan sahibi olus var. Bâzı kimseye Tanrı lûtfetmistir, fakat irfânı yoktur, bilmez. Bâzı kimsenin de irfânı vardır, fakat Tanrı vergisini elde edemez. Amma birisinde sunun her ikisi de olursan ne mutlu ona; ne de büyük basarılı kisidir o kisi;böyle kisinin esi-benzeri yoktur. Bu, suna benzer: Meselâ birisi yol yürür, fakat gittigi yol, dogru yol mudur, yoksa sapa yol mu, bunu bilmez; kör-körüne gider-durur. Olur ya, birden-bire bir horoz sesi duyuverir, yahut gözüne yapılar, tarlalar görünüverir. Bu nerde, ize, belirtiye muhtaç olmadan yürüyen, yol alan nerde? Is, onun isi; su halde irfân, hepsinin de ötesinde, hepsinden de üstün. 77 13. BÖLÜM Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber dedi ki: "Gece uzundur, uykunla kısaltma onu; gündüz ısıtır; suçlarınla bulandırma, karartma onu." Gece, sırlarını söylemek, dileklerini dilemek için uzundur. Halkın zihin bulandırması, dostların-düsmanların zahmet verisleri yoktur. Insan yapayalnız kalmıstır; gönül, tesellisini bulmustur. Ulu Tanrı, yapılan isler, edilen ibâdetler, gösteristen saklı kalsın, korunsun, Ulu Tanrı için özden yapılsın diye bir perdedir, çekmistir. Gösterisçi kisi, geceleyin özü temiz kisiden ayrılır; gösterisçi, rezil-rüsvây olur-gider. Geceleyin her sey, geceyle örtülmüstür; gündüzün meydana çıkar. Gösteris yapan, geceleyin rezil-rüsvây olur; mâdemki der, kimsecikler görmüyor, kimin için kulluk edecegim? Ona derler ki: Bir kisi var, o görüyor; fakat sen adam degilsin ki onu göresin. O görüyor ki herkes, onun kudret elindedir; bunalınca herkes onu çagırır; dis agrıyınca, göz agrıyınca, kulak agrıyınca, bir suçla töhmetlenince, bir seyden korkunca, eminlik-esenlik kalmayınca herkes, gizlice onu çagırır; inanır-güvenir ki isitir-duyar, dilekleri verir. Kullar, her çesit kazayı-belâyı gidermek, saglıktan saglıga kavusmak için gizli-gizli sadaka verirler; inanırlar ki bu vergiyi alır, sadakayı kabul eder o. Fakat onlara saglık-esenlik verdi mi, o kesin inanç gene gider de kuruntulara düsme çagı gelir-çatar gene. Yârabbi derler, o ne haldi ki dos-dogru bir özle o zindanın bucagından seni çagırıyorduk; 78 bin kere, bıkmadan-usanmadan "Kul hüvallahü" okuyup dua ediyorduk; dileklerimizi verdin, simdi zindandan dısarıdayız amma zindandayken nasıl muhtaçsak gene muhtacız sana; bizi su karanlık dünya zindanından da kurtar; peygamberlerin ısıklı dünyasına ulastır. Simdi zindandan dısarıdayız amma zindandayken nasıl muhtaçsak gene muhtacız sana; bizi su karanlık dünya zindanından da kurtar; peygamberlerin ısıklı dünyasına ulastır. Simdi zindandan dısarıdayız, derdimiz yok; neden o öz dogrulugu yok bizde; neden o dogruluk gelmiyor bize? Acaba fayda eder mi, etmez mi diye binlerce hayâller, binlerce kuruntular kurmadayız; bu hayâlin, bu kuruntunun tesiri de binlerce usanç veriyor; nerde hayâlleri yakıp yandıran o kesin inanç? Tanrı, cevap verir de buyurur ki: "Düsmanımı, düsmanınızı dost tutmayın" demistim ya; sizin hayvanî nefsinizdir; size de düsmandır o, bana da. Bu düsmanı, daima savasma zindanında hapsedin. Çünkü o zindanda oldukça, belâlara düstükçe, zahmetlere ugradıkça senin öz dogrulugun yüz gösterir, kuvvetlenir. Bin kere sınamısındır; dis agrısından, bas agrısından, bas korkusundan öz dogrulugu beliriyor sende; peki, ne diye bedenine rahatlık verme kaydındasın; ne diye onu besleyip gelistirmeye koyulmussun? Bu ip-ucunu unutmayın; boyuna nefsi, dilegine erismemis bir halde tutun da ölümsüz dilege ulasın, karanlıklar zindanından kurtulun. "Nefsi, dileginden alıkoyanın yurdu, gerçekten de cennettir." 79
| |
| | | haydarı kerrar
Mesaj Sayısı : 355 Kayıt tarihi : 02/07/10 Nerden : ANKARA
| Konu: Geri: Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Salı Ağus. 24, 2010 10:10 am | |
| 14- BÖLÜM Seyh Ibrâhim dedi ki: Seyfeddîn Ferruh, birisini döverken bir baskasına da neden dövdügünü anlatmaya koyulurdu; derken onlar da o adamı dövmeye baslarlardı, böylece de hiç kimsecikler o adama acıyıp bagıslanmasını dilemezdi. Mevlânâ buyurdu ki: Bu dünyada gördügün her sey, o dünyada da tıpkı-tıpkısına var; hattâ bütün bunlar, o dünyadan birer örnek. Bu dünyadaki her seyi o dünyadan getirmislerdir. "Hiçbir sey yoktur ki hazineleri katımızda olmasın; ancak onu, bilinen bir miktarda indiririz" Aktar, çesit-çesit tablaların, ilâçların üstüne bir tas kor. Her ambardan bir avuç sey vardır tasta; bir avuç biber, bir avuç sakız. Ambarların sonu yoktur; fakat tablasına bundan fazlası sıgmaz. Iste insan da bu tas gibidir; yahut da bir aktar dükkânıdır ki orda Tanrı sıfatlarının hazinelerinden avuç-avuç, parça-parça seyler vardır. Bu dünyada, lâyıgınca, alıs-veriste bulunsun diye onları kaplara, tablalara koymuslardır; duymaktan bir parça, görmekten bir parça, söylemekten bir parça, akıldan bir parça, keremden-ihsandan bir parça, bilgiden bir parça. Su halde insanlar, Tanrının gezip dolasan satıcılarıdır, dönüp dururlar. Gece-gündüz tablaları o doldurur, sen bosaltırsın; yahut da yitirirsin, yahut da onunla bir kazanç elde edersin. Gündüz bosaltırsın; yahut da gece gene doldururlar, kuvvet verirler. Meselâ gözün aydınlıgını görüyorsun ya; o dünyada da gözler var, bakıslar var, görüsler 80 var; hem de çesit-çesit. Sana ondan bir örnektir, yolladılar ki dünyayı seyredesin. Yoksa görüs, bu kadar degildir; fakat insan, bundan fazlasına tahammül edemez. "Hiçbir sey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın." Bu sıfatlar da sonsuz olarak katımızdadır bizim; bilinen bir parçasını göndeririz sana. Artık bir düsün; bu kadar binlerce yüzyıllar, bunca soylar-boylar geldiler; bu denizden doldular, derken gene bosaldılar; bir seyret de gör. ne ambardır bu. Simdi kimin gönlü, o denizi daha fazla anladıysa onun gönlü, tabladan o kadar sogur. Su halde bütün dünya, para basılan yerden çıkıp geliyor; gene dönüp para basılan yere gidiyor. "Gerçekten de Tanrınınız biz ve gerçekten gene dönüp ona varanlarız." Gerçekten de biz, yâni bizim bütün parça-buçuklarımız oradan gelmistir; oranın örnekleridir; küçük-büyük, canlı-cansız her sey, dönüp gene oraya gider. Fakat bu, su tablada hemencecik görünür; tabla olmadıkça görünmez. Neden sasıyorsun, neden tuhaf geliyor sana? Görmüyor musun bahar yelini? Esti mi agaçlar yeserir, çayırlar-çimenler biter, gül bahçeleri bezenir, çiçekler açar; baharın güzelligini onlarla seyredersin. Fakat bahar yelinin kendisine bakarsan bunların birini bile göremezsin. Fakat bu, bu görülesi seyler, bu gül bahçeleri onda yok demek degildir. Hepsi de onun ısıgından degil mi? Hattâ onda dalga-dalga gül bahçeleri, dalga-dalga çiçekler vardır; fakat lâtif dalgalar oldugundan vasıtasız göze görünmezler; lâtif olduklarından belirmezler. Tıpkı bunun gibi insanda da gizli vasıflar vardır; fakat birinin sözü, birinin zarara ugrayısı, birinin savasması, barısması gibi içten, yahut dıstan bir vasıta olmadıkça 81 görünmez; insandaki sıfatlar ancak bunlarla meydana çıkar. Görmüyor musun? Kendi kendine bir düsünceye dalsan hiçbir sey görmezsin, kendini, bu sıfatlardan bom-bos sanırsın. Sen neysen gene osun; degismis degilsin; fakat onlar sende gizlidir. Denizdeki suya benzer onlar; su, denizden ancak bir bulut vasıtasıyla ayrılır; ancak dalga vasıtasıyla belirir, görünür. Dalga, dıstan bir sebep olmadan içten cosup köpürmendir senin. Fakat deniz süt-limansa hiç mi, hiç görmezsin; bedenin deniz kıyısındadır, canınsa bir deniz. Görmüyor musun, o denizden bu kadar bin yılanlar, balıklar, kuslar, çesit-çesit, renk-renk yaratıklar çıkıyor, kendilerini gösteriyor da gene denize dalıp gidiyor. Öfke, haset, imrenip özleyis bunlardan baska sıfatların da denizden bas çıkarır. Su halde sıfatların, Tanrı âsıklarıdır amma lâtiftir; bu yüzden de dil elbisesine bürünmedikçe görmek mümkün degildir onları; soyundular mı, lâtif olduklarından göze görünmezler. 15. BÖLÜM Insanda öylesine bir sevgi, öylesine bir dert, bir istek, öylesine bir özleyis, bir umus vardır ki yüz bin dünyaya sahip olsa dincelmez, rahatlasmaz. Su halk, bir ise-güce koyulmus, bir zenaate, bir alıs-verise girismis, bir sanat, bir mevki sahibi olmus, bilgi elde etmis, yıldız bilgini olmus, daha da baska bilgileri ögrenmistir amma hiç de rahata kavusmamıstır; çünkü dilenen, istenen sey elde edilmemistir. Sevgiliye dil-ârâm-gönül huzûru, can rahatı derler ya; gönül onunla rahatlasıyor, huzura 82 kavusuyor demek; baskasıyla nasıl esenlesir, nasıl rahata kavusabilir ki? Bütün bu hosluklar, dilekler, merdivene benzerler. Merdiven basamakları, oturup kalınacak yer degildir, geçilip gidilecek yerdir. Ne mutlu o kisiye ki daha çabuk geçip gider, daha çabuk uyanır, anlar da uzun yol kısalır ona; merdiven basamaklarında harcatmaz ömrünü. (Birisi) sordu, dedi ki: Mogollar, bizim mallarımızı alıyorlar; bâzı-bâzı da bize mal bagıslıyorlar. Acaba hükmü nasıldır? (Mevlânâ) buyurdu ki: Mogol, neyi alırsa Tanrının eline düsmüs, haznesine girmis sayılır. Hani denizden bir testi, yahut bir küp su doldurursun; o, senin malın olur. O su, testide, yahut küpte durdukça kimse ona dokunamaz; kim senden izin almadan o küpü götürürse gasbetmis olur. Fakat tekrar denize dökülürse herkese helâl olur; senin malın olmaktan çıkar. Su halde bizim mallarımız onlara haramdır, onların mallarıysa bize helâldir. "Müslümanlıkta kesislik yoktur; topluluk rahmettir." Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, toplulugu saglamaya çalıstı; çünkü canların toplulugunda pek büyük, pek ulu tesirler vardır; teklikle-yalnızlıkla bu, elde edilemez. Bu yüzden, mahalleli orda toplansın, daha fazla rahmete erissin, daha fazla faydalansın diye mescitler kurdular. Evleri ayrı-ayrı yapmalarının sebebiyse halkı ayırmak, ayıpları örtmek için; faydası budur ancak. Sehirlinin toplanması için cami yaptılar. Dünya halkının 83 çogu sehirlerden, ülkelerden gelip orda toplansın diye de Kâb’e’ye varmayı farz ettiler. (Birisi) dedi ki: Mogollar, bu ile ilk geldikleri vakit çıplaktılar. Binekleri öküzdü, silâhları tahtadandı. Simdiyse ululandılar, doydular. En iyi Arab atları, en güzel silâhlar onların. (Mevlânâ) buyurdu ki: Gönülleri kırık, kendileri arık, güçsüz-kuvvetsiz bir haldeyken Tanrı onlara yardım etti, yalvarıslarını kabul etti. Simdiyse ululandılar, kuvvetlendiler; onların, kendi güçleriyle-kendi kuvvetleriyle degil, Tanrı yardımıyla üst olduklarını, dünyayı o yüzden zaptettiklerini bilsinler diye Ulu Tanrı, halk zayıf bile olsa gene de onları kahreder. Buyurdu ki: Onlar, ilkin bir ovadaydılar. Halktan uzak, azıksız, yoksul, çır-çıplaktılar. Ihtiyaç içindeydiler. Ancak içlerinden bâzıları alıs-veris için Hârezm-sâh’ın iline gelirler, alımda-satımda bulunurlar, kendilerine elbise yapmak için kaba keten kumaslar alırlardı. Hârezmsâh onları men’etti; tacirlerinin öldürülmesini buyurdu; onlardan vergi alınmasını da emretti. Tacirlerinin, ülkesine girmesini de men’etti. Tatarlar, padisahlarının tapısına gidip öldük diye yalvardılar. Padisahları, onlardan on gün mühlet istedi. Gitti, bir karanlık magaraya girdi. Oruç tuttu, yalvarıp yakarmaya koyuldu. Ulu Tanrıdan, yalvarısını duydum, duânı kabul ettim, dısarı çık, nereye gidersen üst olacaksın diye ses geldi. Iste sebep buydu, dısarı çıkınca Tanrı buyruguyla üst oldular, dünyayı zaptettiler. 84 (Birisi) dedi ki: Tatarlar da öldükten sonra dirileceklerine inanmıyorlar, bir yargılanma olacak, mutlaka bir gün soru-sual, hesap-kitap olacak diyorlar. (Mevlânâ) buyurdu ki: Yalan söylüyorlar. Biz de ikrar ediyoruz, biz de biliyoruz demek, böylece de Müslümanlarla kendilerini es tutmak istiyorlar. Deveye, nerden geliyorsun demisler, hamamdan demis. Dizinden-ökçenden belli demisler. Simdi hasre inanıyorlarsa nerde izi-eseri bu inancın? Su suçlar, su zulüm, su kötülük, kat-kat toplanmıs karlara-buzlara benzer. Özünü Tanrıya veris, pisman olus, öbür dünyadan haber alıs, Tanrıdan korkus günesi dogunca bütün o suç karları, o suç buzları erir-gider; tıpkı günesin karları-buzları erittigi gibi. Bir kar, bir buz, ben günesi gördüm, Temmuz günesi bana vurdu dese, fakat oldugu gibi buz halinde, kar halinde kala-kalsa akıllı kisinin inanmasına imkân yoktur. Çünkü Temmuz günesi vursun da karı-buzu eritmesin, mümkün degil. Ulu Tanrı, iyiligin-kötülügün karsılıgını kıyamette vermeyi vaat etmistir amma pesin olarak da onun örnegi, dünya yurdunda soluktan-soluga, bakıstan-bakısa belirip durmadadır. Bir insanın gönlüne bir nes’e, bir sevinç gelse bu nes’e, bu sevinç, birisini neselendirmesine, sevindirmesine karsılıktır. Sıkılır, gamlanırsa da birisini sıkmıstır, birisini gamlandırmıstır. Bunlar, öbür dünyanın armaganlarıdır; ceza gününü gösterir; su azıcık seyler o çok seyi anlatır; hani bugday dolu bir ambardan bir avuç bugday gösterirler ya, tıpkı onun gibi. 85 Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ’nın, o ululuguyla, o büyüklügüyle gene de bir gece eli agrımaya basladı. Abbâs’ın elinin agrımasının tesiridir diye ilham geldi. Abbâs’ı tutsak etmisti; bütün esirlerle beraber onun da elini baglamıstı. Baglaması Tanrı buyruguylaydı amma sana gelip çatan su can sıkıntılarının, su karanlıkların, su hosa gitmeyen seylerin, birisini incitmen, kırman, bir suç islemen yüzünden meydana geldigini bilesin diye karsılıgı gelip-çatar. Ne ettin, ne yaptın, etraflıca hatırında degildir amma karsılıgından çok kötü bir is yaptıgını anla; onun kötü oldugunu ya bilgisizliginden, ya gafletinden, yahut da suçları kolayca sana yaptıran dinsiz bir es-dost yüzünden suç saymıyorsun, bilmiyorsun onu; fakat karsılıgına bak da ne kadar ileri gittigini, ne kadar sıkıldıgını anla. Kesin olarak can sıkıntısı, suç karsılıgıdır; gönül ferahlıgı ibâdet, itaat karsılıgı. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, parmagındaki yüzügü döndürdügünden seni oyalanmak-oynamak için yaratmadık diye paylandı. Var, bundan kıyasla da günün, suçla mı geçiyor, ibâdetle mi, bir düsün. Mûsâ’yı halkla oyalandırdı, bu da Tanrı emriyleydi, aynı zamanda Tanrıyla da mesguldü; fakat bir yandan da öyle gerektiginden halkla oyalandırmıstı onu. Hızır’ıyla tümden kendisiyle mesgul etmisti. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ’yı önce tümden kendisiyle mesgul etti; ondan sonra halkı çagır, halka ögüt ver, onları düzene sok diye emretti. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, ah, ne suç isledim de beni tapından sürüyorsun? Ben halkı istemem diye aglayıp inlemeye de beni tapından sürüyorsun? Ben halkı istemem diye aglayıp inlemeye koyuldu. 86 Ulu Tanrı, ey Muhammed dedi, gam yeme, seni halkla oyalanmaya koymam ben; onlarla oyalanır, ugrasırken de benimle mesgul olursun; simdi neysen halkla ugrasırken de benimle mesgul olursun; simdi neysen halkla ugrasırken de bu halinden bir kıl kadar eksik bir hale düsmezsin; ne isle mesgul olursan ol, vuslatın ta kendisindesin, benimlesin sen. (Birisi), ezelî hükümler, Tanrının takdir etmis oldugu seyler, hiç degismez mi diye sordu. (Mevlânâ) buyurdu ki: Ulu Tanrı, kötünün kötülük, iyinin iyilik bulmasını hükmetmistir ya; o hüküm, asla degismez. Çünkü Ulu Tanrı, hüküm ve hikmet sahibidir; nasıl olur da kötülük et de iyilik bulasın der. Bugday eken, arpa biçer mi; yahut arpa eken bugday devsirir mi; mümkün müdür bu? Bütün erenler, bütün peygamberler, iyiligin karsılıgı kötülüktür demisler. "Zerre agırlıgınca hayır yapan, hayrını mükâfatını görür; zerre agırlıgınca ser yapan, serrini, cezasını görür." Ezelî hükümden maksadın, söyledigimiz, anlattıgımızsa, Tanrı korusun, bu, asla degismez. Yok, iyilige, kötülüge karsı sevabın, cezanın artıp artmayacagını, degisip degisemeyecegini soruyorsan, yâni maksadın, ne kadar çok iyilikte bulunursan o kadar çok iyilik bulup bulamayacagını, ne kadar çok zulümde bulunursan o kadar çok kötülüklere ugrayıp ugramayacagını anlamaksa, bu, degisir; fakat temel hüküm degismez. Bos-bogazın biri, sordu da görüyoruz biz dedi, kötü, iyi oluyor, iyi de kötü oluyor. 87 Buyurdu ki: O kötü, iyilik etmistir, yahut iyilik etmeyi düsünmüstür de iyi olmustur. Kötü olan o iyi kisi de ya kötülük etmeyi düsünmüstür, yahut da kötülük etmistir de kötü olmustur. Hani Iblis, Tanrı esenlik versin, Âdem hakkında, "Beni atesten yarattın, onu topraktan yarattın" diye îtirazda bulundu da meleklerin hocasıyken sonsuz lânete ugradı, tapıdan sürüldü-gitti. Biz de ancak bunu söylemedeyiz: Iyiligin karsılıgı iyiliktir, kötülügün karsılıgı kötülük. (Birisi) bir kisi, bir gün oruç tutayım diye adak adar, sonra da orucunu bozarsa kefaret gerekir mi, gerekmez mi diye sordu. (Mevlânâ) buyurdu ki: Tanrı rahmeti ona, Imâm Sâfiî mezhebinde, bir hükme göre kefâret gerektir. Çünkü Sâfiî, adagı and sayar; andını bozana da kefaret gerekir. Fakat Abû-Hanîfe’ye göre adak, yemin sayılmaz; bundan dolayı da kefâret gerekmez. Adak iki türlüdür. Biri sarta baglı degildir, biri sarta baglı. Sarta baglı olmayanı, bir gün oruç tutayım demektir. Sarta baglı olanıysa, filân gelirse bir gün oruç tutayım demektir. [Dedi ki:] Birisinin esegi yitmisti. Esegini bulma umusuyla üç gün oruç tuttu. Üç gün sonra esegini ölmüs buldu. Incindi de bu incinisle yüzünü göge çevirdi; bu üç güne karsılık dedi, Ramazandan altı gün yemezsem adam degilim; bedava mal mı almak istersin benden? Birisi, "et-tahiyyât"ın anlamı nedir; "tayyibât", "salevât" ne demektir diye sordu. 88 (Mevlânâ) cevap verdi de buyurdu ki: Bu sorular, bu tapı kılıslar, bu kulluklar, bu hatır gözetisler, hep Tanrının bagısıdır, Tanrının malı. Çünkü Tanrı, bize saglık vermeseydi bu soruları soramazdık, hal-hatır gözetemezdik; esenlesemezdik ki. Su halde gerçekte, tayyibât dua, salevât da, tahiyyât da Tanrınındır; bizim degil, hepsi de onundur, onun malıdır. Hani baharın halk, eker, ovaya-tarlaya çıkar, yolculuk eder, yapılar yapar; onun gibi... Hepsi de baharın bagısıdır, baharın vergisi. Bahar olmasaydı kısın oldugu gibi bütün halk, evlerde, magaralarda mahpus kalırdı. Su halde gerçekte bu ekim, bu gezip tozma, bu nimetlenme, hep baharındır; nimet sahibi odur. Halk sebeplere, islere bakar; isleri sebeplerden bilir-anlar. Fakat erenlerce açıkça anlasılmıs, görülmüstür ki sebepler, sebepleri yaratanı görüp bilmek için bir perdedir ancak. Hani birisi, perde ardında söz söyler; sanırlar ki perde söz söylüyor, bilmezler ki perdede is yok, o bir örtüden ibâret. Fakat adam, perde ardından çıktı mı bilinir-anlasılır ki perde bahaneymis. Tanrı erenleri sebeplerin dısında isler görmüslerdir ki düzülüp kosulmus da meydana çıkıvermis. Dagdan deve çıktı, Mûsâ’nın sopası yılan oldu, katı kayadan on iki kaynak fıskırdı-aktı ya; tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ, ayı araçsız yardı; Âdem, babasız-anasız var oldu; Îsâ babasız dogdu; Îbrâhim’e atesten güller bitti, gülistanlar düzüldü-kosuldu ya; bunlar gibi sonu gelmez neler oldu; tıpkı bunlar gibi iste. 89 Bunları gördüler de sebeplerin bahane oldugunu, is görenin baska oldugunu, sebeplerin, halk onlarla oyalansın diye yüz örtüsünden, perdeden baska bir sey olmadıgını anladılar. Ulu Tanrı, Zekeriyyâ’ya, sana bir ogul verecegim diye vaatte bulundu. O, ben ele ihtiyarım, karım da ihtiyar; bulusma aracı da pörsümüs-gitmis. Karım, bir yasa gelmis, bir hale düsmüs ki çocuk yapmasına, dogurmasına imkân yok; yârabbi, böylesine bir kadından çocuk nasıl olur diye feryada basladı. "Dedi ki: Rabbim, benden nasıl bir erkek çocuk meydana gelir; karım da kısır; ihtiyarladım ben de." Cevap geldi: Aklını basına al ey Zekeriyyâ; gene ipin ucunu kaçırdın. Yüz bin kere sebeplerden dısarı isler gösterdim, onları unuttun-gitti. Bilmiyor musun ki sebepler bahanedir. Benim, karısız, dogumsuz, gözünün önünde senden, yüz bin çocuk meydana getirmeye gücüm-kuvvetim yeter; hattâ bir buyursam dünyalarca halk belirir, hem de hepsi tam, ergen, bilgin. Ben seni, can âleminde anasız-babasız var ettim; tâ önceden sana ne lûtuflarım var, ne yardımlarım; hem de su varlık âlemine gelmeden önce; niçin unutuyorsun onu? Peygamberlerin, erenlerin, halkın, iyinin, kötünün; yerlerine, mayalarına göre örnegi sudur: Kâfir ilinden Müslüman iline oglanlar getirirler, satarlar. Kimisini bes yasındayken getirirler, kimisini on yasındayken, kimisini on bes yasındayken. Çocukken getirilen, uzun yıllar Müslümanların arasında yetisir-gelisir, büyür, kocar; o ilin hallerini tümden 90 unutur, o ilden hiçbir sey hatırlamaz. Bir parça daha büyükse azıcık hatırlar. Fakat adam-âkıllı büyük olan, daha çok hatırlar. Canlar da buna benzer; "Sizin rabbiniz degil miyim?... ‘Evet’ dediler" var ya; canlar Tanrı tapısındaydı. Yedikleri-içtikleri, harfsiz, sessiz Tanrı sözüydü, onunla güç-kuvvet elde ediyorlardı. Kimisini çocukken getirdiler; o sözü duyunca o halleri hatırlamaz, o sözü kendine yabancı bulur; bu bölük, perde ardında bırakılmıs bir bölüktür; tümden kâfirlige, sapıklıga bas-asagı dalar-gider. Kimisi biraz hatırlar, o yanın coskunlugu, o yanın havası, onlarda bas gösterir; bunlar, inananlardır. Kimileriyse o sözü duydular mı, eskiden oldugu gibi o hal, gözlerini önüne gelir, belirir, perdeler tümden kalkar, o bulusmaya ulasır-giderler. Bunlar da peygamberlerle erenlerdir. Dostlara ısmarıcım olsun (*), içyüzden anlam gelinleri size yüz gösterdi, gizli seyler açıldı mı, sakının-sakının, onu yabancılara söylemeyin, anlatmayın; duydugunuz su sözlerimi herkese söylemeyin. Çünkü "Hikmeti, ehli olmayandan baskasına vermeyin; ona zulmetmis olursunuz; ehlinden de esirgemeyin, ehline zulmedersiniz" denmistir. Eline bir güzel, bir sevgili geçse, ben seninim, beni kimseye gösterme; evinde gizle dese onu çarsılarda-pazarlarda dolastırman, herkese, gel de sunu bir gör demen, 91 yerinde bir is midir; o sevgilinin de hiç hosuna gider mi bu is? Onlara gitmez amma sana da kızar. Ulu Tanrı, bu sözleri onlara haram etmistir. Büyük kisilerin kadehinde yeryüzünün de bir payı var. Hani cehennemlikler, cennetliklere, “nerde verginiz, nerde adamlıgınız? Tanrının size verdigi, bagısladıgı seylerden birazcıgını sadaka olarak, kulların gönüllerini almak için döküp saçsanız, bize bagıslasanız ne olur ki? Çünkü biz bu atesin içinde yanıyor, eriyoruz; o meyvelerden birazcıgını verseniz, o arı-duru, soguk mu soguk cennet sularından bizim de canımıza dökseniz ne çıkar ki?” diye bagırırlar ya... Cehennemlikler, cennettekilere; “sudan, Tanrının size rızk olarak verdigi seylerden bize de dökün-saçın” derler; cennettekiler de derler ki: “Gerçekten de Allah her ikisini de kâfirlere haram etmistir.” Cennettekiler, “onu Tanrı haram etmistir size” derler; “bu nîmetin tohumu dünyada ekilecekti; mademki orda ekmediniz, ekmeye de çalısmadınız, burada ne biçeceksiniz, ne elde edeceksiniz? Büyüklük etsek de size versek bile mademki Tanrı, onu size haram etmistir, bogazınızı yakar, bogazınızdan asagıysa gitmez o. Bir keseye koysanız kese yırtılır, dökülür-gider”. Iste tıpkı bunun gibi. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ’nın yanına, münâfıklardan, yabancılardan bir topluluk geldi. Sahâbe, gizli seyleri anlatmada, 92 Mustafâ’yı övmedeydi. Peygamber, üstü kapalı olarak sahâbeye buyurdu ki: "Kaplarınızın agızlarını kapatın." Yâni testilerin, kâselerin, tencerelerin, kapların-kacakların, küplerin agızlarını örtün; örtülü tutun; pis, zehirli hayvanlar vardır; testilerinize düserler Tanrı esirgesin; siz de bilmeden o testiden su içersiniz; size ziyanı dokunur. (Mustafâ) böylece onlara, yabancılardan hikmeti gizleyin; yabancıların önünde agzınızı-dilinizi kapatın; çünkü onlar fârelerdir; bu hikmete, bu nîmete lâyık degildir onlar buyurdu. (Mevlânâ) buyurdu ki: Tapımızdan kalkıp dısarıya giden o bey, sözümüzü etraflıca anlamadı amma kısaca anladı ki biz onu gerçege çagırmadayız. Onun o yalvarısını, o bas sallayısını, o sevisini anlayıs yerine tutuyoruz. Hani bir köylü, sehre gelir de ezan sesini duyar; ezanın anlamını etraflıca anlamaz amma maksat nedir, bunu anlar ya
| |
| | | | Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |