buharalıbilvanisli.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

buharalıbilvanisli.com

Sofilerin Buluşma Noktası Buhara
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
buharalıbilvanisli.com Son Konular
KonuYazanGönderme Tarihi
Salı Şub. 08, 2011 11:13 am
Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am
Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm
Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm
Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am
Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 9:37 am
Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm
Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am
Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am
Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm
Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm
Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am
Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm
Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am
Similar topics

 

 Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Empty
MesajKonu: Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1   Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Icon_minitimeSalı Ağus. 24, 2010 10:08 am

Mevlana Fihi Ma Fih adlı eseri
Fîhi mâ Fîh Mevlâna’nın üç mensur eserinden biridir. Diger eserleri gibi bu kitap da Mevlâna’
nın eliyle yazılmamıs; muhtelif konulardaki sohbetleri, yakınları ve müritleri tarafından kaleme
alınmıs ve kitaplastırılmıstır. Mevlâna’nın dönemine yakın kaynaklardan Sipehsâlâr’ın risâlesinde
adının geçmesi, eserin onun ölümünden önce veya hemen sonra meydana getirilmis olma
ihtimalini dogurmaktadır

Kitabın adı da yine onu meydana getiren kisiler tarafından konmus “O’nun ‘Içindeki’ Içindedir,
Içinde ‘Içindekiler ‘ Vardır” gibi mânâlara gelir. Fîhi mâ Fîh, bazı yazma nüshalarda da Esrârü’
l-Celâliyye, Risâle-i Sultân Veled gibi isimlerle geçer .
Fîhi mâ Fîh’in Türkiye ve diger ülke (özellikle Iran ve Hindistan) kütüphanelerinde birçok yazması
olup; metni ilk kez 1333/1915 yılında Tahran’da açıklamalarla birlikte basılmıstır. Hindistan’daki
baskısı ise 1928 yılında yapılmıstır. Su ana kadar yapılmıs en önemli nesir ise; Tahran Üniversitesi
profesörlerinden Bediüzzaman Furûzânfer tarafından bes önemli yazmanın karsılastırılarak
olusturuldugu ve açıklamaların eklendigi baskıdır. (Tahran, 1330 hs. /1951)

RAHMÂN VE RAHIM ALLAH ADÎYLE; ONA DAYANIRIM BEN
1. BÖLÜM
"Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri
ziyaret eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur
beyin kapısındaki yoksul."
Halk, bu sözün dıs anlamını almıstır. Onlarca bilgin kisinin, bilginlerin kötülerinden
olmaması için beylerin tapısına gitmemesi gerektir. Halbuki sözün anlamı, onların
sandıkları gibi degildir. Asıl anlamı sudur:
Bilginlerin kötüsü, beylerden yardım gören, beyler yüzünden düzelen, dogru yolu tutan
kisidir. Beyler bana ihsanlarda bulunsunlar, beni saysınlar, bana mevkii versinler
kuruntusuyla, onlardan korkarak okumaya baslamıstır da beyler yüzünden isi düzene
girmistir; bilgisizligi bilgiye dönmüstür.
Bilgin olunca da onların korkusundan, onların cezasından edep sahibi olur, ister-istemez
dogru yolu tutar. Artık ne çesit olursa olsun, ister görünüste bey onun ziyaretine gelsin,
7
ister o, beyi ziyarete gitsin, herhalde ziyaret eden odur, ziyaret edilense bey.
Fakat bilgin, beyler yüzünden bilgiye sahip olmamıssa, önceden de, sonradan da bilgisi
Tanrı için elde edilmisse o baska; balık nasıl sudan baska bir yerde yasayamazsa,
elinden baska bir sey gelmezse bu bilgin kisinin ele yolu-yordamı, ancak dogru yola
gitmektir; bu, onun kendi huyundandır. Bu çesit bilgini yürüten, çekindiren akıldır.
Zamanında, bilsinler-bilmesinler, herkes onun heybetinden çekinir; onun ısıgından onun
aksinden yardım ister. Böylesine bilgin, beyin tapısına gitse bile gerçekte ziyaret eden
beydir, ziyaret edilen kendisi. Çünkü herhalde bey, aldıgını ondan alır, yardımı ondan
görür; oysa beye aldırıs bile etmez. O bilgin günes gibi her yana ısık salar; isi-gücü, her
seye, herkese bagıstır. Güneste tasları lâ’l, yakut, inci, mercan haline getirir; toprak
dagları bakır, altın, gümüs madeni yapar; toprakları yesertir, tazelestirir; agaçlara
çesit-çesit meyveler bagıslar. Onun isi, sanatı vermektir, bagıslamaktır. Verir de almaz.
Hani Araplarda söylene gelen bir atasözü vardır; "Biz vermeyi ögrendik, almayı
ögrenmedik" derler; onun gibi. Hâsılı böylesine bilginler ziyaret edilenlerdir, beylerse
ziyaret edenler.
Aklıma su âyeti tefsîr etmek geldi. Söyledigim söze uygun da degil amma mademki
aklıma geldi söyleyeyim de bitsin-gitsin.
Ulu Tanrı buyurur ki: "Ey Peygamber, ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah,
yüreklerinizde hayırlı bir niyet bulundugunu bilirse size, sizden alınandan daha da
hayırlısını verir, suçlarınızı örter. Allah, suçları örten bir rahîmdir."
Bu âyetin inisine sebep sudur:
8
Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, kâfirleri bozmus, öldürmüs, yagmalamıs, birçok tutsak
tutmus, ellerini, ayaklarını baglatıp getirtmisti. O tutsaklardan biri de, Tanrı razı olsun,
amcası Abbas’tı, o da onların arasındaydı. Bütün gece baglanmıs, hiçbir seye güçleri
yetmez, asagılık bir halde aglıyorlar, inliyorlardı. Kendilerinden umut kesmislerdi. Kılıcı,
öldürülmeyi bekliyorlardı. Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, onlara baktı da güldü. Onlar
görüyorsun ya dediler, onda da insanlık hali var; halbuki bende insanlık huyu yok diye
dâvaya kalkısmıstı. Dâvası, gerçege aykırıymıs. Iste bak, bize bakıyor, bizi baglanmıs,
zincirlere vurulmus bir halde kendisine tutsak olmus görüyor da seviniyor; tıpkı nefsine
uyanlar gibi hani. Onlar da düsmana üst oldular, onları kahrolmus gördüler mi sevinirler,
çalıp çagırırlar.
Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, içlerinden geçeni anladı da dedi ki:
Düsmanlarımı kahrettigimi göreyim, yahut sizi ziyana ugramıs göreyim de güleyim,
sevineyim, hâsâ, bu benden uzak. Su yüzden gülecegim geliyor: Can gözüyle
görüyorum; bir toplulugu tutmusum, külhandan cehennemden, o kapkara bacadan
baglarla, zincirlerle, çeke-sürüye, zorla cennete, Tanrı râzılıgına, ölümsüz gül bahçesine
götürüyorum da onlar, bizi bu tehlikeli yerden o gül bahçesine, o eminlik yurduna ne
diye çekiyor, götürüyorsun diye aglayıp bagırıyorlar; iste bu yüzden gülmem tutuyor.
Bütün bunlarla beraber söyledigim sözü anlayacak, hali ap-açık görecek, can gözü daha
sizde yok. Ulu Tanrı diyor ki: Tutsaklara söyle; de ki: Siz önce ordular topladınız; bir çok
hazırlıklarda bulundunuz; erliginize, yigitliginize, çoklugunuza güvendiniz. Kendi
kendinize, Müslümanları söyle edecegiz, böyle kıracagız, kahredecegiz dediniz.
Gücünüzün-kuvvetinizin üstünde daha zorlu bir güç-kuvvet ıssı oldugunu
9
görmüyordunuz. Yok ediciliginizden daha üstün bir yok edicinin bulundugunu
bilmiyordunuz. Hâsılı söyle olsun-böyle olsun diye ne tedbirde bulunduysanız hepsi de
aksi çıktı.
Simdi korku içindesiniz amma hâlâ da o illetten tövbe etmediniz. Umudunuz yok, hâlâ
da bir güç-kuvvet sahibi bulundugunu görmüyorsunuz. Gücünüz-kuvvetiniz varken beni
görmeniz, kendinizi bana karsı yok olmus bilmeniz gerek ki isler kolaylassın. Korkuya
düsünce benden umut kesmeyin ki sizi bu korkudan kurtarmaya, emin etmeye gücüm
yeter. Ak öküzden kara öküz çıkaranın kara öküzden ak öküz çıkarmaya da gücü yeter.
"Geceyi uzatırsan, gündüzün bir kısmı gece olur; gündüzü uzatırsın, gecenin bir kısmı
gündüz olur; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü belirtirsin" buyurulmustur. Simdi
tutsaksınız; fakat tapımdan umut kesmeyin de elinizden tutayım sizin. "Tanrının
rahmetinden umut kesmeyin; Tanrı rahmetinden kâfir olan topluluktan baskası umut
kesmez."
Simdi Ulu Tanrı buyuruyor ki: A tutsaklar, önceki yolunuzdan döner, Korkuda da, umutta
da beni görür, herhalde kendinizi yok etmeme karsı yok olmus sayarsanız sizi bu
korkudan kurtarırım; sizden yagmalanan, elinizden çıkan her malı tekrar veririm size;
hattâ kat-kat fazlasını, daha da iyisini verir, sizi bagıslarım; dünya devletine âhiret
devletini de katarım.
Abbas, tövbe ettim, tuttugum yoldan döndüm dedi. Mustafâ, Ulu Tanrı ettigin dâvaya
delil ister buyurdu. Beyit:
Ask dâvasına girismek kolay,
10
Fakat o dâvâya kesin delil gerek.
Abbas, hadi dedi, ne delil istiyorsan söyle. Mustafâ, Müslüman olduysan, Müslümanlıgın
iyiligini istiyorsan, sende kalan malların bir kısmını Müslüman ordusuna bagısla da
Müslümanlık kuvvetlensin buyurdu. Abbas, a Tanrı Elçisi dedi, bende ne kaldı ki? Hepsini
yagmaladılar; bir eski hasır bile bırakmadılar. Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, gördün mü
buyurdu, gerçek degilsin tuttugun yoldan dönmedin; ne kadar malın var, nerde
sakladın, kime ısmarladın, nereye gömdün, gizledin, söyleyeyim mi? Abbas, hâsâ dedi.
Mustafâ buyurdu ki: Bu kadar malı anana vermedin mi; filân duvarın dibine gömmedin
mi, ona, dönersem bana verirsin; esenlikle dönmezsem su kadarını filân ise harcarsın,
su kadarını filâna verirsin, bu kadarı da senin olsun diye etraflıca vasiyette bulunmadın
mı?
Abbas bunu duyunca parmak kaldırdı, tam gerçeklikle inandı. Dedi ki: Ey gerçek
peygamber, ben, Hâman gibi, Seddad gibi daha baskaları gibi eski padisahlara nasıl
felek yâr olduysa sana da yâr oldu, baht elverdi sanıyordum. Fakat bunu buyurdun ya,
bildim-anladım ki bu devlet, o yandandır, Tanrı’dandır.
Mustafâ buyurdu ki: Dogru söyledin bu sefer; içindeki süphe ipi koptu, duydum; sesi
kulagıma geldi. Canımın ta içinde gizli bir kulagım vardır, kim süphe ve kâfirlik zünnârını
koparırsa o gizli kulakla o koparma sesini duyarım, can kulagıma gelir. Simdi dogru
söyledin, iman ettin.
Mevlânâ buyurdu ki:
11
Bu tefsîri Emîr Pervâne’ye sunun için söyledim; dedim ki: Sen önce Müslümanlıga kalkan
oldun. Kendimi feda edeyim. Müslümanlıgın kalması, Müslümanların çogalması için aklımı,
tedbirimi kullanayım da Müslümanlık kalksın dedin. Kendi fikrine güvendin. Tanrıyı
görmedin, her seyi Tanrı’dan bilmedin. Böyle olunca da Ulu Tanrı o sebebi, o çalısmayı,
Müslümanlıgın zararına sebep etti.
Çünkü sen Tatar’la bir olmussun, Sam’lıları, Mısır’lıları yok etmek, Islâm ülkesini yıkmak
için onlara yardım ediyorsun, Tanrı, Müslümanlıgın kalkmasına sebep olan tedbiri,
Müslümanlıga zarar vermeye sebep kıldı. Su halde Tanrı’ya yüz tut, çünkü korkulacak bir
hal bu. Sadakalar ver de seni, kötü bir hal olan su korkudan kurtarsın. Ondan umut
kesme. Öyle bir ibadetten böyle bir suça attı seni; fakat o ibadeti kendinden gördün de
o yüzden suça düstün.
Simdi suçta da umut kesme ondan; yalvar-yakar, o ibadetten suçu meydana
getirenin,su suçtan bir ibadet meydana getirmeye de gücü yeter. Sana bundan bir
pismanlık verir önüne sebepler çıkarır da gene Müslümanların çogalmasına,
Müslümanlıgın kuvvetlenmesine çalısırsın. Umut kesme ki "Allanın rahmetinden, kâfir
olan topluluktan baskası umut kesmez" Maksadım buydu, bunu anlasın da su halde
sadakalar versin, yalvarsın-yakarsın dedim; çünkü çok yüce bir halden asagılık bir hale
düstü; fakat bu halde de umutlanması gerek.
Ulu Tanrı aldatır; insanın, bana güzel bir tedbir elverdi, güzel bir is belirdi, yüz gösterdi
diye aldanmaması için güzel sekiller gösterir, içinde kötü sekiller vardır. Her görünen,
göründügü gibi olsaydı Peygamber o kadar keskin, o kadar aydın, o kadar aydınlatıcı
görüsüyle gene de "Her sey nasılsa öyle göster bana" der miydi? Güzel gösterirsin,
gerçekte çirkindir. Çirkin gösterirsin, gerçekte güzeldir, özdür.
12
Su halde bize her seyi, nasılsa öyle göster de tuzaga düsmeyelim, biteviye yol
azıtmayalım. Simdilik senin tedbirin güzel olsa, aydın olsa bile onun tedbirinden daha iyi
olamaz; o, böyle derdi. Simdi sen de her görünene her tedbire güvenme; yalvar-yakar,
kork. Maksadım buydu benim. Oysa bu âyeti, bu tefsiri; su anda ordular çekmedeyiz;
onlara dayanmamak, bozguna ugrasak bile o korku, o çaresizlik halinde, gene ondan
umut kesmemek gerek tarzında kendi meramınca tevil etti; sözü dilegine göre anladı.
Benim maksadımsa söyledigim seyleri anlatmaktı.
2. BÖLÜM
Birisi, Mevlânâ söz söylemiyor dedi. Dedim ki:
Sonucu o adamı yanıma benim hayalim çekti-getirdi. Su hayalim, ona nasılsın, nicesin
diye bir söz söylemedi. Sözsüz hayal, onu çekti buraya; hakıykatim onu sözsüz çeker
de bir baska yere götürürse sasılmaz bu ise.
Söz, gerçegin gölgesidir, parça-buçugudur. Gölge çekerse gerçek haydi-haydiye çeker.
Söz bahanedir; insanı insana çeken can bagdasmasıdır, söz degil. Birisi yüz binlerce
mucize görse, söz duysa, kerametler seyretse kendisinde o peygamberle, yahut o
erenle bir can bagdasması yoksa fayda etmez.
Insanı costuran, kararsız bir hale getiren can bagdasmasıdır. Saman çöpünde
kehribarla birazcık can bagdasması olmasa hiç mi hiç kehribara gitmez.
Her seydeki cinsin cinsiyle bagdasması gizlidir, gözle görünmez. Her seyin hayali,
13
insanı o seye çeker. Bag-bahçe hayali, insanı baga-bahçeye çeker, dükkân hayali
dükkâna.
Fakat bu hayallerde düzenler de gizlidir. Görmüyor musun ki filân yere gidersin, pisman
olursun, hayır sanmıstım amma dersin, degilmis. Bu hayaller, örtüdür, âdeta; örtü
ardında birisi gizli. Hayaller ortadan kalktı da gerçekler hayal örtüsü olmadan yüz
gösterdi mi kıyamet kopar orda. Hal böyle olunca da pismanlık kalmaz. Seni çeken her
gerçek odur, baska sey de ondan baska degildir, seni çeken gerçegin ta kendisidir. "O
gün, gizli seyler meydana vurulur."
Bu sözün de yeri mi ki söylüyoruz. Gerçekte çeken birdir, fakat sayılı görünür. Görmez
misin ki bir adam yüz sey ister, çesit-çesit dileklerde bulunur. Tutmaç isterim, börek
isterim, helva isterim, kalya isterim, meyve isterim, hurma isterim der.
Bu istek, sayı gösterir, sayıyı dile getirir amma temeli birdir, temeli açlıktır, o da birdir.
Görmez misin? Bir sey yer de doyarsa bunların hiçbiri gerekmez der. Su halde belli oldu
ki on degilmis, yüz degilmis, birmis "Sayılarını, ancak sınamak için yaptık". Halkın bu
birdir, onlar yüz diye sayması, bir sınamadır. Yâni erene bir derler, su çokluk halkaysa
yüz derler, bin derler.
Bu, pek büyük bir sınanmadır. Bu görüs, bu düstügünüz düsünce, yâni halkı çok, onu
bir görüsünüz, pek büyük bir sınamadır. “Sayılarını, ancak sınamak için yaptık" Hangi
yüz, hangi elli, hangi altmıs? Elsiz-ayaksız, akılsız-cansız bir bölük halk, tılsım gibi, cıva
gibi oynayıp durmada. Simdi onlara altmıs, yahut yüz, yahut da bin dersin, bunaysa bir.
Halbuki onlar hiçtir, buysa bindir, yüz bindir, milyondur. "Sayılınca azdır onlar, saldırdılar
mı çok."
14
Padisahın biri, birisine yüz kisinin geçinecegi kadar dünyalık vermisti. Ordudakiler bu
isin aleyhinde bulunuyorlardı. Padisah kendî kendine, bir gün dedi, size gösteririm,
neden bu isi yaptım, anlarsınız. Savas oldu, savasta herkes kaçtı, yalnız oydu kılıç
vuran. Padisah, iste dedi, o isi bunun için yaptım ben.
Insanın, ayırt etme kabiliyetini garezlerden arıtması, bir din dostu araması gerek. Din,
dostunu tanır amma siz ömrünüzü ayırt etme kabiliyetinden mahrum bir halde
geçirdiniz de onun da ayırt etme kabiliyeti arıklastı, din dostunu tanıyamıyor. Sen, ayırt
etme kabiliyetinden mahrum olan su bedeni besledin. Ayırt etme, bir huydan ibarettir.
Görmüyor musun? Delinin de bedeni var, eli-ayagı var, fakat ayırt etmesi yok. Her pis
seye el atıyor, tutuyor, yiyor. Ayırt etme, su görünen bedende olsaydı pisi tutmazdı.
Hâsılı bildik ki ayırt etme, lâtif bir anlamdır, o da sendedir.
Sense gece-gündüz, su ayırt etme kabiliyetinden mahrum olan bedeni beslemeye
koyulmussun; bu, ancak bununla olur diyorsun; halbuki bu da onunla olur. Nasıl oluyor
da sen, hep su bedeni gelistirmedesin, onuysa tamamıyla bir yana atmıssın.
Bu beden, ayırt etme kabiliyetiyle durur, o kabiliyet bedenle durmaz. O ısık, su söz,
kulak ve bunlardan baska pencerelerden dısarıya vurur; bu pencereler olmasa baska
pencerelerden bas çıkarır. Tıpkı sunun gibi hani: Bir ısık getirmissin, günesin önüne
koymussun; günesi bu ısıkla, bu mumla görüyorum diyorsun. Hâsâ; mum getirmesen
de günes kendini gösterir. Muma ne ihtiyaç var?
Tanrıdan umut kesmemek gerek. "Gerçekten de kâfirlerden baskası Tanrı rahmetinden
umut kesmez" umut, eminlik yolunun basıdır. Yola gitmiyorsan bari yol basını gözle.
15
Egrilikler yaptım deme, dogrulugu tut sen, hiçbir egrilik kalmaz. Dogruluk, Musa’nın
sopasına benzer, o egriliklerse büyüler gibidir. Dogruluk geldi mi hepsini yer-gider.
Kötülük ettiysen kendine ettin, senin cefan, nerden ona erisecek?
S i i r
Bir kus o daga kondu, sonra uçtu-gitti;
Bak da gör, o dagda ne bir sey fazlalastı, ne bir sey eksildi dagdan.
Dogru oldun mu bütün onlar kalmaz. Sakın umut kesme.
Padisahlarla düsüp kalkmada su bakımdan tehlike yok: Gidecek bas zâti gider; ha
bugün, ha yarın. Fakat su yüzden tehlike var ki onlar o makama geçtiler mi nefisleri
kuvvetlenir, ejderha kesilirler. Onlarla görüsüp konusan, onlarla dostluk dâvasına
girisen, onların malını kabul eden bu adam da çaresiz onların isteklerine uygun söz
söyler; onların kötü düsüncelerini, hoslansınlar diye kabul eder; aykırı bir söz
söyleyemez; bu yüzden tehlikelidir; çünkü dine ziyandır.
Onların yanını yaptın mı temel olan öbür yan, sana yabancı olur. O yana ne kadar
gidersen sevgilinin bulundugu bu yan, o kadar yüz çevirir senden. Dünya ehliyle ne
kadar uzlasırsan o, o kadar kızar sana. "Kim, bir zalime yardım ederse Allah o zalimi,
yardım eden kisiye musallat eder."
Yazıktır denize varıp da bir parçacık su içmeyi, yahut bir testi su almayı yeter bulmak.
16
Denizden inciler, mücevherler, kuvvet veren yüz binlerce seyler elde ederlerken
denizden su alıp götürmenin ne degeri vardır ki? Aklı olanlar bununla övünür mü hiç, ne
yapmıstır ki bu isi yapan? Hattâ dünya, bir köpügüdür bu denizin; denizse erenlerin
bilgileridir.
Inci de nerede? Bu dünya, çer-cöple dolu bir köpüktür amma o dalgaların çıkıp batması,
yürüyüp dönmesi, denizin cosup kabarması, köpürüp kükremesi yüzünden o köpük, bir
güzellik elde eder. "Kadınları, ogulları, yüklerle altınları-gümüsleri, damgalanmıs cins
atları, davarları, ekinleri isteyip Özleyis sevgisi, bunlara ait sevgi, insanlar için
bezenmis, süslenmistir." Bezenmis, süslenmistir buyurdu ya, demek ki o güzel degildir.
"Güzellik, egretidir onda, baska bir yerdendir. O, altın suyuna batırılmıs, yaldızlanmıs
kalp paradır; yâni bir köprücükten ibaret olan su dünya kalptır, kadri, degeri yoktur;
fakat biz onu altınla kaplamısız; çünkü "insanlar için bezenmistir, süslenmistir."
Insan Tanrı usturlabıdır, fakat usturlabı bilmek için müneccim gerek. Tere satanda,
yahut bakkalda da usturlap bulunabilir, fakat ondan ne fayda görür usturlupla göklerin
hallerini, dönüslerini, burçları, tesirlerini, inkılâpları, bunlardan baska daha birçok
seyleri ne bilir ki? Su halde usturlap müneccime fayda verir. "Kendini bilen rabbini bilir."
Usturlap, nasıl göklerin hallerini gösteren bir aynaysa "And olsun ki Âdemogullarını
ululadık" diye anılan insanın varlıgı da Tanrı usturlabıdır. Ulu Tanrı, onu, kendisini bilen,
anlayan bir yaratık olarak yarattıgından insan, kendi varlıgının usturlabından Tanrı
tecellisini, niteliksiz güzelligi, soluktan- soluga, bakıstan-bakısa görür, seyreder; o
güzellik bu aynadan hiç mi hiç ayrılmaz.
17
Üstün ve yüce Tanrının öylesine kulları vardır ki onlar, hikmet, bilgi ve anlayıs, ululuklar
elbiselerini giyinirler. Halkta onları görecek görüs yoktur amma onlar, pek kıskanç
olduklarından bu elbiseleri giyerler de kendilerini gizlerler. Hani Mütenebbî,
“Kadınlar ipekli elbiseleri süslenmek için degil,
Güzelliklerini korumak için giyindiler” der ya, tıpkı onun gibi iste.
3. BÖLÜM
Birisi, gece-gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat
Mogollar’la ugrasmaktan, onların isleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza
gelemiyorum dedi.
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu isler de Tanrı isi; çünkü Müslümanların emin olmalarına, aman bulmalarına sebep
olmada. Onların gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun
diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz. Su halde bu da hayırlı bir istir. Ulu
Tanrı madem ki böyle bir hayırlı ise meyil vermis, ona asırı ragbet göstermeniz Tanrı
yardımına mazhar olusunuza delildir.
Fakat bu meyilde bir gevseklik, bir usanç hâsıl oldu mu bu, Tanrı yardımından mahrum
olusunuza delildir. Çünkü ulu Tanrı, usanca ugrayan adamın, o isin öylesine bir hayırlı
ise sebep olmasını istemez. Hamam gibi hani. Hamam sıcaktır amma o sıcaklıgı,
18
külhanda yanan ot, odun, tezek gibi seylerdendin. Ulu Tanrı, görünüste kötü görünen,
insanı tiksindiren sebepler meydana getirir; görünüste kötüdür amma adamın
hakkında yardımdır, lûtuftur. Hamam bunlarla kızar, halka da faydası dokunur.
Bu sırada dostlar geldiler, içeri girdiler. Özür getirerek buyurdu ki:
Size kalkmıyorum, söz söylemiyorum, hal-hatır sormuyorum amma bu da agırlamaktır.
Çünkü her seyi agırlama, o vakte göre olur. Namazda babanın, kardesin halini-hatırını
sormak, onları agırlamak yarasmaz. Namazdayken dostlara, yakınlara iltifat etmemek,
iltifatın, oksamanın ta kendisidir. Çünkü onların yüzünden kendisini ibadetten, Tanrıya
dalıstan ayırmaz, hatırı dagılmamıs olur. Onlar da azaba, azara hak kazanmamıs olurlar
ki bu, iltifatın ta kendisidir, oksayısın ta kendisidir; çünkü onları azaba ugratacak
seyden çekinmistir.
Birisi, Tanrıya namazdan daha yakın yol var mıdır diye sordu. Buyurdu ki:
Gene namazdır, fakat namaz, yalnız su görünen sekil degildir. Bu, namazın kalıbıdır;
çünkü bu namazın önü vardır, sonu vardır. Önü, sonu olan her sey kalıptır; çünkü
tekbir, namazın önüdür, selâm namazın sonu.
Sahadet getirmek de yalnız dille söylenen söz degildir. Çünkü onun da önü vardır,
sonu var. Harfe, sese gelen her seyin önü, sonu olur, o da görünüstür, kalıptır.
Canıysa neliksiz-niteliksizdir, sonu yoktur; ne baslangıcı vardır, ne bitimi.
Sonu-ucu su namazı peygamberler icad etmislerdir. Simdi su namazı meydana çıkaran
19
Peygamber söyle der: "Allah la bir vaktim olur ki o vakte ne seriatle gönderilmis bir
peygamber sıgabilir, ne de Tanrıya yaklastırılmıs bir melek" Su halde bildik-anladık ki
namazın canı, yalnız su görünen sekil degildir; dalıstır, kendinden geçistir; su halde
bütün sekiller dısarıda kalır, oraya sıgamaz.
Salt anlam olan Cebrail de sıgmaz. Tanrı sırrını kutlasın, Mevlânâ Bahâeddin Veled’den
gelen bir hikâye vardır: Bir gün ashap onu dalmıs buldular. Namaz vakti de geldi-çattı.
Bâzı müritler Mevlânâ, sözlerine aldırıs bile etmedi. Onlar kalktılar, namaza koyuldular.
Iki mürit Seyh’e uydu, namaza kalkmadı. Namaza durmayan o iki müritten birinin adı
Hâcegî’ydi.
Bu zat, can gözüyle ap-açık gördü ki imamla beraber namaza duran ashabın hepsi de
kıbleye arka vermis; yalnız Seyh’e uyan o iki müridin yüzleri kıbleye karsı. Çünkü Seyh,
bizden-benden geçmistir, onun, o olusu yok olmus-gitmistir; varlıgı kalmamıstır; Tanrı
ısıgında helâk olmustur; "ölmeden önce ölün" sırrına ermistir. Artık o Tanrı ısıgı haline
gelmistir.
Kim Tanrı ısıgından yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına
almıstır; çünkü o seyh, kıblenin de canı kesilmistir. Hani su halk yüzlerini Kâ’be’ye
çevirirler ya; o Kâ’be’yi bir peygamber yapmıstır. O evi, o yaptıgı için de o ev, dünyanın
kıblesi olmustur. Peki, o ev kıble olursa peygamber, haydi-haydi kıble olur-gider; çünkü
o ev, o peygamber yüzünden kıble olmustur.
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, bir gün, bir dostu, seni çagırdım, nasıl
oldu da gelmedin diye azarladı. O dost, namaz kılıyordum dedi. Mustafâ dedi ki: Seni
ben çagırmadım mı? Adam, çaresizim ben dedi. Mustafâ buyurdu ki:
20
Her vakit kendini çaresiz görürsen iyidir. Bunda kaldıgın zaman nasıl kendini çaresiz
görüyorsan, her halde, hattâ gücün-kuvvetin yeterken de çaresiz görmelisin. Çünkü
senin gücünün- kuvvetinin üstünde bir güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakka karsı
yok olmus-gitmissin.
Ikiye bölünmüs degilsin sen ki kimi zaman çaren elinde olsun, kimi zaman çaresiz
kalasın. Onun gücünü-kuvvetini gör de kendini her zaman çaresiz, elsiz-ayaksız,
bunalmıs yoksul olmus bil. Arık bir adamın da yeri mi var, sözü mü olur? Aslanlar,
kaplanlar, timsahlar bile onun karsısında hep çaresizdir, tir-tir titrerler.
Gökler, yerler, hep çaresizdir, onun buyruguna uymustur. O pek büyük bir padisahtır;
onun ısıgı, ayın, günesin ısıgına benzemez ki o ısık varken herhangi bir sey, oldugu
yerde kalakalsın. Onun ısıgı, perdesiz yüz gösterdi mi, ne gökyüzü kalır, ne yeryüzü...
Ne günes kalır, ne Ay. O padisahtan baska kimsecik kalmaz. "Her sey helâk olur, ancak
onun hakikati kalır"
Padisahın biri, bir dervise, Tanrı tapısından dedi, bir tecelliye ugrarsan, o tapıya bir
yakınlık elverirse sana, beni de an. Dervis, ben dedi, o tapıya ulastım mı, o güzellik
günesi vurdu mu, kendimi bile hatırlayamam, seni nasıl anayım?
Fakat Ulu Tanrı, bir kulu seçti de kendisinden geçirdi mi, kim onun etegini tutarsa, kim
ondan muhtaç oldugu bir seyi isterse, o ulu kisi, Tanrı katında onu anmasa, istemese
de Hak, onu yerine getirir. Hani bir hikâye söylerler; bir padisah varmıs, onun da pek
özel, pek yakın bir kulu varmıs.
O kul, padisahın sarayına gidecegi vakit ihtiyacı olanlar dertlerini anlatırlar, ona,
21
padisaha sunsun diye yazılı kagıtlar verirlermis. O da bu kâgıtları cüzdanına kormus.
Fakat padisahın tapısına vardı mı, padisahın güzelliginin ısıgı o kula vururmus da kul,
padisahın karsısında kendinden geçer-gidermis.
Padisahsa benim güzelligime dalıp giden kulumun nesi var-nesi yok diye âsıkçasına
onun gögsünü, cebini yoklar, cüzdanını ararmıs. Derken o yazdı kâgıtları bulur, neler
yazılmıssa hepsini yazar, tekrar kâgıtları cüzdanına kormus. Böylece o söylemeden
herkesin ihtiyacını giderir, bir tanesini bile reddetmezmis. Hattâ dileklerini kat-kat,
dilediklerinden de fazla verirmis. Aklı basında olan, ihtiyacı olanların dileklerini padisaha
söyleyebilir baska kulların yüz tane dileklerinden bir tanesini bile arada-sırada yerine
getirirmis.
4. BÖLÜM
Birisi, burada bir sey unutmusum dedi. (Mevlânâ) buyurdu ki:
Dünyada unutulmaması gereken bir sey var. Her seyi unutsan da onu unutmasan
korku yok. Fakat her seyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan
hiçbir sey yapmamıs olursun. Hani bir padisah seni belli bir is için bir köye yollasa, sen
de gitsen de o isten baska yüzlerce is basarsan, hangi is için gittiysen onu yapmadın,
basarmadın ya, hiçbir is basarmamıs sayılırsın.
Su halde insan dünyaya bir tek is için gelmistir, maksat odur. Onu basarmadı mı, hiçbir
is basarmamıs demektir. "Gerçekten de biz, arz ettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve
daglara. Derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu
22
yükledik insana; süphe yok ki çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hale geldi o." O emâneti
göklere arz ettik, kabul edemedi.
Bir bak da gör, göklerden aklı sasırtan ne isler meydana gelmede. Tasları l’âl, yakut
yapıyor; dagları altın, gümüs madeni haline getiriyor. Bitkileri, yeryüzünü costuruyor,
diriltiyor, ölümsüz cennete döndürüyor. Yeryüzü de tohumları benimsiyor, meyveler
veriyor, ayıpları örtüyor, anlatılmasına imkân bulunmayan yüz binlerce sasılacak isler
basarıyor, sasılacak seyler meydana getiriyor.
Daglar da çesit-çesit madenler veriyor. Bütün bunları yapıyorlar, yapıyorlar amma
onlardan o bir tek is meydana gelmiyor da o tek isi insan görüyor, basarıyor, "And
olsun ki Ademogullarını ululadık" dedi, "Gögü, yeri ululadık" demedi. Su halde insanın
elinden bir is geliyor ki ne göklerin elinden geliyor o is, ne yerlerin, ne dagların.
O isi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik. Amma sen, o isi görmüyorsam
bunca is görüyorum ya dersin; dersin amma seni öbür isler için yaratmadılar ki. Bu,
suna benzer: Padisahların hazinelerinde bulunabilen, deger biçilmez bir çelik Hint
kılıcını tutmussun da kokmus öküz etine satır olarak kullanıyor, sonra da bosu-bosuna
bırakmadım ya, böylesine bir ise kullanıyorum onu diyorsun.
Yahut da zerresiyle yüzlerce tencere alınabilen bir altın tencereyi getirmissin, içinde
salgam pisiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmis bir bıçagı kırık bir kabaga mıh
yapmıssın da diyorsun ki; Is görüyorum; kabagı ona asıyorum, su bıçagı öylece
bırakmıyorum ya. Acınacak, gülünecek isler degil de nedir bunlar? O kabak, bir pul
degerindeki bir tahta, yahut demir çiviye de asılabilirken yüz dinarlık bıçagı bu ise
kullanmak, akıl isi midir ki?
23
Ulu Tanrı, sana pek büyük bir deger vermistir. Buyurdu ki: "Gerçekten de Allah, cennet
karsılıgı olarak inananların canlarını, mallarını satın almıstır."
Deger bakımından iki dünyadan da artıksın;
Fakat neyleyeyim ki degerini sen bilmiyorsun
Kendini ucuz satma; çünkü degerin pek fazla senin.
Ulu Tanrı buyuruyor ki: Sizi de, soluklarınızı da, vakitlerinizi de, mallarınızı da,
zamanınızı da satın aldım ben; bana harcarsanız, bana verirseniz karsılıgı ölümsüz
cennettir; degerin budur iste bence. Fakat sen, tutar da kendini cehenneme satarsan
kendine zulmetmis olursun. Hani o yüz dinarlık bıçagı duvara saplayıp ona bir kabak,
yahut bir testi asan kisi gibi.
Simdi gelelim sözümüze… Bahane getiriyor da ben kendimi yüce islere harcamadayım.
Fıkıh, hikmet, mantık, nücûm, tıp, daha da baska bilgiler ögreniyorum diyorsun. Sonucu,
bunların hepsi de senin içindir. Fıkıh ögreniyorsan kimse elinden ekmegini kapmasın,
elbiseni soymasın, seni öldürmesin de sag-esen kalasın diye ögreniyorsun.
Yıldız bilgisini ögreniyorsan gökyüzünün hallerini, yıldızların yeryüzüne tesirlerini
anlamak, yeryüzünde ucuzluk mu olacak, pahalılık mı; eminlik mi hüküm sürecek, korku
mu; bilmek için ögreniyorsun; bunların hepsi de sana ait. Yıldız kutlu olur, kutsuz olur,
senin talihinle ilgiliyse bu da senin için.
Düsünürsen anlarsın ki temel sensin, onların hepsi de senin parça-buçugun.
Parça-buçugunda bunca yayılıs, bunca sasılacak seyler, bunca sasılacak haller, sonsuz
âlemler olursa artık var da gör, sen asılsın, sen de ne haller var. Çünkü
parça-buçuklarında bile can âleminde ne çıkıslar var, ne inisler var, ne mutluluklar var,
24
ne kutsuzluklar var, faydalar var, zararlar var. Hani, filân canda su Özellik var, ondan
su is meydana gelir, filân su ise yarar dersin ya.
Senin su uykudan, su yiyip içmeden baska bir gıdan daha var. "Rabbime konuk olurum,
o beni doyurur, suvarır" denmistir ya. Bu dünyada o gıdayı unutmussun da su gıdaya
dalıp gitmissin; gece-gündüz bedeni beslemedesin. Sonucu su beden, atındır senin, bu
dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli
bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var.
Fakat sana hayvanlık üst olmus da atın basucunda, atların ahırında kalakalmıssın;
ölümsüzlük dünyasının padisahlarının, beylerinin safında yerin yok. Gönlün orda amma
beden üst olmus da o yüzden gönlün de bedenin buyruguna uymus, ona tutsak olup
kalmıs.
Hani Mecnun, Leylâ’nın bulundugu yere giderken aklı basında olunca deveyi o tarafa
sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ’ya daldı mı kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin
de köyde bir kösesi vardı. Fırsat buldu mu geri döner, köye giderdi. Mecnun kendine
geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin-geriye dönmüs-gitmis. Böylece
üç ay yollarda kaldı da bu deve, basıma belâ oldu diye bagırıp deveden yere atladı,
yaya olarak yürümeye koyuldu.
Siir:
Devemin dilegi geride, benim dilegim ilerde;
Dilekte onunla benim aramda ayrılık var.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Tanrı sırrını kutlasın Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik söz söyler, sohbet ederken birisi,
25
senin medhini filândan duydum dedi. Seyyid, bir göreyim, bakayım buyurdu, o filân da
kim? Kimin nesi? Beni tanıyacak, övecek bir derecede mi? Beni sözle tanıdıysa
tanımamıs demektir. Çünkü bu söz kalmaz; bu harf, bu ses kalmaz. Bu dudak, bu agız
kalmaz. Bunların hepsi de arazdır. Isimle tanıdıysa gene böyle. Yok, beni zâtımla
tanıdıysa o vakit anlarım-bilirim ki o, beni övebilir, o övüs, bana aittir, beni övüstür.
Hikâye: Bu, suna benzer hani. Derler, anlatırlar ya; padisahın biri, oglunu, yıldız, remil
bilgileriyle baska bilgileri ögrenmesi için hünerli bir topluluga vermisti. Çocuk, pek aptal
olmakla beraber bu bilgileri elde etmis, tam usta olmustu. Bir gün padisah, yüzügünü
avucuna aldı, oglunu sınamak için gel dedi, söyle bakalım, avucumda ne var? Çocuk,
avucundaki dedi, yuvarlak, sarı, ortası bos. Padisah, dogru buldun dedi, peki, söyle
bakalım, bu ne çesit bir sey, ne olabilir? Çocuk kalbur olacak dedi. Padisah dedi ki:
Akılları sasırtacak kadar ince vasıflarını bilgi kuvvetiyle bildin de kalburun avuca
sıgamayacagını nasıl bilemedin?
Simdi zamane bilginleri de böyledir iste. Bilgilerde kılı kırk yararlar, kendilerine ait
olmayan seyleri iyiden-iyiye bellemislerdir; onları iyice kavramıslardır. Fakat asıl önemli
olan, bütün bunlardan fazla kendilerine yakın bulunan, kendi varlıklarıdır;
kendi-kendilerini bilmezler. Her seye helâldir, haramdır diye hüküm verirler, bu caizdir,
o caiz degildir, su helâldir, su haramdır diye hükmederler de kendileri helâl midir, yoksa
haram mı; caiz midir, degil mi; temiz midir, pis mi; onu bilmezler.
Su içi bos olus, sarılık, sekil, yuvarlaklık, yüzün için egretidir. Yüzügü atese attın mı
bunların hiçbiri kalmaz; hepsinden arı olan özü, zâtı kalır. Iste her seyin vasfını
söylemek, bilgilere, islere, sözlere ait övüslerde bulunmak da böyledir; buna benzer;
bütün bunlardan sonra baki kalan zâtiyle ilgisi yoktur bunların. Onların övüsleri suna
26
benzer; Hep bunları söylerler, anlatırlar da sonunda, avuçtaki kalburdur hükmüne
varırlar; çünkü asıl olan seyden haberleri yoktur.
Meselâ ben kusum, duduyum, yahut bülbül. Bana, bir baska türlü öt derlerse ötemem.
Çünkü dilim, budur benim, baska türlü söz söyleyemem ben. Bu, sunun aksinedir
amma. Birisi kusların ötüsünü taklit eder, onlar gibi öter, fakat kus degildir, kusların
düsmanıdır, avcısıdır o. Öter, sakır; maksadı, kusların kendisini kus sanmalarını
saglamaktır. Ona, baska türlü seslen deseler seslenebilir; çünkü bu ötüs, onun ötüsü
degildir, egretidir onda; baska türlü ses de çıkarabilir o. Çünkü o, insanların
kumaslarını çalmak, her evden bir baska kumas göstermek için ögrenmistir bunu.
5. BÖLÜM
Dedi ki :
Bu ne lûtuftur ki Mevlânâ sereflendirdi bizi; hiç beklemezdim; gönlümden bile
geçmezdi; buna lâyık da degilim. Benim gece-gündüz el kavusturup onun
kullarının-kölelerinin safında bulunmam gerekti; halbuki ona bile lâyık degilim hâlâ. Bu
ne lûtuf?
(Mevlânâ) buyurdu ki: Bütün bunlar, himmetinizin yüceliginden. Yüce, büyük bir
dereceniz var. Agır, yüce islere koyulmussunuz. Himmetinizin yüceligi yüzünden gene
de kendinizi kusurlu görüyorsunuz; buna razı olmuyorsunuz; kendinize birçok seyleri
gerekli biliyorsunuz.
27
Gönlümüz daima tapınızda; fakat, bedenle de sereflenmeyi diledik. Fakat bedenin de
pek büyük bir itibarı var; hattâ itibarın da yeri mi? Beden, özle ortak. Özsüz beden,
nasıl bir ise yaramazsa bedensiz öz de bir ise yaramaz. Hani tohumu, kabuksuz olarak
yere ekersen bas vermez, tutmaz; fakat kabuguyla ekersen tutar, büyük bir agaç olur.
Su halde bu bakımdan bedenin de büyük bir kadri var; böyle de olması gerek zâti.
Onsuz bir is görülemez; hiçbir maksada ulasılamaz; evet, vallahi de böyledir bu. Asıl,
anlamı bilene, anlam haline gelene göre anlamdır. Hani derler ya "Iki rek’at namaz,
dünyadan da hayırlıdır, dünyadakilerden de." Amma bu, herkese göre degil; birisi olsa
da dünya yüzünde ne varsa hepsine sahip olsa, bütün dünyanın malına-mülküne
sahipken hepsi elinden çıksa, iki rek’at namazını kaçırmak, ona bundan da daha zor
gelirse iste o kisiye göredir bu.
Dervisin biri, bir padisahın yanına vardı. Padisah ona, ey zâhit dedi. Dervis, zâhit
sensin dedi. Padisah, ben nasıl zâhid olabilirim ki dedi, bütün dünya benim. Dervis,
hayır dedi, ters görüyorsun sen. Dünya da, âhiret de, bütün mal-mülk de benim, âlemi
ben zaptetmisim; bir lokmayla bir hırkayı yeter bulan sensin.
"Artık nereye dönerseniz dönün, Allah ın zâtına dönersiniz." Bu, boyuna böyledir,
tecelli hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âsıklar, kendilerini o zâta feda etmislerdir,
karsılık da istemezler. Âsıklardan baskalarıysa yayılan hayvanlara benzerler.
Buyurdu ki: Yayılan hayvanlardır amma kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar.
Ahırdadır onlar amma ahır sahibinin makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır, has
ahırına götürür. Hani önceden yoktu, onu varlıga getirdi. Varlık tavlasından cansızlar
arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler tavlasına, bitkilikten hayvanlıga,
28
hayvanlıktan insanlıgı, insanlıktan da meleklige getirdi; bunun da sonu yoktur zâti.
Bütün bunları da, onun bu çesit pek çok, birbirinden yüce tavlaları oldugunu ikrar
etmen için gösterdi. "Elbette geçeceksiniz bir halden bir hale; artık ne oluyor onlara ki
inanmıyorlar?" Bunu, ilerdeki katları ikrar etmen için gösterdim, inkâr edip var olan
budur ancak demen için degil. Bir usta, sanatını, hünerini, halkı kendisine inandırmak,
göstermedigi baska hünerlerine de ikrar edip var olan budur ancak demen için degil.
Bir usta, sanatını, hünerini, halkı kendisine inandırmak, göstermedigi baska hünerlerine
de ikrar ettirmek, inandırmak için gösterir. Hani padisah da, kendisinden daha baska
seyler de istesinler, umsunlar, bu umutlarla keseler örsünler, diksinler diye bagıslarda,
ihsanlarda bulunur. Iste bu, bu kadardır, padisah artık baska bir sey vermez; verip
verecegi budur ancak desinler diye degil. Hattâ padisah, birisinin böyle diyecegini, bu
düsünceye kapılacagını bilse ona asla ihsanda bulunmaz.
Zâhid ona derler ki isin sonunu görür, dünya ehliyse ahiri görür. Fakat Tanrıya tam
yaklasmıs arifler, ne sonu görürler, ne ahiri. Onlar, öne bakarlar da her isin baslangıcını
bilirler. Hani bilen biri bugday eker; bilir ki bugday bitecektir, bugday biçecektir o. Sonu,
önceden görmüstür. Arpa, pirinç, baska seyler eken de böyle. Madem ki önü gördü,
sona bakmaz artık; bütün sonlar, önceden malûmdur ona; fakat bunlar azdır. Sonu
görenlerse orta hallilerdir. Ahırdakilere gelince yayılan hayvanlardır.
Insana yolu gösteren derttir, hem de her iste. Insan, hangi ise koyulura koyulsun, o
isin derdi, o isin hevesi, askı, gönlünde dogmazsa adam, o ise girisemez; o is, dertsiz
kolay gelmez ona. Ister dünya olsun, ister âhiret... Ister alıs-veris olsun, ister
padisahlık... Ister bilgi olsun, ister yıldız; isterse baskası; hepsi de böyledir.
29
Meryem de dogum agrısı baslamadan baht agacının yanına gitmedi. "Dogum agrısı,
onu hurma agacının dibine sevk etti." Onu, agaca götüren o dertti de kuru agaç meyve
verdi. Beden Meryem’e benzer. Her birimizin bir Îsâ’sı var. Bizde dert meydana gelirse
Îsâ’mız dogar; fakat dert olmazsa Îsâ, geldigi o gizli yoldan gider, gene aslına kavusur;
ancak biz mahrum kalırız; faydalanamayız ondan.
Can, iç âlemde yokluk-yoksulluk içinde; tabiat dısarda nimetlere gark olmus
Seytan, yiyip içmeden mîde fesâdına ugramıs, Cemsîd’se daha sabah kahvaltısı
bile etmemis.
Mesîh’in yeryüzündeyken hastalıgını tedâvi ettir;
Mesîh göge agmaya koyuldu mu derman, elden çıkar-gider.
6. BÖLÜM
Bu söz, anlaması için söze muhtaç olan kisiyedir. Fakat söz söylenmeden de anlayan
kisiye söz söylemeye hacet mi var? Gökler, yerler, anlayan kisiye hep sözdür. Bunların
hepsi de "ol der, oluverir" sözüyle bildirildigi gibi sözden dogmustur. Yavas söylenen
sözü bile isiten kisiye anlatmaya koyulmanın, bar-bar bagırmanın ne lüzumu var? ,
Bir Arap sâiri, padisahın birinin tapısına geldi. Padisah Türk’tü, Farsça bile bilmiyordu.
Sâir, padisaha Arapça pek güzel bir kaside düzmüstü. Padisah tahtına oturmustu.
Bütün dîvan ehli huzurdaydı. Beyler, vezirler, tesrifata göre sıralanmıstı. Sâir, ayaga
30
kalktı. Getirdigi kasideyi okumaya basladı.
Padisah begenilecek yerlerde basını sallıyor, sasılması gereken yerde saskınlık
gösteriyor, gönül alçaklıgı gösterilmesi gereken yerlerde iltifatlarda bulunuyordu. Dîvan
ehli sasırdılar. Padisahımızın Arapça bir söz bile bilmezdi; tam yerinde nasıl oluyor da
basını sallıyor; yoksa Arapça biliyordu da bunca yıldır bizden mi gizliyordu; Arapça
edebe aykırı bir söz söylediysek vay bizim halimize diyorlardı..
Padisahın pek sevdigi bir kölesi vardır. Ona at verdiler, katır verdiler, mal verdiler; bir o
kadar daha vermeyi de boyunlarına aldılar. Bize su hali bildir, padisah Arapça biliyor
mu, bilmiyor mu? Tam yerinde nasıl bas sallıyordu; yoksa bu, keramet miydi, ilham
mıydı, ögren de haber ver bize dediler.
Köle bir gün fırsat buldu. Ava gitmislerdi, birçok av avlanmıstı. Padisahı memnun gördü,
hali sordu. Padisah güldü de vallahi dedi, ben Arapça bilmem; amma basımı
sallıyordum, çünkü o siirden maksadı nedir, onu anlıyordum da basımı sallıyor, anlıyor,
begeniyordum.
Artık anlasıldı ya, temel olan, maksattır, o siirse maksadın parça buçugudur; o maksat
olmasaydı o siir söylenmezdi. Maksada bakılırsa ikilik kalmaz. Ikilik,
parça-buçuklardadır; temelse birdir. Nitekim seyhlerin yolları, görünüste çesit-çesittir.
Hallerinde, sözlerinde, hareketlerinde aykırılık vardır; fakat maksat bakımından hepsi
de bir seydir; o da Tanrıyı aramaktan, dilemekten ibarettir.
Hani su konaga bir yeldir, eser, gelir. Halının bir ucunu kaldırır; kilimleri oynatır;
çer-çöpü havalandırır; havuzun suyunu zerre-zerre dalgalandırır; agaçları, dalları,
31
yaprakları oynatır. Bütün bu birbirine aykırı, çesit-çesit halleri belirtir amma maksat,
temel, gerçek bakımından hep bir seydir; çünkü hepsinin hareketi bir yeldendir.
(Biri dedi ki: Kusurumuz var. (Mevlânâ) buyurdu ki:
Kim bu düsünceye düser, ah ne haldeyim, neden böyle yapıyorum derse bu, dostluk ve
yardıma ugrayıs delilidir. "Azarlayıs kaldıkça sevgi de vardır" derler. Çünkü dostlar
azarlanır, yabancılar azarlanmaz. Amma azarlayısta da fark var. Insanı dertlendiren,
müteessir eden, akıllandıran azar, sevgiye, yardıma delildir. Insana dert vermeyen,
geçip giden azar, sevgiye delil olamaz.
Hani tozu gitsin diye halıyı döverler ya, akıllılar buna azar demezler. Fakat baba
çocugunu, adam sevdigini döverse buna azar derler; sevgi delili, böyle bir vakitte
meydana çıkar.
Su halde madem ki kendinde bir dert, bir pismanlık görüyorsun; bil ki bu, Tanrının
yardımına, sevgisine delildir. Kardesinde bir ayıp görüyorsan o ayıp, sendedir de onda
görüyorsun. Dünya aynaya benzer. Kendini onda görüyorsun sen. Çünkü "inanan,
inananın aynasıdır." O aybı kendinden gidermeye bak. Çünkü ondan incindigin zaman,
kendinden inciniyorsun demektir.
Dedi ki: Bir fili, su içsin diye bir su kaynagına götürdüler. Fil, kendini suda görüyor,
baska bir fil var sanıyor, ürküyordu. Bilmiyordu ki kendinden ürkmektedir. Zulüm edis,
kin güdüs, hasret, hırs, insafsızlık, ululuk gibi bütün kötü huylar, sende oldu mu
incinmezsin. Fakat bunları bir baskasında gördün mü ürkersin, incinirsin.
32
Bil ki kendinden ürkmedesin, kendinden incinmedesin. Insan, kendi kelliginden,
kendindeki çıbandan igrenmez; yaralı elini yemege sokar, parmagını yalar, gönlüne hiç
de tiksinti gelmez. Fakat bir baskasında küçücük bir çıban, yahut azıcık bir yara görse
onun yedigi yemekten tiksinir, o yemek, içine sinmez.
Iste kötü huylar da kelliliklere, çıbanlara benzer. Insan, bunlar kendisinde oldu mu
incinmez; fakat bir baskasında bu huyların pek azını bile görse ondan incinir, tiksinir.
Sen ondan ürküyor, kaçıyorsun ya, o da senden ürker, incinirse mâzur gör; senin
incinisin de onun için bir özürdür; çünkü sen onu görünce inciniyorsun ya, o da aynı
seyi görüyor da senden inciniyor. "Inanan, inananın aynasıdır" dedi, "kâfir, kâfirin
aynasıdır" demedi. Amma bu, kâfirin aynası yok demek degildir; onun da aynası vardır
amma aynasından haberi yoktur.
Bir padisahın gönlü daralmıstı, bir ırmak kıyısına oturmustu. Beyler, ondan ürküyorlar,
korkuyorlardı. Hiçbir suretle gülmüyordu yüzü. Bir maskarası vardı; pek yakındı ona.
Beyler onu çagırdılar. Eger dediler, padisahı güldürebilirsen sana su kadar dünyalık
veririz. Maskara, padisahın yanına gitti, fakat ne kadar çalıstı-çabaladıysa bir türlü
güldüremedi. Padisah ona bakmıyordu ki bir maskaralık yapsın da onu güldürsün;
boyuna suya bakıyor, basını kaldırmıyordu bile. Maskara, padisaha, suda ne
görüyorsun dedi. Padisah, bir kaltaban görüyorum deyince maskara, a âlemin padisahı
dedi, bu kul da kör degil ya.
Iste buna benzer hani; sen onda bir sey görüyor da inciniyorsan o da kör degil ya,
senin gördügünü o da sende görürsün.
Ona karsı iki "ben" olamaz; oraya iki "ben" sıgamaz. Sen de "ben" diyorsun, o da
33
"ben" diyor. Ya sen onun Önünde öl, ya o senin önünde ölsün de ikilik kalmasın. Fakat
o ölmez, buna imkân yok. Ne dıs âlemde ölür o, ne zihinde; çünkü "o, bir diridir ki
ölmez". Mümkün olsaydı ikilik kalksın diye senin için ölürdü de hani; bu kadar da lütfü
vardır onun. Madem ki onun ölmesine imkân yok, sen öl de o, sana tecelli etsin, ikilik
kalksın-gitsin. Iki kusu birbirine baglasan, ikisi de aynı cinstendir, iki kanat dört kanat
olmustur, fakat gene de uçamazlar; çünkü arada ikilik vardır. Fakat ölü bir kusu, diri bir
kusa baglasan diri kus uçar; çünkü ikilik kalmamıstır.
Güneste öylesine bir lütuf var ki yarasaya karsı ölür; amma buna imkân yoktur da a
yarasa der, lûtfum her seye ulasmıs, sana da ihsanda bulunmayı isterim. Sen öl; çünkü
senin ölmen mümkün. Öl de ululuk ısıgımdan faydalan, yarasalıktan çık, yakınlık
Kafdagı’nın Zümrüdüanka’sı ol.
Tanrı kullarından bir kulda bile kendisini bir dost için feda etme gücü vardır. Böyle bir
kul, Tanrıdan dostunun saglıgını istemedeydi. Tanrı kabul etmiyordu. Ses geldi, ben
onu istemiyorum dendi. O Tanrı kulu ısrar etmede, duadan vazgeçmemedeydi.
Tanrım diyordu; onun saglıgını dilemeyi gönlüme veren sensin; bu istek gitmiyor
benden. Sonunda ses geldi: Dilediginin olmasını istiyorsan basını ver, sen yok ol,
kalma, geç-git su dünyadan. O kul, Yârabbi dedi, razı oldum. Öyle yaptı, dost için
basıyla oynadı da isi oldu. Bir kulda bu lûtuf olur, bir günü bile, önü-sonu bütün dünya
ömrüne degen ömrünü feda ederse o lûtfu yaratanda böyle bir lûtuf olmaz mı? Imkân
mı var buna? Madem ki onun yok olması mümkün degil, bari sen yok ol gitsin.
Agır canlı biri geldi de (1) büyük bir kisinin (2) üst tarafına geçti-kuruldu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
34
(1) Selim Aga nüshasında kelimenin altına kırmızı mürekkeple "Seyh Seref-i Herevî" yazılmıstır
(109 a). Izzet Koyunoglu nüshasında da gene kırmızı mürekkeple "Müstevfî’nin evinde oldu.
Seyh Herevî idi." mealinde "Seyh Herevî bûd der hâne-i Müstevfî kaydı ilâve edilmistir.
(2) Selim Aga nüshasında gene alta "Çelebi Hüsâmeddîn" yazılmıstır (109 a).
Isıgın üst yanında olmuslar, yahut alt yanında olmuslar, ne farkı var onlarca? Isık
yücelik dilerse kendisi için dilemez; maksadı baskalarına fayda vermektir; baskalarının
da ısıgından faydalanmasını ister. Yoksa mum, nerde olursa olsun, ister asagıda
bulunsun, ister yukarıda, her halde de mumdur o. Mumun da yeri mi? Onlar ölümsüz
günestir.
Dünyada mevki, yücelik dilerlerse maksatları sudur: Halkta onların yüceligini görecek
göz yoktur; onlar isterler ki dünya tuzagıyla dünya ehlini avlasınlar da halk, öbür
yücelige yol bulsun, âhiret tuzagına düssün. Hani Mustafâ da Mekke’yi, baska sehirleri,
onlara muhtaç oldugundan zaptetmiyordu; herkese yasayıs bagıslamak, aydınlık
vermek, görüs lûtfetmek için zaptediyordu. "Bir avuçtur bu avuç ki vermeye alısmıstır;
almaya alısık degildir."
Onlar halkı aldatırlar amma bagısta bulunsunlar diye aldatırlar, onlardan bir sey almak
için degil. Bir adam, hileyle kusçagızları tuzaga düsürmek, onlara yemek, satmak için
tuzak kurar; buna düzen derler. Fakat bir padisah, kendindeki hünerden haberi bile
olmayan degersiz, acemi doganı tutup elinde- bileginde besleyip terbiye etmek,
yüceltmek, ona avlanmayı belletmek için tuzak kurarsa buna düzen demezler.
Görünüste düzendir amma dogrulugun, verginin, bagısın, ölüyü diriltmenin, tası lâ’l
haline getirmenin, ölü erlik suyunu insan sekline sokmanın ta kendisidir; hattâ
bunlardan da üstün bir seydir bu. Dogan, kendisini niçin tutuyorlar, bunu bir bilseydi
35
yeme muhtaç olmazdı da canla-gönülle tuzagı arardı; padisahın eline kendiligin-uçar,
konardı.
Halk, onların sözlerinin dıs yüzüne bakar da der ki: Biz, bu sözleri çok isittik. Içimiz,
kat-kat dolu bu sözlerle. "Kalblerimizde kılıf var; hayır, Allah küfürleri yüzünden lânet
etmistir onlara." Kâfirler, gönüllerimiz, bu çesit sözlerin kılıfıdır, bu sözlerle dop-doluyuz
biz derler de Tanrı, onlara cevap vererek buyurur ki: Hâsâ, gönüllerimiz bu sözlerle
degil, vesveselerle, hayallerle, ikilikle, hattâ lanetle doludur.
Çünkü "küfürleri yüzünden Allah lâ-net etmistir onlara." Keske o hezeyanlardan bos
olsaydı da bu sözlerin bir kısmını kabullenseydiler; fakat bu kabiliyet de yok onlarda.
Gözleri, bir baska renk görsün, Yûsuf’u kurt görsün; kulakları bir baska türlü ses
duysun, hikmeti saçma-sapan bir söz saysın, gönülleri bir baska renge boyansın,
vesveselerin, hayallerin yeri-yurdu olsun diye Ulu Tanrı, onların kulaklarını, gözlerini,
gönüllerini mühürlemistir. Gönülleri kısa dönmüstür; buzdan, soguktan ne varsa
derilmis, toplanmıstır gönüllerinde. "Allah, gönüllerine ve kulaklarını mühür vurmustur
ve gözlerinde de örtü var onların." Hattâ bunlarla dolu oldugunu söylemenin de yeri
mi?
Ne onlar, ne onlarla övünenler, ne de soyları-sopları, ömürleri boyunca gerçegin
kokusunu bile duymamıslardır, gerçege ait bir tek söz bile isitmemislerdir. Bir testi var,
Ulu Tanrı onu bâzı kimselere suyla dolu gösterir, onları bu suyla suvarır, kana kana
içerler. Bâzı kimselereyse bos gösterir, dudakları bile ıslanmaz. Testiden su içemeyen
ne diye sükretsin? Bu testiyi dolu gören kisi sükreder.
Ulu Tanrı, "Allah Âdem’in balçıgını kırk gün yogurdu" hükmünce onu düzdü-kostu, bunca
36
zaman yeryüzünde kala-kaldı. Lânet olasıca Iblis, yere inmisti. Âdem’in kalıbına
rastladı. O kalıba girdi, damarlarında döndü-dolastı; iyice seyretti; kanla dolu olan
damarlarını, sinirlerini, hıltlarını gördü. Dedi ki: Ars ayagında görmüstüm, bir Iblis
yaratılacak diye yazılıydı. Eyvahlar olsun, sasarım dogrusu Iblis bu degilse; olsa-olsa
budur mutlaka.
Esenlik size dedi de kalktı (Mevlânâ).
7. BÖLÜM
Atabek’in oglu geldi. (Mevlânâ) buyurdu ki: Baban boyuna Tanrıyla mesgul, inançı da
üstün; bu, sözünden anlasılıyor. Bir gün Atabek dedi ki: Rum kâfirleri, Tatar’a kız
verelim de din bir olsun; su yeni din, su Müslümanlık ortadan kalksın dediler. Dedim ki:
Bu din, ne vakit bir olmus ki? Daima ikiydi, üçtü. Dindarların arasında da boyuna savas
vardı, öldürme vardı. Dini nasıl olur da bir yapabilirsiniz siz?
Mevlânâ bu hususta birçok faydalı seyler söyledi de dedi ki:
Din orda, yâni kıyamet kopunca âhirette bir olur. Fakat burada, dünyada buna imkân
yoktur. Çünkü burada herkesin bir dilegi var, herkes bir baska havada; bu, burada
birlige imkân vermez. Fakat kıyamette olur; çünkü herkes bir olur, bir yere bakar, bir
sey duyar, bir sey söyler.
Insanda birçok seyler vardır. Fare vardır, kus vardır. Kimi olur, kus, kafesi yüceye
agdırır; kimi olur, fare, asagıya çeker. Insanda yüz binlerce birbirine aykırı canavarlar
37vardır. Ancak oraya giderlerse fare, fareligi bırakır, kus, kuslugundan geçer; hepsi de
bir olur-gider.
Çünkü istenen sey, ne yücelerdedir, ne asagılarda. Istenen meydana çıktı mı ne
yukarıya uçar insan, ne asagıya iner. Birisi bir sey kaybetse sagı-solu arar, önde-ardda
aranır. Fakat onu buldu mu ne yukarıyı arar, ne asagıyı; ne solda arar, ne sagda; ne
önde arar, ne ardda; her yan derilir, bir yerde toplanır-gider.
Kıyamet gününde de herkesin görüsü bir olur; herkes bir dili söyler, bir sözü duyar, bir
seyi düsünür. Hani on kisinin bir bagı, yahut dükkânı olsa, onu da ortak olsa sözleri de
bir olur, dertleri de; oyalandıkları sey de birdir.
Istenen bir kimsedir. Bu yüzden kıyamet gününde de herkesin isi Tanrıya düser de
herkes bir olur-gider. Bu bakımdan dünyada herkes, bir baska isle ugrasır. Birisi kadın
sevgisine düser, öbürü mal sevdasına. Biri kazanca düser, öbürü bilgiye. Herkes,
dermanım, zevkim, hoslugum, rahatım ondadır der, buna inanır. Bu, Tanrının bir
rahmetidir. Insan diledigi, aradıgı seye yönelir; fakat bulamayınca geri döner. Bir an
durur, düsünür de der ki: O zevk, o rahmet, aranası bir sey; galiba iyi aramadım, tekrar
arayayım. Gene arar, fakat-bulamaz. Böyle aranır-dururken ansızın rahmet, perdesiz
olarak yüz gösterir. Ondan sonra anlar bilir ki yol, o degilmis.
Fakat Ulu Tanrının öylesine kulları da vardır ki kıyametten önce de böyledir onlar,
gerçegi görür-dururlar. Tanrı yüzünü, özünü ululasın. Ali, buyurur ki: "Perde açılsa da
yakıynim artmaz." Yâni "kalıbı kaldırsalar, kıyamet belirse, gene yakıynim
ziyadelesmez."
38
Bu, suna benzer hani: Bir topluluk, kap-karanlık bir evde her biri bir yana yüz tutup
namaz kılsa gündüz olunca, yüzlerini kıbleden baska bir yana çevirmis, o yana namaz
kılmıs olanların hepsi de namazlarını kaza ederler; fakat geceleyin yüzünü kıbleye
tutan, kıbleye yönelip namaz kılan, ne diye kaza etsin? Zâten hepsi de onun döndügü
tarafa dönecekler.
Su halde su gece çagında ona yüz tutan, ondan baskasından yüz çeviren kullar var ya,
kıyamet, onlarca ap-açık meydandadır, kopmus-gitmistir zâten. Sözün sonu yoktur;
fakat isteyen ne kadar isterse o kadar iner. "Hiçbir sey yoktur ki hazineleri katımızda
olmasın, fakat onu, ancak bilinen bir miktarda indiririz."
Hikmet yagmura benzer. Madeninde sonsuzdur, fakat ne kadar gerekse o kadar
yagar. Kısın, baharın, yazın, güzün, miktarınca; baharın biraz daha çok, yahut az.
Amma geldigi yerde sonsuzdur o. Sekerciler sekeri, eczacılar ilâcı kâgıda korlar. Fakat
seker, kâgıtta oldugu kadar degildir. Sekerin madenleri, ilâçların madenleri sonsuzdur;
kâgıda nerden sıgacak?
Hani kınamıslardı da Tanrı esenlik versin ona, Kur’ân Muhammed’e neden âyet-âyet
iniyor da sûre-sûre inmiyor demislerdi. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin ona, Mustafâ
buyurdu ki: Bu ahmaklar ne söylüyorlar? Bana tam olarak birden inseydi
yanar-giderdim, kalmazdım ki. Çünkü bilip anlayan, azdan çogu anlar, bir seyden birçok
seyleri, bir satırdan defterleri.
Bu, suna benzer: Bir topluluk oturmus, bir hikâye dinliyordu. Içlerinden biri, anlatılanı
tam olarak biliyordu, olayın içinde bulunmustu o. Bir isaretten olayın hepsini anlıyordu.
Sararıyordu, kızarıyordu, halden hale giriyordu. Baskaları, duydukları kadar anlıyordu,
39
çünkü o hallerin hepsini bilmiyorlardı ki. Fakat bilen, o kadarından pek çok sey
anlamıstı.
Geldik sözümüze: Evet, aktarın yanına geldin mi, sekeri çoktur amma kaç parayla
geldin, ona bakar, o kadar seker verir. Burada da gümüs para, himmettir, inançtır.
Inanç ve himmet miktarınca artar-durur söz. Seker almaya geldin mi çuvalına bakarlar,
ne kadarsa o kadar tartarlar; bir kile, yahut iki kile verirler.
Fakat adam, tutmus da deve katarları getirmisse, birçok çuvallarla gelmisse kilecilerin
gelmelerini buyururlar. Çünkü bu is uzun sürecek, çabuk savulmayacak, kileci gerek
derler; kilecileri getirirler. Böylece bir insan vardır; ona denizler bile yetmez; bir insan
da vardır, birkaç katre yeter ona; fazlası ziyan verir.
Bu, yalnız anlam, bilgiler, hikmet âleminde böyle degildir. Mallarda-mülklerde,
altınlarda, madenlerde hep böyledir. Hepsi de sınırsızdır, sonsuzdur; fakat adamına
göre sunulur. Çünkü insan, fazlasına dayanamaz; deli-divâne olur.
Görmez misin Mecnun’u, Ferhat’ı, onlardan baska âsıkları? Bir kadının askı yüzünden
daglara-ovalara düstüler. Çünkü onlara, dayanamayacakları kadar istek sunuldu.
Görmez misin Firavun’u? Ona fazla mal-mülk sunuldu, Tanrılık dâvasına giristi. "Hiçbir
sey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın." Iyiden-kötüden hiçbir sey yoktur ki
katımızda, haznemizde sonsuz defineleri bulunmasın; fakat herkese, dayanacagı kadar
göndeririz, çünkü uygun olanı da budur.
Evet, bu adam inanmıstır, fakat inanç nedir, onu bilmez. Çocuk da ekmege inanmıstır
amma inandıgı nedir, onu bilmez ya, tıpkı onun gibi iste. Bitkiler de böyledir. Agaç,
40
susuzluktan sararır-solar, kurur; fakat susuzluk nedir, bilmez. Insanın varlıgı bir
bayraga benzer. Önce bayragı dikerler; sonra akıl, anlayıs, kızıs, öfke, yumusaklık,
lütfedis, korku, umut gibi sayısını ancak Tanrının bildigi sonsuz huylardan meydana
gelmis orduları, her yandan, o bayragın altına gönderirler. Uzaktan bakan, yalnız
bayragı görür; fakat yakından bakan, bayragın altındaki toplulugu da görür. Yâni
gaflette olan, ancak su bedeni görür, bilense bakınca onda ne inciler-mücevherler var,
ne anlamlar var, anlayıverir.
Birisi geldi. (Mevlânâ) dedi ki: Nerdeydin Özlemistik, neden geciktin?
O zat, böyle rastladı dedi. (Mevlânâ) bizde dedi, dua ediyorduk, bu rast gelis
dönsün-gitsin, kalksın aradan. Ayrılık getiren rastlayıs gerekmez. Evet, vallahi her sey
Tanrıdandır amma Tanrıya göre iyidir; bize göre degil. Hani su dervisler söylerler, her
sey iyidir derler ya, dogru söylerler. Her sey Tanrıya göre iyidir, olgundur; fakat bize
göre degil.
Zina etmek, namaz kılmamak, namaz kılmak, kâfir olmak, Müslüman olmak, Tanrıya
es-ortak tanımak, Tanrıyı bir, essiz-ortaksız bilmek... Hepsi de Tanrıya göre iyidir; fakat
bize göre zina etmek, dogrulukta bulunmak, kâfir olmak, Tanrıya es-ortak tanımak,
kötüdür; namaz kılmak, hayırlarda bulunmak iyidir; Tanrıya göreyse hepsi de bir.
Nasıl ki bir padisahın mülkünde, zindan da var, daragacı da var; elbise de verir,
mal-mülk de ihsan eder; maiyetinde adamlar da bulunur; dügün-dernek de olur,
zevk-nes’e de; davul da vardır, bayrak da... Hepsi vardır, hem de padisaha göre hepsi
iyidir. Hani elbise vermek, onun saltanatının yüceligindendir ya;daragacı, zindan,
öldürüs de saltanatının yüceligindendir. Ona göre hepsi de olgunluktur; fakat halka
41
göre elbise vermekle daragacına çekmek, nasıl olur da bir olur?
8. BÖLÜM
Çaçaoglu, namazdan daha üstün nedir diye sordu.
(Mevlânâ), bir kere dedi, namazın canı namazdan üstündür diye bu soruya cevap
vermistik, etraflıca anlatmıstık, ikinci cevap da su:
Iman namazdan üstündür. Çünkü namaz, bes vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir
farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi caizdir; burada da imanın namazdan
bir üstünlügü var; çünkü iman hiç bir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız
imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi. Her
dinin namazı bir baska çesittir; fakat hiçbir dinin imanı degismez.
Namazın sekilleri, kıblesi, baska seyleri degisebilir; daha baska farklar da var;
dinleyenin zevkine, özleyisine göre meydana çıkar. "Hiçbir sey yoktur ki onun hazineleri
katımızda olmasın, fakat onu, ancak bilinen miktarda indiririz. "Dinleyen, hamur
yoguranın önündeki hamura benzer; söz de suya benzer. Hamura, ne kadar su
gerekse o kadar su döker.
Siir:
Gözüm, bir baskasına bakıyorsa ne yapayım ben?
42
Kendinden sikâyetlen; çünkü onun ısıgı sensin.
Gözüm baskasına bakıyor, yâni baska bir dinleyen arıyor senden baska; ne yapayım
ben, gözümün ısıgı sensin. Sen, senligindesin, kendinden, varlıgından kurtulmamıssın
ki aydınlıgın yüz bin kat artsın.
Hikâye: Bir adam vardı, pek arıktı, pek asagılıktı; bir serçe kusuna benzerdi, gözlere o
kadar küçük görünürdü. Onu görmeden, çirkinliklerinden arılıklarından sikâyet eden
asagılık kisiler bile onu gördüler mi, Tanrı’ya sükrederlerdi. Bütün bununla beraber
padisahın divanında vezirin yüzüne karsı sert sözler söylerdi, büyük lâflar ederdi.
Vezir, bu yüzden dertlenir, fakat hazmederdi. Sonunda bir gün vezir kızdı; ey divan
ehli, bu olmayasıca, onmayasıca herifi ben tuttum, topraktan kaldırdım,
besledim-gelistirdim. Bizim, bizim atalarımızın ekmegiyle, nîmetiyle, bizim soframızda
adama döndü de yüzümüze karsı bu çesit sözler söyleyecek bir dereceye geldi diye
bagırdı. Adam sıçrayıp kalktı da a divan ehli, a devletin büyük adamları , a devletin
direkleri dedi; dogru söylüyor. Onun ve atalarının nimetiyle, artık ekmegiyle beslendim,
büyüdüm de sonunda böyle asagılık bir hale geldim, böylesine rezil-rüsvây oldum iste;
baska birinin ekmegiyle nimetiyle beslenseydim belki yüzüm de, boyum-posum da,
degerim de bundan iyi olur, bundan üstün olurdu; o beni yerden kaldırdı amma ben,
boyuna "keske toprak olsaydım" deyip durmadayım; bir baskası beni topraktan
kaldırsaydı belki böyle maskara olmazdım.
Simdi, Tanrı eri tarafından terbiye edilen mürîdin canı kanatlanır. Fakat bir müzevvir, bir
gösterisçi tarafından terbiye edilen ondan bilgi belleyen, terbiyeyi, savasmayı ondan
ögrenen, canı onun yüzünden sararıp solan kisi, tıpkı onun gibi asagılık, arık, bunalmıs,
43
gamlı bir hale gelir, iskillerden kurtulamaz, duyguları noksan kalır. "Onlar ki inanmazlar,
dostları seytandır onların, onları ısıktan karanlıklara çıkarır." Canı, gizli seyleri
görsün-göstersin diye bütün bilgileri, insanın mayasına katmıs, o mayayı öyle
yogurmus. Hani arı-duru su, dibinde tas mı var; çakıl mı, baska sey mi, ne varsa,
yüzünde de ne yüzüyorsa hepsini gösterir ya; bu, sonradan bir sey yapılarak suya
verilen egreti bir hal degildir, onun temelinde, aslında vardır bu, yaratılıstan verilmistir
ona; fakat su toprakla, yahut baska renklerle bulandı mı o hâssa, o hüner , ondan
ayrılır, onu unutur-gider.
Iste Ulu Tanrı, bulanmıs, bir baska renge girmis küçük sular, onlara karıstı mı,
bulanıklıklarından kurtulsunlar, o egreti renkten halâs olsunlar diye peygamberleri,
erenleri, arı-duru ulu sular gibi gönderdi.
Küçük su, kendisini arı-duru görünce hatırına gelir, önce böyle arı-duruydum gerçekten
de der; bilir ki bulanıklıklar da egretiymis, renkler de egreti. Bu egreti seylere
ugramadan önceki halini hatırlar da "bu bir sey ki, bundan önce de bununla
rızıklanmıstık biz" der.
Su halde peygamberlerle erenler, insana önceki hali hatırlatırlar, mayasına yeni bir sey
eklemezler insanın. Simdi büyük suyu bilip tanıyan, ben ondanım, onunum diyen her
bulanık su, akar, ona kavusur, karısır-gider.
Fakat büyük suyu tanımayan, onu kendisinden baska gören, kendi cinsinden baska bir
cinsten sanan bulanık su, renklerle, bulanıklıklara sıgınır; sonunda da ona karısmaz;
denizden uzak mı, uzak düser.
44
Hani (Peygamber) buyurmustur ya: "Canlardan, bilisenler uyusurlar; bilmeyenler,
hoslasmayanlar aykırılıga düser." Onun gibi iste. Gene bunun için (Tanrı) buyurmustur:
"And olsun ki, size, sizden bir peygamber geldi."
Yâni ulu su, küçük suyun cinsindendir, ondandır, onun mayasındandır. Küçük su, ulu
suyu kendinden görmüyor, onu inkâr ediyor, tiksiniyor ondan ya, bu d
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Empty
MesajKonu: Geri: Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1   Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Icon_minitimeSalı Ağus. 24, 2010 10:09 am

46
Su günesi görüyorsun ya, hani onun ısıgıyla yol yürüyoruz, görüyoruz, iyiyi kötüden
ayırt ediyoruz; onunla ısınıyoruz; agaçlar, baglar-bahçeler meyve veriyor; ham
meyveler, eksi, acı meyveler, onun ısısıyla oluyor, olgunlasıyor, tatlılasıyor; altın,
gümüs, lâ’l, yakut madenleri, onun tesiriyle oluyor, türlü sebeplerle bunca faydalar
veren su günes, daha yakına gelse hiç bir fayda vermez; hattâ bütün dünya, bütün
halk yanar-gider, bir seycik kalmaz. Ulu Tanrı daga, örtüyle-perdeyle görününce dagı,
agaçlarla, güllerle, yesilliklerle dolduruyor,süslenmis-bezenmis bir hale sokuyor;, fakat
örtüsüz-perdesiz göründü mü, onu alt-üst ediyor, zerre-zerre parçalayıp gidiyor.
"Rabbi, daga göründü mü onu param-parça etti."
Birisi, kısın da aynı günes yok mu diye sordu (Mevlânâ) dedi ki:
Bizim koyundan bahsedisimiz, örnek getirmektir; maksadımız budur. Yoksa orda ne
koyun vardır, ne deve. Örnek baskadır, denk-esit olus baska. Akıl, onu çabasıyla
anlayamaz; anlayamaz amma çabasından da ne vakit kurtulur akıl? Çabasını bırakırsa
akıl degildir o. Anlasılmaz, anlamaya imkân yoktur amma akıl, ona derler ki
gece-gündüz, o tek sevgiliyi anlamak için düsüncelere dalar, çalısır-çabalar,
kıvranır-durur, kararsız bir hale düser.
Akıl, pervaneye benzer, sevgiliyse mum gibidir. Pervane, kendini muma vurur, yakar,
helak olur-gider; fakat pervane de ona derler ki o yanıstan zarar görse, elemlere
düsse bile muma dayanamasın; kendisini atsın-gitsin. Bir yaratık olsa da pervaneye
benzese, fakat mumun ısıgına dayansa, kendisini ona atıp yakmasa o yaratık, pervane
degildir.
Pervane de kendisini mumun ısıgına vursa da o ısık pervaneyi yakmasa ona da mum
47
demezler. Su halde Tanrıya dayanan, ona ulasmak için çalısıp çabalamayan kisi, insan
degildir; fakat Tanrıyı anlar-bilirse o bilinen-anlasılan da Tanrı degildir. Insan ona derler
ki çalısıp çırpınır, Tanrının ululuk ısıgının çevresinde rahatı-kararı kalmaz.Tanrı da odur ki
insanı yakar-yandırır, yok eder-gider, fakat hiçbir akıl, onu anlayamaz.
10. BÖLÜM
Pervâne dedi ki: Mevlânâ Bahâeddin, Hudâvendgâr yüz göstermeden önce, Mevlânâ,
bunun için Emir benim ziyaretime gelmesin, yorulup zahmet çekmesin; çünkü bizim
türlü-türlü hallerimiz vardır. Bir hale düser, söz söyleriz de, bir hale ugrar, söz
söyleyemeyiz; bir halimiz olur, halkla ilgileniriz; bir halimiz olur, yalnızlıga çekiliriz; bir
halimiz de olur ki dalar-gideriz, sasırır-kalırız; olur ya, Emîr, ben öyle bir haldeyken gelir
ki gönlünü alamayız; onunla konusmaya, ona Ögüt vermeye gücümüz yetmez; onun
için su daha iyi: Dostlarla oyalanmaya, onları faydalandır maya, gücümüz olursa biz
gideriz, dostları ziyaret ederiz buyurmustu diye özür getirdi.
Emîr, Mevlânâ Bahâedin’e cevap verdim de dedim ki dedi: Ben, Mevlânâ benimle
mesgul olsun, benimle konussun diye gelmiyorum ki; onunla seref bulayım, kullarının
arasına katılayım diye geliyorum. Simdicek oluveren olayların biri su: Mevlânâ diyelim kî
mesguldü, yüzünü göstermedi, uzun bir zaman beni bekletti. Bu bekletis, Müslümanlar,
iyi kisiler, benim de kapıma gelince onları bekletirim, tez yol vermem, bunun bu kadar
güç, bu kadar zor oldugunu bilmem içindir; Mevlânâ, baskalarına bu çesit
davranmamam için beni terbiye etti.
Mevlânâ, (bu sırada gelip) buyurdu ki:
48
Hayır, sizi bekletmem, lütfûn da kendisidir. Hani anlatırlar ya, Ulu Tanrı, a kulum
buyurur; duâya koyulup feryâda basladın mı istegini tez yerine getirirdim; fakat senin
ah etmen, feryât etmen, hosuma gidiyor; onun için geciktiriyor, duânı tez kabul
etmiyorum; fazla feryât etmeni istiyorum; çünkü sesin, feryâdın hosuma gidiyor.
Meselâ bir adamın kapısına iki yoksul gelse, birisi, sevilir, istenir biri olsa, öbürü de hiç
hosa gitmez biri bulunsa ev sahibi, kölesine, tez, durup dinlenmeden o hosuma
gitmeyen herife bir ekmek parçası ver de çekilip gitsin der. Sevileneyse vaatlerde
bulunur; daha ekmek pismedi, dayan da ekmek pissin der.
Çok defa gönlüm ister ki dostları göreyim, onları doya-doya seyredeyim; onlar da beni
doya-doya görsünler. Burada iyi öze sahip dostlar, birbirlerini iyiden-iyiye görürlerse o
dünyada toplandıkları vakit bildiklik, tanısıklık, pekismis olacagından birbirlerini gene
tanırlar, bilirler de dünya yurdunda da beraberdik biz derler, birbirlerine bir hosça
sarılırlar; bagdasırlar; çünkü insan, dostunu tez kaybeder.
Görmez misin ki bu dünyada birisiyle dost olursun, sevgili dersin ona; gözünde bir
Yûsuf kesilmistir o. Fakat bir kötü is yüzünden silinir-gider; onu kaybedersin; Yûsuf luk,
kurtluga, dönüverir; önceden Yûsuf gördügünü simdi kurt seklinde görürsün.
Görünüsü de degismemistir, neyse gene odur o; fakat su bir tek egreti hareket
yüzünden onu yitirdin-gitti. Halbuki yarın, bir baska türlü toplanıs belirecek; onun özü
de bir baska öze dönecek. Onu iyi tanımazsan, özüne iyiden-iyiye dalmazsan nasıl
tanıyabilirsin onu?
Hâsılı insanların birbirlerini iyiden iyiye görüp tanımaları, her adamda egreti olan iyi ve
kötü huyları bir yana bırakıp özlerine dikkat etmeleri, özlerini iyiden-iyiye görüp
49
bilmeleri gerek. Çünkü insanların birbirlerine naklettikleri su vasıflar, insanın asıl
vasıfları degildir.
Hani bir hikâye söylemislerdir: Birisi, ben filân adamı iyi tanırım, onun huyunu-husunu
anlatayım size der. Buyur derler. Der ki: Benim seyisimdi, iki kara öküzü vardı. Simdi,
halkın, filân dostu gördük, onu tanırız demeleri de bunun gibidir. Söyledikleri her söz,
gerçekte, iki kara öküzü vardı diyenin hikâyesidir âdeta. O anlatıs, onu anlatıs
degildir;- o anlatıs, hiçbir ise yaramaz. Simdi insanın iyi-kötü, isledigi isleri bir yana
bırakmak, özüne dalmak, nasıl bir özü var, ne çesit bir mayası var, onu anlamak, bilmek
gerektir; zâten görmek, bilmek de budur.
Sasarım insanlara; erenler, âsıklar, yeri-yurdu olmayan, sekli bulunmayan,
neligi-niteligi de olmayan âleme, neliksiz-niteliksiz âlemine nasıl âsık olurlar, nasıl o
âlemden yardım görürler, güç-kuvvet bulurlar, o âlemin tesiri altında kalırlar derler.
Halbuki kendileri de gece-gündüz o âleme girerler. Bir adam, bir adamı sever, ondan
yardım görür. Bu yardımı onun lûtfundan, ihsanından, bilgisinden, anısından,
düsünüsünden, onun nes’esinden, gamından elde eder.
Bütün bunlar da mekânsızlık âlemindedir. O, soluktan soluga bu anlamlardan yardıma
ulasır, bunların tesiri altında kalır da buna sasmaz; fakat tutar, erenler, âsıklar
mekânsızlık âlemine nasıl âsık olurlar, o âlemden nasıl yardım görürler diye sasırır-kalır.
Bir filozof vardı; bu anlamı inkâr ederdi. Bir gün hastalandı, elden çıktı. Hastalıgı
uzadıkça uzadı. Tanrı hikmetini elde etmis bir er, filozofun halini-hatırını sormaya gitti;
50
filozofa, ne istiyorsun, dedi. Filozof, saglık istiyorum dedi. Eren, su saglıgın sekli ne
biçim, söyle bakalım, nasıl sey bu saglık... Arılayayım da elde edeyim dedi.
Filozof, saglıgın sekli yoktur deyince eren, madem ki dedi sekli yok, o
neliksiz-niteliksizdir, onu nasıl isteyebiliyorsun? Söyle bakalım, saglık nedir? Filozof,
sunu bilmiyorum ki dedi, saglık gelince güç-kuvvet elde ederim, sismanlar-gelisirim;
betim-benzim ap-ak, al-al olur; açılır-nes’elenirim; tazelesir-giderim. Eren, ben dedi,
senden saglıgın kendisini soruyorum; saglık ne biçim seydir? Filozof, bilmiyorum dedi,
neliksiz-niteliksiz. O er, Müslüman olur, önceki yolunu-yordamını bırakırsan sana ilâç
veririm, saglamlastırır, iyilestiririm, saglıgı ulastırırım sana dedi.
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin Mustafâ’dan, su anlamlar neliksiz-niteliksiz amma
görünen sekiller vasıtasıyla insan, o anlamlardan faydalanabilir mi diye sordular.
Buyurdu ki:
Iste buracıkta gökyüzü, yeryüzü... Su sekil yüzünden o tüm anlamdan faydalan. Dönüp
duran gökyüzünün tesirlerini, bulutların, vaktinde yagmur yagdırdıgını, yazı-kısı,
zamanın degismesini görüyorsun; hepsi de dogru-düzen, hepsi de bir hikmete
dayanmada.
Su cansız bulut, ne bilir vaktinde yagmur yagdırmayı; su yeryüzünü görüyorsun, bitkiyi
nasıl kabulleniyor, bire nasıl on veriyor; elbette bunları birisi yapıyor; onu gör, su
dünya vasıtasıyla ondan yardım elde et; hani insanın da kalıbını görüyor, anlamından
yardım elde ediyorsun ya; dünya vasıtasıyla de dünyanın anlamından yardıma er.
Peygamber esridi, kendinden geçti de söz söylemeye basladı mı, "Allah dedi ki" derdi.
51
Halbuki görünüste onun dili söylüyordu. Fakat o, arada yoktu; gerçekte söyleyen,
Tanrıydı. Fakat o evvelce kendini görürdü; bu yüzden de bu çesit söz söylemeyi
bilmez-anlamazdı; böyle sözlerden haberi bile yoktu.
Simdiyse ondan böyle sözler doguyor, biliyor ki evvelki varlıgı yoktur; bu, Tanrının
tasarrufudur. Nitekim Tanrı esenlikler versin, Mustafâ, kendinden bu kadar bin yıl
önceki insanlardan, gelmis-geçmis peygamberlerden, tâ dünyanın sonuna dek olacak
seylerden; Ars’tan, Kürsî’den, varlıktan-yokluktan bahsediyordu; halbuki varlıgı, dünkü
varlıktı; onun, sonradan meydana gelen bu dünkü varlıgı, bunları söylemiyordu.
Sonradan meydana gelen, evveline evvel olmayandan nasıl haber verir; su halde
anlasıldı ki o söylemiyor, Tanrı söylüyor. "Kendi dileginden söz söylemez; söyledigi,
ancak kendisine vahyedilen sözdür." Tanrı, sesten, harften münezzehtir.
Tanrının sözü, harften, sesten dısarıdır. Fakat sözünü de, diledigi her harften, her
sesten, her dilden akıtır-gider. Hani yollarda, kervansaraylarda havuz baslarına tastan
bin insan, yahut bir kus yaparlar; o heykellerin agızlarından su akar, havuza dökülür.
Bütün akıllılar bilirler ki o su, tastan yapılma kusun agzından gelmiyor, bir baska yerden
geliyor. Bir adamı tanımak istersen söze getir, konustur. Konusmaya basladı mı, onu
anlar-tanırsın. Bir yankesici olsa, birisi de ona, adamı sözünden tanırlar dese,
anlasılmaması için mahsustan söz söylemez; söylemekten çekinir.
Hani bir hikâye vardır: Bir çocuk, ovada annesine, kapkara gecede bana, dev gibi koca
bir karartı görünüyor, pek korkuyorum der. Annesi korkma der, onu gördün mü yürekli
bir halde saldır üstüne, görür-anlarsın ki bir hayaldir o.
52
Çocuk, peki anne der; o kara seye de anası bu çesit bir tenbihte bulunduysa ne
yaparım ben? Ona da annesi, konusma da anlamasınlar seni dediyse nasıl
anlarım-tanırım onu ben? Annesi, onun karsısında sus, kendini ona ver, dayan. Olur ya,
belki agzından bir söz çıkar; çıkmasa bile senin agzından, istemeden bir söz çıkar,
yahut da hatırına bir söz gelir, aklında bir düsünce bas gösterir; o düsünceden, o
sözden, onun halini anlarsın. Çünkü onun tepkisi altında kaldın ya; aklına gelen söz,
içinde beliren o düsünce, onun, ondaki hallerin sana vurusudur der.
Seyh Serrezî, mürîtlerinin arasında oturmustu. Mürîdin birinde kebap olmus bas istahı
belirdi. Seyh, filâna kebap olmus bas getirin diye emir verdi. Dediler ki: A seyh, onun
kebap olmus bas istedigini ne bildin? Seyh dedi ki: Otuz yıldır ki bende istek
kalmamıstır; kendimi bütün isteklerden arıttım, hepsinden de münezzehim; ayna gibi
tertemizim, safım. Hatırıma kebap olmus bas geldi; kebap olmus bası içim çekti; bildim
ki bunu isteyen filândır. Aynada hiçbir sekil yoktur, bir sekil görünürse aynadan
degildir, bir baskasındandır o.
Bir aziz, bir istegini elde etmek için çileye girmisti. Ona, böyle bir yüce istek, çileyle elde
edilemez- çileden çık da ulu bir erin bakısı sana düssün, istegini elde et diye bir ses
geldi. Eren, o ulu eri nerde bulayım dedi. Camide dediler. Bunca kisinin arasında nasıl
tanıyayım, hangisidir dedi. Dediler ki: Git, o seni tanır, sana bakar; bunu da söyle
anlarsın: Bakısı sana düstü mü, ibrik elinden düser, kendinden geçersin; anlarsın ki
sana bakmıstır.
Öyle yaptı; eline içi suyla dolu bir ibrik aldı, mescitteki topluluga su sunmaya basladı.
Safların arasından geçerken ansızın onda bir hal belirdi; bir nâra attı; ibrik elinden
düstü, kendinden geçti; bir bucakta kala-kaldı. Herkes gitti. Kendisine gelince
53
yapa-yalnız oldugunu gördü. Kendisine bakan padisahı orda görmedi amma maksadına
da eristi.
Tanrının öyle erleri vardır ki pek yüce olduklarından, Tanrı da onları kıskandıgından
halka yüz göstermezler; fakat dileyenleri, pek büyük dileklere kavustururlar; onlara
ihsanlarda bulunurlar. Bu çesit ulu padisahlar, hem pek azdır, hem pek nazlı olurlar.
Sizin yanınıza geliyorlar mı o büyükler dedik. Dedi ki:
Bizim yanımız kalmamıs ki. Nice zamandır ki ne yanımız var, ne önümüz. Geliyorlarsa
inandıkları, düsüncelerinde yarattıkları varlıga geliyorlar, Isa’ya, evine gelecegiz
dediler. Dedi ki: Dünyada bize ev nerde, ne vakit evimiz olabilir ki?
Anlatmıslardır hani, Tanrı esenlik versin, Isâ, bir ovada geziyordu. Derken bir sagnaktır,
tutturdu. Isâ, bir karakulagın inine girdi, yagmur dininceye dek orda kalmak üzere inin
bir bucagına sıgındı. Senin yüzünden karakulagın yavrucakları huzursuz bir hale geldi,
karakulagın yavrularının evi var da Meryemoglu’nun evi yok; karakulagın yavrusuna
bile bir sıgınak, bir yer-yurt var da Meryemoglu’nun ne sıgınagı var, ne yeri-yurdu, ne
evi-barkı.
Mevlânâ buyurdu ki:
Karakulak yavrusunun evi var, fakat böylesine bir sevgilisi yok ki onu evden sürsün,
çıkarsın. Senin, seni evden sürüp çıkaran böylesine bir sevgilin varken evin yokmus, ne
korkun var. Böylesine bir sürüp çıkaranın lûtfuna-ihsanına, böyle bir agır elbiseye lâyık
54
oldun; bu lütuf sana mahsus oldu; artık onun seni sürüp çıkarması, yüzlerce milyon
göge, yere, ahrete, Ars’a, Kürsî’ye deger; hattâ daha da artıktır bu lütuf, daha
üstündür bunlardan.
Buyurdu ki:
Emîr geldi, biz de tezcek görünmedik ya; hatırının kalmaması gerektir. Çünkü bu
gelisinden maksadı, ya bizi agırlamaktı, ya kendini agırlamak. Bizi agırlamaya geldiyse
fazla oturdu, bizi bekledi, böylece de bizi fazla agırlamıs oldu; maksadı da yerine geldi.
Yok, maksadı kendini agırlamaksa, sevaba girmekse fazla beklediginden, bekleyis
zahmetini fazla çektiginden fazla sevaba girdi. .Hâsılı su iki halde de maksadı neyse
maksadına kat-kat eristi, fazlasıyla diledigini elde etti. Bu yüzden gönlünün hos olması,
sevinmesi gerekir.
11. BÖLÜM
Hani "Gönüller görür -görüsür" derler ya; bir laftır, bir sözdür, bir hikâyedir;
söyler-dururlar amma onlara da anlamı açılmamıstır; yoksa söze ne hacet vardı? Gönül
tanıklık ettikten sonra dilin tanıklıgına ne hacet?
Emîr Nâip dedi ki:
Evet, gönül tanıklık veriyor amma gönlün aldıgı ayrı bir tat var, kulagın aldıgı ayrı bir
tat, gözün aldıgı ayrı bir tat, dilin aldıgı ayrı bir tat. Daha fazla fayda elde etmek için her
birine ihtiyaç var.
55
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Gönül dalar-batarsa hepsi, onunla yok olur-gider, dile ihtiyaç kalmaz. Sevgisi, Tanrı
sevgisi degildi; bedene, nefse aitti; Leylâ da balçıktan yaratılmıstı; fakat bu sevgi,
Leylâ’nın sevgisi, Mecnûn’u öylesine bir almıstı, Mecnûn, o sevgiye öylesine bir dalmıstı,
batıp gitmisti ki Leylâ’yı gözle görmeye de muhtaç degildi; sözlerini kulakla duymaya da
muhtaç degildi. Leylâ’yı, kendisinden ayrı görmüyordu ki.
Hayalin gözümde, adın agzımda;
Anısın gönlümde; nereye mektup yazayım?
Simdi bedene ait sevgide bile bu güç-bu kuvvet oluyor, âsıgı bir hale getiriyor ki
kendisini, sevgiliden ayrı göremiyor; duyguları hep onda gark olup gidiyor; gözü,
kulagı, burnu, baska âzasından hiçbiri, ayrı bir tat istemiyor, hepsini bir yerde
toplanmıs görüyor; hepsini bir yerde hazır buluyor. Su söyledigimiz uzuvlardan bir
tanesi, tam bir zevk duydu mu, hepsi de onun zevkine dalıp-gidiyor, baska bir zevk
istemiyor.
Bir duygunun ayrı bir zevk istemesi, alması gereken zevki-tadı tam almadıgına delildir
zâti; bir zevk duymustur amma noksan bir zevktir bu; o zevke dalamamıstır da öbür
duyguları da zevk ister, çesitli zevkler istegine düser; her duygu, ayrı bir zevk pesine
düser.
Halbuki duygular, anlam bakımından birdir, görünüs bakımından ayrıdır, çesitlidir. Fakat
56
bir uzuv daldı-gitti mi, hepsi onunla beraber dalar-gider. Hani sinek gibi. Sinek
yücelerde uçtukça kanadı da oynar, bası da oynar, bütün parçaları da oynar. Fakat
bala battı mı bütün parçaları bir olur, hiçbiri oynamaz.
Dalıp batmak, ona derler ki dalan-batan, arada kalmasın, onun çabası da bitsin, isi de,
hareketi de. Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her is, onun isi olmasın,
suyun isi olsun. Hâlâ suda elini-ayagını oynatıyorsa buna batıs demezler. Ah, battım,
boguldum diye bagırıyorsa buna da batmak-bogulmak demezler.
Halk "Ben Tanrıyım" demeyi büyük bir dâva sanır; halbuki "Ben kulum" demek büyük
bir dâvâdır. "Ben Tanrıyım" demek, büyük bir gönül alçaklıgıdır. Çünkü "Tanrı kuluyum"
diyen, iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Tanrıyı isbata kalkısır. Fakat "Ben
Tanrıyım" diyen, kendisini yok etmistir, yele vermistir;
"Ben Tanrıyım" der; yâni ben yokum, hep odur, Tanrıdan baska varlık yoktur; ben salt
yoklugum, hiçim der. Gönül alçaklıgı, bunda daha artıktır; bundan dolayı da halk
anlamaz.
Iste buracıkta bir kisi, Tanrı rızâsı için Tanrıya kulluk eder; kullugu meydandadır; Tanrı
için kullukta bulunur amma kendisini de görür, yaptıgını da görür, Tanrıyı da görür; o
suya batmamıstır, suda bogulmamıstır. Suda bogulan o kisidir ki onda hiç-bir hareket,
hiç-bir is kalmaz; hareketi, suyun hareketinden ibarettir.
Bir aslan, bir ceylânın pesine düsmüstü hani. Ceylân ondan kaçıyordu. Kaçtıkça da iki
varlık vardı: Biri aslanın varlıgı, öbürü ceylânın varlıgı. Fakat aslan ona erisince ceylân,
onun pençesinin altında kahroldu, aslanın korkusundan kendinden geçti, aslanın
57
önünde yere serildi mi, o anda artık, yalnız aslanın varlıgı kalmıstır, ceylânın varlıgı yok
olmus-gitmistir.
Batıp bogulmak sudur: Ulu Tanrı, halkın aslandan, kaplandan, zâlimden korkmasından
baska bir korkuyla erenleri, kendi zâtından korkutur; ona açar, bildirir ki korku da
Tanrıdandır, eminlik de Tanrıdan...
Zevk-nes’e de Tanrıdandır, yiyip içme de Tanrıdan. Ulu Tanrı, gözü açıkken ona, özel ve
görülür-duyulur sekilde bir aslan, bir kaplan, bir ates gösterir. Bunu göstermesi de
erenin, gördügüm aslan sekli, kaplan sekli, gerçekte bu âlemden degil, gayb
âlemindendir demesini, bunu anlamasını saglamaktır.
Böylece pek güzel, pek alımlı bir sekilde gösterir. Gene böyle baglar-bahçeler, ırmaklar,
huriler, köskler, yenecek-içilecek seyler, agır elbiseler, binilecek hayvanlar, sehirler,
konaklar, çesit-çesit, renk-renk sasılacak seyler gösterir. Gerçek olarak anlar-bilir ki
bunlar, bu âlemden degildir, Tanrı onları, gözüne göstermede, bu sekillere bürümede...
Bütün rahatlıklar da ondandır, görülen-seyredilen seyler de. Simdi onun korkusu,
halkın korkusuna benzemez; çünkü gördügü seyleri delille bilmis, anlamıs degildir;
çünkü Tanrı, her seyin Tanrıdan oldugunu ona ap-açık göstermistir.
Filozof da bunu bilir amma delille bilir; delilse boyuna durmaz. Birisine delil getirdin mi
hoslanır, ısınır, tazelesir; fakat delil söylendi de geçildi mi, onun da sıcaklıgı, hoslugu
kalmaz, geçer-gider.
58
Hani birisi, delille bilir ki su evin bir mîmarı vardır; gene delille bilir ki o mimarın gözü
vardır, kör degildir; gücü-kuvveti yeter, güçsüz-kuvvetsiz degildir; vardır, yok degildir,
diridir, ölü degildir; evi yapmadan önce vardı, güçlüydü-kuvvetliydi; bütün bunları bilir.
Bilir amma delille bilir; delilse durmaz, tez unutulur.
Ariflere gelince: Onlar mîmarı tanımıslar, ona hizmette bulunmuslardır; gözleriyle
görmüslerdir onu; beraber tuza banmıslardır, ekmek yemislerdir onunla; görüsüp
konusmuslar, koklasmıslardır onunla. Mîmar, hatırlarından asla çıkmaz, gözlerinden
yitmez onların. Iste böyle adam, Tanrıda yok olur; ona göre artık suç da suç degildir,
günah da günah degildir; çünkü o, suya alt olmustur, suda bogulup gitmistir.
Bir padisah, kölelerine, her biriniz elinize altınla bezenmis birer kadeh alın, konuk
geliyor diye emretti. Kendisine yakın olan köleye, sen de bir kadeh al dedi. Fakat
padisah yüz gösterince o öz köle, kendisinden geçti, esridi, kadeh elinden düstü,
kırıldı. Baskaları onun bu hareketini görünce demek ki böyle gerekmis dediler,
kadehlerini mahsustan atıp kırdılar. Padisah, neden böyle yaptınız diye onları azarladı.
Sana yakın olan o köle de böyle yaptı ya dediler. Padisah, a aptallar dedi, o hareketi o
yapmadı, ben yaptım.
Görünüste bütün hareketler suçtu; fakat o tek suç, ibâdetin ta kendisiydi; hattâ
ibâdetten de üstündü, günahtan da. Zâten o kölelerin hepsinden de maksat, o
köleydi, geri kalan köleler, hep onun buyruguna uymuslardı, onun adamlarıydı. Çünkü
o köle padisahtı gerçekten. Söyledigimiz su anlama göre bütün köleler, padisahın
buyruguna uymuslardı amma asıl o köleye uymuslardı onlar; çünkü o, padisahın ta
kendisiydi; ondaki kölelik, bir görünüsten baska bir sey degildi; o, padisahın
güzelligiyle dop-doluydu.
59
Ulu Tanrı buyurur: "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım." Bu söz de "Ben Tanrıyım"
demektir. Anlamı , "Gökleri kendim için yarattım" demektir; bu da, baska bir dille, baska
bir tarzda ben Tanrıyım demektir.
Tanrı birken, yol birken söz, nasıl olur da iki olur? Görünüste aykırı görünebilirse de
anlam bakımından birdir. Ayrılık, aykırılık, görünüste; görünebilirse de anlam
bakımından birdir.
Hani bir bey, çadır yapın dese birisi ip büker, birisi mıh kakar, birisi bez dokur, birisi
diker, birisi biçer, birisi igne batırır. Görünen bu isler, dıs yüzden ayrıdır, çesit-çesittir,
dagınıktır amma anlam bakımından birdir; hepsi de bir is görmektedir.
Bu dünyanın halleri de böyledir. Dikkat eder, bakarsan görürsün ki suçlu olsun, iyi
olsun; isyan etsin, itâat etsin; seytan olsun, melek olsun; herkes Tanrıya kulluk
etmektedir.
Meselâ padisah, kölelerini sınamak, ayak direyenle diremeyeni meydana çıkarmak,
ahdinde duranıyla durmayanı ayırt etmek, vefalıyı vefasızdan ayırmak istese onlara
vesvese veren, onları heyecana getiren biri gerektir ki avak direyenin ayak direyisi
meydana çıksın. Böyle biri olmasa onun ayak direyisi nasıl meydana çıkar?
Su halde onlara, vesvese veren, heyecanlandıran kisi de padisaha kulluk etmektedir;
çünkü padisahın dilegi, böyle yapmasıdır onun. Ayak direyenin ayak diremeyenden
ayrılıp meydana çıkmasını ister; sivrisinegi agaçtan-daldan, bagdan-bahçeden sürüp
çıkarmak, atmacayı bırakmak diler de bir yeldir, estirir. Bir padisah, bir câriyecige,
kendini süsle, beze de kölelerime görün; böyle yap da onların eminlikleriyle hainlikleri
60
belli olsun diye emreder. Simdi o câriyecigin yaptıgı is, görünüste suç gibi görünür
amma gerçekte padisaha kulluk etmektedir.
Su kullar, bu âlemde delille, taklitle degil de ap-açık, örtüsüz-perdesiz gördüler ki
herkes, iyiden-kötüden, ne yapıyorsa Tanrıya kullukta bulunuyor. "Hiçbir sey yoktur ki
onu överek noksan sıfatlardan arı oldugunu söylemesin" su halde bu âlem, onlar için
kıyamettir.
Kıyamet, sundan ibarettir hani: Herkes Tanrıya kulluk etmektedir; ona kulluktan baska
bir ise-güce koyulmamaktadır. Bu anlamı onlar, buracıkta görürler. "Perde kaldırılsa
bile, inancım, bilgim artmazdı" denmistir hani.
Bilgin sözünün anlamı bakımından bilgin kisinin âriften daha yüce olması gerekmez.
Tanrıya bilici, bilen derler de ârif demek yarasmaz. Ârif sözünün anlamı, "Bilmiyordu,
ögrendi, bildi"den ibarettir; Tanrıya bu sözü söylemek, bu vasfı vermek, yakısık almaz;
bu, böyle. Fakat örf bakımından ârif, daha ileridir. Çünkü ârif, bildigini delilsiz bilir; bilgiyi
görüsle, bakısla görmüs de elde etmistir. Ârifler, bu çesit kisiye ârif derler. Hani
söylerler ya; bir bilgin, yüz zahitten yegdir.
Bir bilgin nasıl olur da yüz zâhitten yeg olabilir? Sonunda bu zâhit de zâhitlige bilgiyle
ulasmıstır; bilgisiz zâhitlik mümkün degildir, olamaz.
Peki, zâhitlik nedir? Dünyadan yüz çevirmek, ibâdete ve ahrete yüz tutmak. Su halde
dünyayı bilmesi gerek; ahretin güzelligini geçici olmayısını bilmesi gerek; ibadet etmeye
çalısıp çabalaması gerek; nasıl ibadet edeyim, hangi ibadete koyulayım demesi gerek.
Bütün bunlar da bilgidir. Su halde bilgisiz zâhitlik olamaz.
61
Demek ki o zâhit, aynı zamanda hem bilgindir, hem zâhit. Peki, yüz zahitten yeg olan
bu bilgin, nasıl bir bilgindir, bu nasıl oluyor? Iste bunun anlamını anlamamıslardır.
Tanrı, önceden sahip oldugu bilgiden ve zâhitlikten sonra ona bir baska bilgi vermistir;
bu ikinci bilgi, o bilgiyle zâhitligin meyvesidir. Kesin olarak da bu çesit bilgiye sahip olan
bilgin, yüz zâhitten yegdir; bu çesit bilgin kesin olarak yüz zâhitten yeg.
Bu, suna benzer hani: Bir adam bir agaç diker, agaç da meyve verir. Kesin olarak o
meyve veren agaç, meyve vermeyen yüz agaçtan yegdir; çünkü yolda âfetler çoktur,
bu yüzden o agaçlar meyve vermeyebilirler. Kâbe’ye varmıs bir hacı, çölde yol aladuran
yüz hacıdan yegdir; çünkü erisebilecekler mi, erisemeyecekler mi diye korku içindedir
onlar. Fakat bu gerçekten de ulasmıstır; bir gerçekse bin sanıdan yegdir.
Emîr Nâib dedi ki: Erismeyen de umutlanır ya. (Mevlânâ) buyurdu ki:
Nerde umutlanan, nerde ulasan? Korkuyla eminlik arasında çok fark var. Hattâ bu
farktan söz açmaya bile ne hacet... Bu fark, herkesçe görünüp durmadadır. Söz, asıl
sunda: Eminlikten eminlige de pek büyük farklar var. Tanrı rahmet etsin, esenlikler
versin, Mustafâ’nın peygamberden üstün olusu, eminlik yüzündendir. Yoksa bütün
peygamberler eminliktedir, korkudan geçmislerdir; ancak eminlikte de duraklar vardır,
"Bâzılarını, dereceler bakımından bâzılarından üstün ettik, "denmistir.
Korku alemiyle korku duraklarını söyleyip göstermeye imkân vardır, fakat eminlik
62
duraklarının ne izi vardır-ne tozu. Herkes Tanrı yoluna ne bagıslıyor diye korku âlemine
bir bakılsa görülür ki biri bedenini bagıslamada, biri mal bagıslamada, biri de can
bagıslamada...
Biri oruç tutuyor, öbürü namaz kılıyor... Biri on rek’at kılıyor, öbürü yüz rek’at. Su halde
onların durakları meydandadır, besbellidir, onları göstermek de mümkündür. Suna
benzer hani; Konya’ya yahut Kayseri’ye giden yolların konaklan bellidir; Kaymaz,
Ubruh, Sultan, daha da baska duraklar meselâ. Fakat Antakya’dan Mısır’a dek
denizdeki konakların izi-tozu yoktur; onları kaptan bilir, karadakilere söylemez; çünkü
zâten de anlamaz onlar.
Emîr dedi ki: Söyleme de bir fayda verir; dinleyenler, hepsini anlamasalar da birazını
anlarlar, izine düserler, tahminlere kalkısırlar ya.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
And olsun Tanrıya, bir kimse kap-karanlık gecede elbette gündüze kavusacagım, ona
dogru gitmedeyim deyip de bu kuruntuyla otursa, uyumasa, ne biçim gittigini bilmese
de mademki gündüzü bekliyor, gündüze yaklasıp durmadadır.
Yahut da birisi, kap-karanlık, bulutlu bir gecede bir kervanın pesine düsse de gitse,
nereye ulastı, nereyi asıyor, ne kadar yol aldı; bunları bilmez amma sabah olunca
nereye vardıgını görür, ne kadar yol aldıgını anlar.
Hattâ birisi, Allah için gözlerini yumup açsa bu bile yitmez. "Kim zerre agırlıgında hayır
63
yapsa karsılıgını görür." Ancak su var ki: Içi karanlıktır, özü perdelidir de ne kadar
ilerledi, göremez bunu; fakat sonunda görür. "Dünya, ahretin tarlasıdır." Kim ne ekerse
burada, onu biçer orda.
Tanrı esenlik versin, Îsâ çok gülerdi. Tanrı esinlik versin, Yahya da çok aglardı. Yahya,
Îsâ’ya dedi ki: “Yoksa sen, Tanrının inceden ince düzenlerinden adam-akıllı emin mi
oldun ki böyle gülüyorsun?”. Îsâ da ona, “yoksa sen de Tanrının inceden ince, güzel,
görülmemis yardımlarından, lûtuflarından adam-akıllı gaflete mi daldın ki böyle
aglıyorsun?”
Erenlerden biri, bu olayda bulunmustu. Tanrıya, “bu ikisinden hangisinin makamı daha
yüce” diye sordu. Bana karsı “sanısı daha güzel olanın makamı daha yüce” diye cevap
geldi. Yâni, "Ben kulumun sanısının katındayım. Kulumun sanısı neredeyse ordayım,
beni nasıl sanırsa oyum ben. Her kulumun bir çesit düsüncesi, bir çesit hayâli vardır; o,
beni nasıl hayâl ederse ordayım”.
Tanrının bulundugu hayâle kulum-köleyim ben; bezmisim o gerçekten ki Tanrı orda
olmasın. A kullarım, hayallerinizi, kuruntularınızı arıtın ki benim yerim-yurdumdur, benim
konagımdır onlar. Simdi sen kendini bir dene-sına; aglayıstan, gülüsten, oruçtan,
namazdan, yalnızlıktan, topluluktan... daha da baska seylerden hangisi daha faydalı;
hallerin hangi yolda yürürsen daha dogru bir sekle girmede, hangisi seni daha
yüceltmede?
Bunu anla da o ise sarıl. "Müftüler fetva bile verseler kalbine danıs." Gönlünde bir
anlam var senin, müftülerin fetvalarını ona bildir de hangisi uygunsa ona uysun.
64
Hani hekim de hastanın yanına geldi mi içindeki hekimden sorar. Çünkü senin içinde bir
hekim vardır ki o, tabiatındır senin; bir seyi istemez, bir seyi kabul eder. Bundan dolayı
da dıstaki hekim, içtigin filân sey nasıldı, agır mıydı, hafif mi, uykun nasıl diye sorar. O,
dıstaki hekime içinden haber verir, dıstaki hekim de ona göre bir hükme varır, bir
hüküm verir.
Su halde asıl hekim, içteki hekimdir, insanın tabiatıdır. Bu hekim zayıflarsa, insanın
mizacı bozulursa bu arıklık yüzünden her seyi ters görür insan da egri hükümler verir.
Sekere acı der de sirkeye tatlı der. Bu yüzden de tabiatın önceki haline gelmesi için
ona yardım edecek bir dıs hekime muhtaç olmusuzdur.
Fakat bundan sonra da hasta, gene kendisini kendi hekimine gösterir, ondan fetva
alır. Tıpkı bunun gibi anlam bakımından da insanın bir mizacı,bir tabiatı vardır; o
arıklastı mı iç duyguları, ne görür, ne söylerse tersinedir.
Peygamberlerle erenler de hekimlerdir. Mizacının, tabiatının dogru-düzen bir hale
gelmesi, gönlünün, dininin kuvvetlenmesi için ona yardımda bulunurlar. Çünkü
(Muhammed bile), "Her sey nasılsa, oldugu gibi göster bize" demistir.
Insan, pek büyük bir seydir. Onda her sey yazılmıstır. Fakat perdeler, karanlıklar,
kendisindeki o bilgiyi okumasına meydan vermez. Perdeler, karanlıklar da bu
çesit-çesit, renk-renk oyalanmalardır; bu çesitli dünya tedbirleridir; bu çesitli istekler,
özlemlerdir.
Bütün bunlarla beraber karanlıklarda oldugu, perdelerle örtülmüs bulundugu halde
gene de bir sey okuyor, ondan haberi var. Bir seyret de gör; su karanlıklar, su perdeler
65
kalkınca nasıl da anlar, bilir, ne bilgiler çıkarır meydana, bir kıyasla artık. Terzilik,
mimarlık, dülgerlik, kuyumculuk, bilgi, yıldız, hekimlik gibi çesitli zenaatler, sanatlar,
bilgiler bunlardan baska daha çesit-çesit sayılamayacak kadar çok sanat, hep insanın
içinden belirir, meydana çıkar; tastan, kerpiçten meydana gelmez.
Hani bir karga, insana, ölüyü gömmeyi belletti derler ya; bu da insandaki bilginin
kargaya vurusundan meydana gelmistir; insanın dilegi, istegi yaptırmıstır o isi kargaya.
Insan da hayvanın, canlı yaratıgın bir parçasıdır ya; parça-buçuk,nasıl olur da tüme bir
sey belletebilir? Hani insan, sol eliyle yazı yazmak ister; kalemi eline alır; yüreginde
güç-kuvvet vardır amma yazarken eli titrer; titrer amma gene de eli, gönlünün
buyruguyla yazar.
Emîr bildigi için Mevlânâ pek büyük yüce sözler söylüyor (dediler. Mevlânâ) buyurdu
ki:
Söz zâten kesilmis degil; söz, söz ehli olana, o da, söze boyuna ulasır. Kısın agaçların
yaprakları yoktur, meyve vermezler amma iste-güçte degil sanmasınlar onları; daima
istedir-güçtedir onlar. Kıs gelir zamanıdır, yazsa harcamak zamanı.
Harcamayı herkes görür, fakat geliri görmez. Meselâ birisi konuk konuklasa. paralar
harcasa bunu herkes görür. Fakat toy için parasını azar-azar, ucun-ucun birikmisti ya;
onu ne kimsecikler görür, ne kimsecikler bilir. Temel olan da gelirdir, çünkü gelir
yüzünden harcayabiliriz.
Biz, bizimle olan, bize ulasmıs bulunan kisiyle soluktan-soluga konusur-dururuz.
Susarken de, o yokken de, yanımızdayken de, hattâ savasırken de onunla beraberiz,
66
onunla karılmısız, birlesmisiz. Birbirimizi yumruklasak bile onunla konusmadayız, biriz
onunla, ulasmısız ona, birlesmisiz biz. Onu yumruk görme, o yumrukta kuru üzüm var.
Inanmıyorsan aç da gör. Hattâ kuru üzümün de yeri mi? Degerli incilerin de sözü mü
olur?
Baskaları da nazım olsun, nesir olsun, güzelim sözler söylerler, ince konulara dalarlar,
irfana ait sözlerde bulunurlar. Fakat Emîr’in meyli bu yanadır, bizedir; irfana, ince
konulara, ögütlere degil. Çünkü her yerde bu çesit sözler vardır, hem de az degil mi
hani. Iste buracıkta, bizi seviyor, bize meyli var; bu, apayrı bir sey, baskalarında
gördügünden ap-ayrı bir sey görüyor bizde; baska bir aydınlık gerekiyor ona.
Hani anlatırlar; padisahın biri Mecnûn’u çagırdı da ne olmus sana dedi; neye
ugramıssın? Kendini rezil-rüsvây etmissin, evinden-barkından, soyundan-sopundan
olmussun; yıkılmıs, yok olmus-gitmissin; Leylâ dedigin de kim oluyor, ne güzelligi var
ki? Gel de sana güzeller, alımlı dilberler seyrettireyim, onları sana feda edeyim, hepsini
de sana bagıslayayım.
Güzelleri çagırdılar, Mecnûn’un yanına getirdiler. Güzeller cilvelenmeye basladı.
Mecnûn, basını önüne egmisti, önüne bakıp durmadaydı. Padisah, basını kaldır da bir
bak dedi. Mecnûn dedi ki: Leylâ’nın askı kılıcını çekmis, basımı kaldırırsam korkuyorum,
basımı uçuruverir.
Mecnûn, Leylâ’nın askına dalmıs, bu hale gelmisti iste. Baskalarında da göz vardı, yüz
vardı, dudak vardı, burun vardı; onda ne görmüstü de bu hale gelmisti?
67
12. BÖLÜM
Özledik, fakat biliyoruz ki halkın isyeriyle mesgulsünüz; onun için zahmet vermiyoruz;
onun için uzun bir zamandır, gelmedik.
Bu, bize gerekti, ziyâretinize bizim gelmemiz lâzımdı. Korku çagı geldi-geçti artık;
bundan böyle tapınıza biz geliriz dedi.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Arada bir fark yok, hepsi de bir; öyle bir lütuf var ki sizde, hepsi de bir oluyor.
Zahmetlerle nasılsınız? Bugün biliyoruz ki hayırlar,güzel isler yapmadasınız; bu yüzden
size basvuruyoruz.
Simdi sundan bahsediyorduk: Birinin çolugu-çocugu olsa, baskasının da olmasa, ondan
kesseler de buna verseler görünüse bakanlar, çolugu-çocugu olandan kesiyor da
çolugu-çocugu olmayana veriyorsun derler. Fakat dikkat edersen gerçekten
çocugu-çocugu olan, asıl odur.
Hani mayası temiz bir gönül ehli, birisini dövse, basını, burnunu, agzını kırıp dagıtsa
herkes, bu adam mazlum der; fakat gerçekte hiç de zulüm görmemistir o. Zâlim,
gereken isi yapmayan adamdır. O dayak yiyen, bası yarılandır zulmeden; su dövense
iskilsiz mazlumdur; çünkü özü temizdir, Tanrıda yok olmustur; yaptıgı Tanrı isidir;
Tanrıya da zâlim denmez.
68
Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ da öldürüyordu, kan döküyordu,
yagma ediyordu; bütün bunlarla beraber zâlim onlardı, kendisiyse mazlumdu.
Meselâ Magrib ilinde oturan bir Magripli olsa, dogulu biri de kalksa Magrib iline gelse
garip, o Magripli dir; dogudan gelen su adam degil. Çünkü bütün dünya, bir evden
daha genis degildir. Bu evden kalktı, o eve gitti o; yahut da su bucaktan o bucaga
gitti; sonunda gene su evde degil mi? Fakat o özü temiz Magripli, evin dısından
gelmistir; "Müslümanlık garip olarak basladı" demislerdir; "Dogulu garip dogdu"
dememislerdir.
Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, bozguna ugrasa da mazlumdu,
bozsa da mazlumdu; çünkü her iki halde de hak, onun elindeydi. Mazlum o kisidir ki
hak, onun elinde olsun. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin Mustafâ’nın tutsaklara
gönlü yandı. Ulu Tanrı, elçisinin hatırını yapmak için vahiy gönderdi de onlara de ki dedi,
baglarla, zincirlerle baglanmıssınız amma bu halde de iyi niyet kurarsanız Ulu Tanrı, sizi
bundan kurtarır, elinizden çıkanı, hattâ kat-kat fazlasını gene verir, baska seyler de
ihsan eder size; ahrette de sizden razı olur. Iki hazne var; biri elinizden çıkan, biri de
ahret haznesi.
Kul, ibâdette bulunur, hayır yaparsa o basarı, o hayır, yaptıgı ibâdetten mi
meydana gelir, yoksa Tanrı vergisi midir diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Tanrı vergisidir, Tanrı basarısı. Fakat Ulu Tanrı, lûtfunun sonsuzlugundan ikisini de kula
verir de ikisi de sendendir der. "Yaptıkları seylere karsılıktır."
69
Mademki dedi, Tanrının böylesine lûtfu var; kim gerçek olarak bir sey diler, isterse onu
bulur, elde eder demektir.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Evet amma birisine uymadan da olmaz. Nitekim kavmi, Mûsâ’ya uydular, buyrugunu
dinlediler, denizde yollar açıldı, denizi tozuttular, geçtiler-gittiler. Fakat buyrugunu
tutmamaya basladılar, filân çölde bunca yıllar kaldılar.
Basbug, eli altındakilerin kendisine uyduklarını, buyrugunu dinlediklerini gördü mü,
onları düzene koyma kaydına düser. Meselâ, su kadar asker, bir kumandanın emri
altında olsa kumandana itâat ederler, buyrugunu dinlerlerse o da onların islerini
düzene sokmak için akıl yorar, onları düzene koyma kaydında olur.
Fakat itaat etmezlerse nerden onların islerini düzene koyma kaydına düsecek? Akıl da
insanın bedeninde bir basbuga benzer, bedenin uzuvları ona itâat ettikçe bütün isleri
düzeninde gider; fakat itâat etmezlerse hepside bozulur.
Görmez misin, sarap içen sarhos oldu mu, su elinden, ayagından, dilinden, bedeninin
uzuvlarından ne bozgunluklar meydana gelir. Ertesi günü ayıldı da kendine geldi mi, ah
der, ne yaptım ben? Neden dövdüm, neden sövdüm?
Bir köyde köy agası olursa isler düzeninde gider; köylüler ona itaat ederler. Simdi akıl,
su uzuvlar onun buyrugunu tuttukça onları düzene sokmak kaydında bulunur. Meselâ,
ayak onun buyruguna uyarsa gideyim düsüncesinde bulunur; buyrugunu tutmuyorsa
70
bu düsünceye düsmez. Simdi akıl, nasıl bedende buyruk sahibiyse halk dedigimiz su
varlıklar da kendi akıllarıyla, anlayıslarıyla, görüsleriyle, bilgileriyle bir ugurdan, tek bir
erene nisbetle salt bedendir; onlardaki akıl, odur.
Simdilik beden mesabesinde olan halk, akla itaat etmezse isi, boyuna darmadagın olur,
ömrü pismanlıkla geçer. Nasıl itaat etmeliler? O ne yaparsa ona uymaları gerek; kendi
akıllarına degil. Çünkü olabilir ya, akıllarıyla anlayamazlar; fakat gene de ona uymaları
gerektir.
Hani bir çocugu bir terzi dükkânına verirler; onun ustasına itaat etmesi gerektir. Teyel
verirse teyellemesi, yama verirse yamaması gerek. Ögrenmek istiyorsa basına buyruk
olmadan vazgeçmesi, tamamıyla ustasının buyruguna uyması lâzımdır. Umarız Ulu
Tanrıdan ki bir hal belirir; o da ancak onun lûtfudur; bu lûtuf, yüz binlerce çalısıp
çabalamadan da üstündür.
"Kadir gecesi, bin Aydan da hayırlıdır." Bu sözle "Tanrı çekislerinden bir çekis, insanların
ibâdetlerinden de yegdir, cinlerin ibâdetlerinden de" sözü birdir. Yâni onun lûtfu-keremi
gelip çattı mı bu, yüz binlerce çalısıp çabalamanın yaptıgı isi, hattâ daha da fazlasını
basarır. Çalısmak da pek güzeldir, pek iyidir, pek faydalıdır amma lûtfun-keremin
karsısında ne olabilir ki? Lûtuf da çalısıp çabalama gücü vermez mi diye sordu.
(Mevlânâ) nasıl vermez dedi; lûtuf-kerem geldi mi, çalısıp çabalama gücü de gelir.
Fakat Tanrı esenlikler versin, Îsâ neye çalıstı da besikte "Gerçekten de Tanrı kuluyum
ben, bana kitap verdi" dedi; daha anasının karnındayken Yahyâ onu övmedeydi.
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Tanrı Elçisi Muhammed de çalısmadan mı buldu
71
dedi.
(Mevlânâ) dedi ki: "Allah gögsünü açmadı mı ki?" Ilk olan sey, lûtuf-tur-keremdir;
temel budur; çünkü sapıklıktan uyanıs, onunla gelir; o, Tanrının lûtfudur-keremidir;
onun salt vergisidir. Onunla görüsüp konusan dostlarda ne diye bu hal belirmedi? O
lûtuftan, o ihsandan sonradır ki kıvılcım gibi bir seydir, sıçrar. Önü Tanrı vergisidir amma
sen pamuk korsun, o kıvılcımı gelistirir, çogaltırsın; bundan sonrası da gene Tanrı
lûtfudur, Tanrı ihsanıdır.
Insan, ilk kertede küçücük, arık bir yaratıktır. "Insan arık olarak yaratılmıstır." Hani
çakmaktan elbiseye sıçrayan kıvılcım da önce küçücük bir seydir. "Insan arık olarak
yaratılmıstır." Fakat o arık ates gelistirilirse bir âlem olur, bir dünyayı yakar-gider; o
önemsiz, o küçük ates, büyük, ulu bir ates olur. "Gerçekten de sen, pek büyük bir huya
sahipsin elbet."
Mevlânâ, sizi çok seviyor dedim
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Hayır; ne ziyarete gelmem, sevgi miktarıncadır, ne söz söylemem. Ne gelirse içimden,
onu söylüyorum ben. Tanrı dilerse su azıcık sözü faydalı bir hale getirir; onu
gönüllerinizde saklatır, unutturmaz; pek büyük faydalar verir size. Fakat dilemezse yüz
bin söz söylenmis say; hiçbiri de gönülde durmaz, akılda kalmaz; hepsi geçer,
unutulur-gider.
72
Hani elbiseye sıçrayan kıvılcım gibi... Tanrı dilerse bir tek kıvılcım, sönmez de büyüdükçe
büyür. Fakat diledi mi de yüz kıvılcım sıçrarsa hepsi söner, hiçbir seycik yapmaz.
"Göklerin orduları, Tanrınındır." Bu sözler de Tanrı ordularıdır; Tanrının izniyle kaleleri
açar, zapt eder. Bu kadar bin atlı, gidin filân kaleye, kendinizi gösterin, fakat kaleyi
almayın diye buyurursa öyle yaparlar. Amma bir tek atlıya, git, o kaleyi al buyrugunu
verirse o tek atlı, kalenin kapısını açar, kaleyi zapt eder.
Bir sivrisinegi Nemrûd’a musallat eder, onunla Nemrûd’u öldürür. Hani derler ya; Ârifin
katında pulla dînâr, aslanla kedi birdir. Ulu Tanrı bereket verirse bir pul, bin dînârın
yaptıgı isi yapar, hattâ daha da fazlasını basarır. Fakat bin dinârdan bereketi kaldırdı
mı bir pulun gördügü isi bile göremez.
Birisine de kediyi musallat etse, Nemrûd’u bir sivrisinek nasıl öldürdüyse o kedi de onu
öldürür; fakat dilemezse aslan bile onun karsısında tir-tir titrer; yahut da ona binek
kesilir. Nitekim dervislerden bâzıları aslana biner; nitekim ates, Ibrâhim’e karsı
sogumustur, esenlik olmustur; yesermistir, güllük-gülistanlık kesilmistir; çünkü Tanrı,
onu yakmak için izin vermemisti atese.
Hâsılı her seyin Tanrıdan oldugunu bilenlerin katında hepsi de birdir. Tanrıdan
umudumuz var, siz de bu sözleri içinizden duyarsanız, can kulagıyla isitirsiniz, fayda
veren de budur zâten. Içerden bir hırsız yardım etmez de kapıyı açmazsa dısarıdaki bin
hırsız, kapıyı açamaz. Dısardan bin söz söylesen içerde bir gerçekleyici olmadıkça fayda
vermez. Bir agacın kökünde yaslık olmazsa bin sel akıtsan fayda etmez hani. Onun
kökünde bir yaslık olmalı ki, ona yardım etsin.
Yüz binlerce ısık görse bile
73
Isıgın aslı neredeyse ancak orda oturur
Bütün dünyayı ısık kaplasa gözünün ısıgı olmayan kisi, o ısıgı asla göremez. Simdi asıl
olan nefisteki kabiliyettir. Nefis baskadır, can baska. Görmez misin, insan uykudayken
nefis nerelere gider; cansa bedendedir. Nefis döner-dolasır, baska bir sey olur.
Dedi ki: Ali, "Nefsini bilen, rabbini bilir" demistir; bu nefse mi demistir?
(Mevlânâ) dedi kî: Bu nefse demistir desek de küçük bir is degildir. O nefsi anlatırsak
bu nefsi de anlar o; çünkü o, o nefsi bilmiyor ki.
Meselâ eline küçücük bir ayna almıs; ayna iyi de gösterse, büyük de gösterse, küçük
de gösterse gösterdigi odur. Sözle anlasılmasına imkân yoktur; sözle ancak bu kadar
anlasılabilir; onda da bir süphedir, belirir.
Söyledigimiz sözlere sıgmayan bir âlem var, onu dileyip isteyelim. Bu dünya, bu
dünyadaki hosluklar, insandaki hayvanlıgın payıdır; bütün bunlar, insanın hayvanlıgına
kuvvet verir; insanın aslıysa eriyip gitmededir. Hani derler ya; insan, söz söyleyen
hayvandır; su halde insan iki seyden ibâret. Su dünyada hayvanlıgının payı olan su
özentilerdir, su dileklerdir. Onun özüne gıda olanlarsa bilgidir, hikmettir, Tanrıyı
görüstür. Insanın hayvanlıgı, Tanrıdan kaçmadadır, insanlıgı, dünyadan kaçmada.
"Sizden kâfir olan var, inanan var."
Su bedeninde iki sahıs savasmaktadır;
74
Bakalım, baht kimin olacak, kimi sevecek?
Bunda süphe yok ki bu dünya kıstır. Cansız seylere neden cemâdât derler? Çünkü
hepsi de donmustur. Su tas, su dag, bedene giyilen su elbise, hepsi de donmustur. Kıs
degilse dünya ne diye donmustur? Salt anlamdır da göze görünmez; fakat eserleriyle
bilinebilir ki bir yel, bir kıs var. Bütün su dünya kıs mevsimi gibi, her sey donmus. Fakat
ne çesit kıs? Akılla anlasılır kıs, duyguyla duyulan, gözle görülen kıs degil. Fakat o
Tanrısal hava geldi mi, bütün daglar erimeye baslar, dünya su kesilir. Hani Temmuz
sıcagı geldi mi, bütün donmus seyler erimeye baslar ya; tıpkı onun gibi.. Kıyâmet günü
o hava geldi mi, her sey erir.
Ulu Tanrı bu sözleri, sizi çepe-çevre kusatmak, sizinle düsman arasında bir duvar ödevi
görmek, düsmanları, amma içteki düsmanları kahretmek için bizim askerlerimiz etmis,
ordu yapmıs bize. Dıstaki düsmanlar bir sey bile degildir; ne olabilir ki zâten? Görmüyor
musun? Bu kadar bin kâfir, padisahları olan bir tek kâfire tutsak olmus; o kâfirse kendi
düsüncesine tutsak. Anladık ya artık; is düsüncede. Bir arık, bir bulanık düsünceye bu
kadar bin halk, hattâ dünya tutsak olursa sonsuz düsüncelerin hüküm sürdügü orda
ne olmaz?
Bir dikkat et de gör. ne ululugu vardır, ne büyüklügü vardır o âlemin; düsmanları nasıl
kahreder, ne âlemleri râm eder o âlem. Çünkü ap-açık görüyoruz, sonsuz yüz binlerce
sekil, ovalar, yazılar dolusu ordu, bir kisiye tutsak, o kisi de bayagı, asagılık bir
düsüncenin tutsagı...
Demek ki bütün bunlar, bir düsünceye tutsak kesilmis; peki; ulu, yüce, kutsal sonsuz
düsünceler ne yapmaz; anladık ya artık, is, düsüncelerde. Sekiller, hep düsüncelere
75
uymus, düsüncelerin aracı; düsünce olmadı mı, hepsi de issiz-güçsüz, hepsi de
donmus, buz kesmis.
Su halde sekli gören de donmus; anlama yolu yok; görünüste ihtiyar olsa, yüz yasına
gelmis bulunsa bile çocuk, ergen degil. "En küçük savastan en büyük savasa döndük."
Yâni sekillerle, göze görünür düsmanlarla savasıyorduk; su anda düsünce ordularıyla
savasıyoruz; iyi düsünceler, kötü düsünceleri kırsın, bozguna ugratsın, beden ilinden
çıkarsın; bunun için savasa girismisiz; iste en büyük savas da budur. Bu savasta
düsünceler, bedensiz iste-güçtedir. Hani akl-ı fa’âl de araçsız olarak gögü döndürüyor
da âdeta araca hâcet yok diyor ya, onun gibi iste.
Mısra:
Sen cevhersin, her iki dünyada sana karsılık arazdır.
Madem ki arazdır, ona sarılıp kalmamak gerek. Çünkü bu cevher, misk ceylânına
benzer; su dünya, su hosluklar da misk kokusudur sanki. Bu misk kokusu kalmaz,
çünkü arazdır. Kim bu kokuyu duyar da miski arar, kokuyu yeter bulmazsa iyidir; fakat
misk kokusunu yeter bulan, ona sarılıp kalan, kötüdür; çünkü öyle bir seye el atmıstır ki
o, elinde kalmayacaktır.
Çünkü koku, miskin sıfatıdır. Misk, bu dünyaya yüz tuttukça kokusu duyulur; perde
ardına girer, öbür dünyaya yüz tuttukça kokusu duyulur; perde ardına girer, öbür
76
dünyaya yüz tutarsa kokuyla diri olanlar ölür-giderler. Çünkü koku, miskle beraberdir;
misk nerde cilveleniyorsa koku da oraya gitmistir; su halde bahtı yaver olan, devlete
kavusan o kisidir ki kokuyu duymus, miske ulasmıstır; miskin ta kendisi olmustur; artık
ona yokluk yoktur, miskin ta kendisi olmustur; onunla kalır, misk hükmünü alır o.
Artık dünyaya o, koku salar, dünya onunla dirilir; eski varlıgından kalan, bir addır
ancak. Hani bir at, yahut baska bir hayvan, tuzlaya düsüp tuz olsa onda attıktan
addan baska bir sey kalmaz; o da tuz denizi olur-gider; iste de tesirde de o adın ne
ziyanı dokunur ona? O ad, onu tuzluktan çıkaramaz ki. Hattâ su tuz denizine bir baska
ad taksan bile tuzluktan çıkmaz.
Su halde insanın, Tanrının aksi olan su hos seylerden, su lûtuflardan geçmemesi
gerek; fakat bu kadarını da yeter bulmaması gerek. Her ne kadar su miktar da Tanrı
lûtfundandır, onun güzelliginin ısıgındandır amma Ölümsüz degildir; Tanrıyla
ölümsüzdür amma halka göre ölümsüz degildir. Hani günesin ısıgı gibi... Evlere vurur,
parlar; günesin ısıgıdır amma günesle beraberdir. Günes dölündü mu, aydınlık da
kalmaz. Su halde ayrılık korkusunun kalmaması için günes olmak gerek.
Tanrı vergisiyle yol alıs var; bir de irfan sahibi olus var. Bâzı kimseye Tanrı lûtfetmistir,
fakat irfânı yoktur, bilmez. Bâzı kimsenin de irfânı vardır, fakat Tanrı vergisini elde
edemez. Amma birisinde sunun her ikisi de olursan ne mutlu ona; ne de büyük basarılı
kisidir o kisi;böyle kisinin esi-benzeri yoktur. Bu, suna benzer: Meselâ birisi yol yürür,
fakat gittigi yol, dogru yol mudur, yoksa sapa yol mu, bunu bilmez; kör-körüne
gider-durur. Olur ya, birden-bire bir horoz sesi duyuverir, yahut gözüne yapılar, tarlalar
görünüverir. Bu nerde, ize, belirtiye muhtaç olmadan yürüyen, yol alan nerde? Is, onun
isi; su halde irfân, hepsinin de ötesinde, hepsinden de üstün.
77
13. BÖLÜM
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber dedi ki: "Gece uzundur, uykunla
kısaltma onu; gündüz ısıtır; suçlarınla bulandırma, karartma onu."
Gece, sırlarını söylemek, dileklerini dilemek için uzundur. Halkın zihin bulandırması,
dostların-düsmanların zahmet verisleri yoktur. Insan yapayalnız kalmıstır; gönül,
tesellisini bulmustur. Ulu Tanrı, yapılan isler, edilen ibâdetler, gösteristen saklı kalsın,
korunsun, Ulu Tanrı için özden yapılsın diye bir perdedir, çekmistir.
Gösterisçi kisi, geceleyin özü temiz kisiden ayrılır; gösterisçi, rezil-rüsvây olur-gider.
Geceleyin her sey, geceyle örtülmüstür; gündüzün meydana çıkar. Gösteris yapan,
geceleyin rezil-rüsvây olur; mâdemki der, kimsecikler görmüyor, kimin için kulluk
edecegim? Ona derler ki: Bir kisi var, o görüyor; fakat sen adam degilsin ki onu göresin.
O görüyor ki herkes, onun kudret elindedir; bunalınca herkes onu çagırır; dis agrıyınca,
göz agrıyınca, kulak agrıyınca, bir suçla töhmetlenince, bir seyden korkunca,
eminlik-esenlik kalmayınca herkes, gizlice onu çagırır; inanır-güvenir ki isitir-duyar,
dilekleri verir.
Kullar, her çesit kazayı-belâyı gidermek, saglıktan saglıga kavusmak için gizli-gizli
sadaka verirler; inanırlar ki bu vergiyi alır, sadakayı kabul eder o. Fakat onlara
saglık-esenlik verdi mi, o kesin inanç gene gider de kuruntulara düsme çagı gelir-çatar
gene.
Yârabbi derler, o ne haldi ki dos-dogru bir özle o zindanın bucagından seni çagırıyorduk;
78
bin kere, bıkmadan-usanmadan "Kul hüvallahü" okuyup dua ediyorduk; dileklerimizi
verdin, simdi zindandan dısarıdayız amma zindandayken nasıl muhtaçsak gene
muhtacız sana; bizi su karanlık dünya zindanından da kurtar; peygamberlerin ısıklı
dünyasına ulastır.
Simdi zindandan dısarıdayız amma zindandayken nasıl muhtaçsak gene muhtacız sana;
bizi su karanlık dünya zindanından da kurtar; peygamberlerin ısıklı dünyasına ulastır.
Simdi zindandan dısarıdayız, derdimiz yok; neden o öz dogrulugu yok bizde; neden o
dogruluk gelmiyor bize? Acaba fayda eder mi, etmez mi diye binlerce hayâller, binlerce
kuruntular kurmadayız; bu hayâlin, bu kuruntunun tesiri de binlerce usanç veriyor;
nerde hayâlleri yakıp yandıran o kesin inanç?
Tanrı, cevap verir de buyurur ki:
"Düsmanımı, düsmanınızı dost tutmayın" demistim ya; sizin hayvanî nefsinizdir; size de
düsmandır o, bana da. Bu düsmanı, daima savasma zindanında hapsedin. Çünkü o
zindanda oldukça, belâlara düstükçe, zahmetlere ugradıkça senin öz dogrulugun yüz
gösterir, kuvvetlenir.
Bin kere sınamısındır; dis agrısından, bas agrısından, bas korkusundan öz dogrulugu
beliriyor sende; peki, ne diye bedenine rahatlık verme kaydındasın; ne diye onu
besleyip gelistirmeye koyulmussun? Bu ip-ucunu unutmayın; boyuna nefsi, dilegine
erismemis bir halde tutun da ölümsüz dilege ulasın, karanlıklar zindanından kurtulun.
"Nefsi, dileginden alıkoyanın yurdu, gerçekten de cennettir."
79
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Empty
MesajKonu: Geri: Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1   Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1 Icon_minitimeSalı Ağus. 24, 2010 10:10 am

14- BÖLÜM
Seyh Ibrâhim dedi ki: Seyfeddîn Ferruh, birisini döverken bir baskasına da neden
dövdügünü anlatmaya koyulurdu; derken onlar da o adamı dövmeye baslarlardı,
böylece de hiç kimsecikler o adama acıyıp bagıslanmasını dilemezdi.
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu dünyada gördügün her sey, o dünyada da tıpkı-tıpkısına var; hattâ bütün bunlar, o
dünyadan birer örnek. Bu dünyadaki her seyi o dünyadan getirmislerdir. "Hiçbir sey
yoktur ki hazineleri katımızda olmasın; ancak onu, bilinen bir miktarda indiririz"
Aktar, çesit-çesit tablaların, ilâçların üstüne bir tas kor. Her ambardan bir avuç sey
vardır tasta; bir avuç biber, bir avuç sakız. Ambarların sonu yoktur; fakat tablasına
bundan fazlası sıgmaz. Iste insan da bu tas gibidir; yahut da bir aktar dükkânıdır ki
orda Tanrı sıfatlarının hazinelerinden avuç-avuç, parça-parça seyler vardır. Bu dünyada,
lâyıgınca, alıs-veriste bulunsun diye onları kaplara, tablalara koymuslardır; duymaktan
bir parça, görmekten bir parça, söylemekten bir parça, akıldan bir parça,
keremden-ihsandan bir parça, bilgiden bir parça.
Su halde insanlar, Tanrının gezip dolasan satıcılarıdır, dönüp dururlar. Gece-gündüz
tablaları o doldurur, sen bosaltırsın; yahut da yitirirsin, yahut da onunla bir kazanç elde
edersin. Gündüz bosaltırsın; yahut da gece gene doldururlar, kuvvet verirler.
Meselâ gözün aydınlıgını görüyorsun ya; o dünyada da gözler var, bakıslar var, görüsler
80
var; hem de çesit-çesit. Sana ondan bir örnektir, yolladılar ki dünyayı seyredesin. Yoksa
görüs, bu kadar degildir; fakat insan, bundan fazlasına tahammül edemez.
"Hiçbir sey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın." Bu sıfatlar da sonsuz olarak
katımızdadır bizim; bilinen bir parçasını göndeririz sana.
Artık bir düsün; bu kadar binlerce yüzyıllar, bunca soylar-boylar geldiler; bu denizden
doldular, derken gene bosaldılar; bir seyret de gör. ne ambardır bu. Simdi kimin gönlü,
o denizi daha fazla anladıysa onun gönlü, tabladan o kadar sogur.
Su halde bütün dünya, para basılan yerden çıkıp geliyor; gene dönüp para basılan yere
gidiyor. "Gerçekten de Tanrınınız biz ve gerçekten gene dönüp ona varanlarız."
Gerçekten de biz, yâni bizim bütün parça-buçuklarımız oradan gelmistir; oranın
örnekleridir; küçük-büyük, canlı-cansız her sey, dönüp gene oraya gider. Fakat bu, su
tablada hemencecik görünür; tabla olmadıkça görünmez.
Neden sasıyorsun, neden tuhaf geliyor sana? Görmüyor musun bahar yelini? Esti mi
agaçlar yeserir, çayırlar-çimenler biter, gül bahçeleri bezenir, çiçekler açar; baharın
güzelligini onlarla seyredersin. Fakat bahar yelinin kendisine bakarsan bunların birini
bile göremezsin. Fakat bu, bu görülesi seyler, bu gül bahçeleri onda yok demek degildir.
Hepsi de onun ısıgından degil mi? Hattâ onda dalga-dalga gül bahçeleri, dalga-dalga
çiçekler vardır; fakat lâtif dalgalar oldugundan vasıtasız göze görünmezler; lâtif
olduklarından belirmezler.
Tıpkı bunun gibi insanda da gizli vasıflar vardır; fakat birinin sözü, birinin zarara
ugrayısı, birinin savasması, barısması gibi içten, yahut dıstan bir vasıta olmadıkça
81
görünmez; insandaki sıfatlar ancak bunlarla meydana çıkar.
Görmüyor musun? Kendi kendine bir düsünceye dalsan hiçbir sey görmezsin, kendini,
bu sıfatlardan bom-bos sanırsın. Sen neysen gene osun; degismis degilsin; fakat onlar
sende gizlidir. Denizdeki suya benzer onlar; su, denizden ancak bir bulut vasıtasıyla
ayrılır; ancak dalga vasıtasıyla belirir, görünür. Dalga, dıstan bir sebep olmadan içten
cosup köpürmendir senin. Fakat deniz süt-limansa hiç mi, hiç görmezsin; bedenin deniz
kıyısındadır, canınsa bir deniz.
Görmüyor musun, o denizden bu kadar bin yılanlar, balıklar, kuslar, çesit-çesit,
renk-renk yaratıklar çıkıyor, kendilerini gösteriyor da gene denize dalıp gidiyor. Öfke,
haset, imrenip özleyis bunlardan baska sıfatların da denizden bas çıkarır. Su halde
sıfatların, Tanrı âsıklarıdır amma lâtiftir; bu yüzden de dil elbisesine bürünmedikçe
görmek mümkün degildir onları; soyundular mı, lâtif olduklarından göze görünmezler.
15. BÖLÜM
Insanda öylesine bir sevgi, öylesine bir dert, bir istek, öylesine bir özleyis, bir umus
vardır ki yüz bin dünyaya sahip olsa dincelmez, rahatlasmaz.
Su halk, bir ise-güce koyulmus, bir zenaate, bir alıs-verise girismis, bir sanat, bir mevki
sahibi olmus, bilgi elde etmis, yıldız bilgini olmus, daha da baska bilgileri ögrenmistir
amma hiç de rahata kavusmamıstır; çünkü dilenen, istenen sey elde edilmemistir.
Sevgiliye dil-ârâm-gönül huzûru, can rahatı derler ya; gönül onunla rahatlasıyor, huzura
82
kavusuyor demek; baskasıyla nasıl esenlesir, nasıl rahata kavusabilir ki?
Bütün bu hosluklar, dilekler, merdivene benzerler. Merdiven basamakları, oturup
kalınacak yer degildir, geçilip gidilecek yerdir. Ne mutlu o kisiye ki daha çabuk geçip
gider, daha çabuk uyanır, anlar da uzun yol kısalır ona; merdiven basamaklarında
harcatmaz ömrünü.
(Birisi) sordu, dedi ki: Mogollar, bizim mallarımızı alıyorlar; bâzı-bâzı da bize mal
bagıslıyorlar. Acaba hükmü nasıldır?
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Mogol, neyi alırsa Tanrının eline düsmüs, haznesine girmis sayılır. Hani denizden bir
testi, yahut bir küp su doldurursun; o, senin malın olur. O su, testide, yahut küpte
durdukça kimse ona dokunamaz; kim senden izin almadan o küpü götürürse gasbetmis
olur. Fakat tekrar denize dökülürse herkese helâl olur; senin malın olmaktan çıkar.
Su halde bizim mallarımız onlara haramdır, onların mallarıysa bize helâldir.
"Müslümanlıkta kesislik yoktur; topluluk rahmettir." Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin,
Mustafâ, toplulugu saglamaya çalıstı; çünkü canların toplulugunda pek büyük, pek ulu
tesirler vardır; teklikle-yalnızlıkla bu, elde edilemez.
Bu yüzden, mahalleli orda toplansın, daha fazla rahmete erissin, daha fazla faydalansın
diye mescitler kurdular. Evleri ayrı-ayrı yapmalarının sebebiyse halkı ayırmak, ayıpları
örtmek için; faydası budur ancak. Sehirlinin toplanması için cami yaptılar. Dünya halkının
83
çogu sehirlerden, ülkelerden gelip orda toplansın diye de Kâb’e’ye varmayı farz ettiler.
(Birisi) dedi ki: Mogollar, bu ile ilk geldikleri vakit çıplaktılar. Binekleri öküzdü,
silâhları tahtadandı. Simdiyse ululandılar, doydular. En iyi Arab atları, en güzel
silâhlar onların.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Gönülleri kırık, kendileri arık, güçsüz-kuvvetsiz bir haldeyken Tanrı onlara yardım etti,
yalvarıslarını kabul etti. Simdiyse ululandılar, kuvvetlendiler; onların, kendi
güçleriyle-kendi kuvvetleriyle degil, Tanrı yardımıyla üst olduklarını, dünyayı o yüzden
zaptettiklerini bilsinler diye Ulu Tanrı, halk zayıf bile olsa gene de onları kahreder.
Buyurdu ki:
Onlar, ilkin bir ovadaydılar. Halktan uzak, azıksız, yoksul, çır-çıplaktılar. Ihtiyaç
içindeydiler. Ancak içlerinden bâzıları alıs-veris için Hârezm-sâh’ın iline gelirler,
alımda-satımda bulunurlar, kendilerine elbise yapmak için kaba keten kumaslar alırlardı.
Hârezmsâh onları men’etti; tacirlerinin öldürülmesini buyurdu; onlardan vergi alınmasını
da emretti. Tacirlerinin, ülkesine girmesini de men’etti. Tatarlar, padisahlarının tapısına
gidip öldük diye yalvardılar. Padisahları, onlardan on gün mühlet istedi. Gitti, bir karanlık
magaraya girdi. Oruç tuttu, yalvarıp yakarmaya koyuldu. Ulu Tanrıdan, yalvarısını
duydum, duânı kabul ettim, dısarı çık, nereye gidersen üst olacaksın diye ses geldi. Iste
sebep buydu, dısarı çıkınca Tanrı buyruguyla üst oldular, dünyayı zaptettiler.
84
(Birisi) dedi ki: Tatarlar da öldükten sonra dirileceklerine inanmıyorlar, bir
yargılanma olacak, mutlaka bir gün soru-sual, hesap-kitap olacak diyorlar.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Yalan söylüyorlar. Biz de ikrar ediyoruz, biz de biliyoruz demek, böylece de
Müslümanlarla kendilerini es tutmak istiyorlar. Deveye, nerden geliyorsun demisler,
hamamdan demis. Dizinden-ökçenden belli demisler.
Simdi hasre inanıyorlarsa nerde izi-eseri bu inancın? Su suçlar, su zulüm, su kötülük,
kat-kat toplanmıs karlara-buzlara benzer. Özünü Tanrıya veris, pisman olus, öbür
dünyadan haber alıs, Tanrıdan korkus günesi dogunca bütün o suç karları, o suç buzları
erir-gider; tıpkı günesin karları-buzları erittigi gibi.
Bir kar, bir buz, ben günesi gördüm, Temmuz günesi bana vurdu dese, fakat oldugu gibi
buz halinde, kar halinde kala-kalsa akıllı kisinin inanmasına imkân yoktur. Çünkü
Temmuz günesi vursun da karı-buzu eritmesin, mümkün degil. Ulu Tanrı,
iyiligin-kötülügün karsılıgını kıyamette vermeyi vaat etmistir amma pesin olarak da onun
örnegi, dünya yurdunda soluktan-soluga, bakıstan-bakısa belirip durmadadır.
Bir insanın gönlüne bir nes’e, bir sevinç gelse bu nes’e, bu sevinç, birisini
neselendirmesine, sevindirmesine karsılıktır. Sıkılır, gamlanırsa da birisini sıkmıstır,
birisini gamlandırmıstır. Bunlar, öbür dünyanın armaganlarıdır; ceza gününü gösterir; su
azıcık seyler o çok seyi anlatır; hani bugday dolu bir ambardan bir avuç bugday
gösterirler ya, tıpkı onun gibi.
85
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ’nın, o ululuguyla, o büyüklügüyle gene de
bir gece eli agrımaya basladı. Abbâs’ın elinin agrımasının tesiridir diye ilham geldi.
Abbâs’ı tutsak etmisti; bütün esirlerle beraber onun da elini baglamıstı.
Baglaması Tanrı buyruguylaydı amma sana gelip çatan su can sıkıntılarının, su
karanlıkların, su hosa gitmeyen seylerin, birisini incitmen, kırman, bir suç islemen
yüzünden meydana geldigini bilesin diye karsılıgı gelip-çatar.
Ne ettin, ne yaptın, etraflıca hatırında degildir amma karsılıgından çok kötü bir is
yaptıgını anla; onun kötü oldugunu ya bilgisizliginden, ya gafletinden, yahut da suçları
kolayca sana yaptıran dinsiz bir es-dost yüzünden suç saymıyorsun, bilmiyorsun onu;
fakat karsılıgına bak da ne kadar ileri gittigini, ne kadar sıkıldıgını anla. Kesin olarak can
sıkıntısı, suç karsılıgıdır; gönül ferahlıgı ibâdet, itaat karsılıgı.
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, parmagındaki yüzügü döndürdügünden
seni oyalanmak-oynamak için yaratmadık diye paylandı. Var, bundan kıyasla da günün,
suçla mı geçiyor, ibâdetle mi, bir düsün.
Mûsâ’yı halkla oyalandırdı, bu da Tanrı emriyleydi, aynı zamanda Tanrıyla da mesguldü;
fakat bir yandan da öyle gerektiginden halkla oyalandırmıstı onu.
Hızır’ıyla tümden kendisiyle mesgul etmisti. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin,
Mustafâ’yı önce tümden kendisiyle mesgul etti; ondan sonra halkı çagır, halka ögüt ver,
onları düzene sok diye emretti. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, ah, ne
suç isledim de beni tapından sürüyorsun? Ben halkı istemem diye aglayıp inlemeye de
beni tapından sürüyorsun? Ben halkı istemem diye aglayıp inlemeye koyuldu.
86
Ulu Tanrı, ey Muhammed dedi, gam yeme, seni halkla oyalanmaya koymam ben; onlarla
oyalanır, ugrasırken de benimle mesgul olursun; simdi neysen halkla ugrasırken de
benimle mesgul olursun; simdi neysen halkla ugrasırken de bu halinden bir kıl kadar
eksik bir hale düsmezsin; ne isle mesgul olursan ol, vuslatın ta kendisindesin,
benimlesin sen.
(Birisi), ezelî hükümler, Tanrının takdir etmis oldugu seyler, hiç degismez mi diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Ulu Tanrı, kötünün kötülük, iyinin iyilik bulmasını hükmetmistir ya; o hüküm, asla
degismez. Çünkü Ulu Tanrı, hüküm ve hikmet sahibidir; nasıl olur da kötülük et de iyilik
bulasın der. Bugday eken, arpa biçer mi; yahut arpa eken bugday devsirir mi; mümkün
müdür bu?
Bütün erenler, bütün peygamberler, iyiligin karsılıgı kötülüktür demisler. "Zerre
agırlıgınca hayır yapan, hayrını mükâfatını görür; zerre agırlıgınca ser yapan, serrini,
cezasını görür." Ezelî hükümden maksadın, söyledigimiz, anlattıgımızsa, Tanrı korusun,
bu, asla degismez. Yok, iyilige, kötülüge karsı sevabın, cezanın artıp artmayacagını,
degisip degisemeyecegini soruyorsan, yâni maksadın, ne kadar çok iyilikte bulunursan
o kadar çok iyilik bulup bulamayacagını, ne kadar çok zulümde bulunursan o kadar çok
kötülüklere ugrayıp ugramayacagını anlamaksa, bu, degisir; fakat temel hüküm
degismez.
Bos-bogazın biri, sordu da görüyoruz biz dedi, kötü, iyi oluyor, iyi de kötü oluyor.
87
Buyurdu ki: O kötü, iyilik etmistir, yahut iyilik etmeyi düsünmüstür de iyi olmustur. Kötü
olan o iyi kisi de ya kötülük etmeyi düsünmüstür, yahut da kötülük etmistir de kötü
olmustur. Hani Iblis, Tanrı esenlik versin, Âdem hakkında, "Beni atesten yarattın, onu
topraktan yarattın" diye îtirazda bulundu da meleklerin hocasıyken sonsuz lânete
ugradı, tapıdan sürüldü-gitti. Biz de ancak bunu söylemedeyiz: Iyiligin karsılıgı iyiliktir,
kötülügün karsılıgı kötülük.
(Birisi) bir kisi, bir gün oruç tutayım diye adak adar, sonra da orucunu bozarsa
kefaret gerekir mi, gerekmez mi diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Tanrı rahmeti ona, Imâm Sâfiî mezhebinde, bir hükme göre kefâret gerektir. Çünkü Sâfiî,
adagı and sayar; andını bozana da kefaret gerekir. Fakat Abû-Hanîfe’ye göre adak,
yemin sayılmaz; bundan dolayı da kefâret gerekmez. Adak iki türlüdür. Biri sarta baglı
degildir, biri sarta baglı. Sarta baglı olmayanı, bir gün oruç tutayım demektir. Sarta baglı
olanıysa, filân gelirse bir gün oruç tutayım demektir.
[Dedi ki:] Birisinin esegi yitmisti. Esegini bulma umusuyla üç gün oruç tuttu. Üç gün
sonra esegini ölmüs buldu. Incindi de bu incinisle yüzünü göge çevirdi; bu üç güne
karsılık dedi, Ramazandan altı gün yemezsem adam degilim; bedava mal mı almak
istersin benden?
Birisi, "et-tahiyyât"ın anlamı nedir; "tayyibât", "salevât" ne demektir diye sordu.
88
(Mevlânâ) cevap verdi de buyurdu ki:
Bu sorular, bu tapı kılıslar, bu kulluklar, bu hatır gözetisler, hep Tanrının bagısıdır,
Tanrının malı. Çünkü Tanrı, bize saglık vermeseydi bu soruları soramazdık, hal-hatır
gözetemezdik; esenlesemezdik ki. Su halde gerçekte, tayyibât dua, salevât da,
tahiyyât da Tanrınındır; bizim degil, hepsi de onundur, onun malıdır.
Hani baharın halk, eker, ovaya-tarlaya çıkar, yolculuk eder, yapılar yapar; onun gibi...
Hepsi de baharın bagısıdır, baharın vergisi. Bahar olmasaydı kısın oldugu gibi bütün
halk, evlerde, magaralarda mahpus kalırdı. Su halde gerçekte bu ekim, bu gezip tozma,
bu nimetlenme, hep baharındır; nimet sahibi odur.
Halk sebeplere, islere bakar; isleri sebeplerden bilir-anlar. Fakat erenlerce açıkça
anlasılmıs, görülmüstür ki sebepler, sebepleri yaratanı görüp bilmek için bir perdedir
ancak.
Hani birisi, perde ardında söz söyler; sanırlar ki perde söz söylüyor, bilmezler ki
perdede is yok, o bir örtüden ibâret. Fakat adam, perde ardından çıktı mı bilinir-anlasılır
ki perde bahaneymis.
Tanrı erenleri sebeplerin dısında isler görmüslerdir ki düzülüp kosulmus da meydana
çıkıvermis. Dagdan deve çıktı, Mûsâ’nın sopası yılan oldu, katı kayadan on iki kaynak
fıskırdı-aktı ya; tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ, ayı araçsız yardı; Âdem,
babasız-anasız var oldu; Îsâ babasız dogdu; Îbrâhim’e atesten güller bitti, gülistanlar
düzüldü-kosuldu ya; bunlar gibi sonu gelmez neler oldu; tıpkı bunlar gibi iste.
89
Bunları gördüler de sebeplerin bahane oldugunu, is görenin baska oldugunu,
sebeplerin, halk onlarla oyalansın diye yüz örtüsünden, perdeden baska bir sey
olmadıgını anladılar.
Ulu Tanrı, Zekeriyyâ’ya, sana bir ogul verecegim diye vaatte bulundu. O, ben ele
ihtiyarım, karım da ihtiyar; bulusma aracı da pörsümüs-gitmis. Karım, bir yasa gelmis, bir
hale düsmüs ki çocuk yapmasına, dogurmasına imkân yok; yârabbi, böylesine bir
kadından çocuk nasıl olur diye feryada basladı.
"Dedi ki: Rabbim, benden nasıl bir erkek çocuk meydana gelir; karım da kısır;
ihtiyarladım ben de." Cevap geldi: Aklını basına al ey Zekeriyyâ; gene ipin ucunu
kaçırdın. Yüz bin kere sebeplerden dısarı isler gösterdim, onları unuttun-gitti. Bilmiyor
musun ki sebepler bahanedir.
Benim, karısız, dogumsuz, gözünün önünde senden, yüz bin çocuk meydana getirmeye
gücüm-kuvvetim yeter; hattâ bir buyursam dünyalarca halk belirir, hem de hepsi tam,
ergen, bilgin. Ben seni, can âleminde anasız-babasız var ettim; tâ önceden sana ne
lûtuflarım var, ne yardımlarım; hem de su varlık âlemine gelmeden önce; niçin
unutuyorsun onu?
Peygamberlerin, erenlerin, halkın, iyinin, kötünün; yerlerine, mayalarına göre örnegi
sudur:
Kâfir ilinden Müslüman iline oglanlar getirirler, satarlar. Kimisini bes yasındayken
getirirler, kimisini on yasındayken, kimisini on bes yasındayken. Çocukken getirilen,
uzun yıllar Müslümanların arasında yetisir-gelisir, büyür, kocar; o ilin hallerini tümden
90
unutur, o ilden hiçbir sey hatırlamaz. Bir parça daha büyükse azıcık hatırlar. Fakat
adam-âkıllı büyük olan, daha çok hatırlar.
Canlar da buna benzer; "Sizin rabbiniz degil miyim?... ‘Evet’ dediler" var ya; canlar Tanrı
tapısındaydı. Yedikleri-içtikleri, harfsiz, sessiz Tanrı sözüydü, onunla güç-kuvvet elde
ediyorlardı.
Kimisini çocukken getirdiler; o sözü duyunca o halleri hatırlamaz, o sözü kendine
yabancı bulur; bu bölük, perde ardında bırakılmıs bir bölüktür; tümden kâfirlige,
sapıklıga bas-asagı dalar-gider.
Kimisi biraz hatırlar, o yanın coskunlugu, o yanın havası, onlarda bas gösterir; bunlar,
inananlardır.
Kimileriyse o sözü duydular mı, eskiden oldugu gibi o hal, gözlerini önüne gelir, belirir,
perdeler tümden kalkar, o bulusmaya ulasır-giderler. Bunlar da peygamberlerle
erenlerdir.
Dostlara ısmarıcım olsun (*), içyüzden anlam gelinleri size yüz gösterdi, gizli seyler
açıldı mı, sakının-sakının, onu yabancılara söylemeyin, anlatmayın; duydugunuz su
sözlerimi herkese söylemeyin. Çünkü "Hikmeti, ehli olmayandan baskasına vermeyin;
ona zulmetmis olursunuz; ehlinden de esirgemeyin, ehline zulmedersiniz" denmistir.
Eline bir güzel, bir sevgili geçse, ben seninim, beni kimseye gösterme; evinde gizle
dese onu çarsılarda-pazarlarda dolastırman, herkese, gel de sunu bir gör demen,
91
yerinde bir is midir; o sevgilinin de hiç hosuna gider mi bu is? Onlara gitmez amma sana
da kızar. Ulu Tanrı, bu sözleri onlara haram etmistir.
Büyük kisilerin kadehinde yeryüzünün de bir payı var.
Hani cehennemlikler, cennetliklere, “nerde verginiz, nerde adamlıgınız? Tanrının size
verdigi, bagısladıgı seylerden birazcıgını sadaka olarak, kulların gönüllerini almak için
döküp saçsanız, bize bagıslasanız ne olur ki?
Çünkü biz bu atesin içinde yanıyor, eriyoruz; o meyvelerden birazcıgını verseniz, o
arı-duru, soguk mu soguk cennet sularından bizim de canımıza dökseniz ne çıkar ki?”
diye bagırırlar ya...
Cehennemlikler, cennettekilere; “sudan, Tanrının size rızk olarak verdigi seylerden bize
de dökün-saçın” derler; cennettekiler de derler ki: “Gerçekten de Allah her ikisini de
kâfirlere haram etmistir.”
Cennettekiler, “onu Tanrı haram etmistir size” derler; “bu nîmetin tohumu dünyada
ekilecekti; mademki orda ekmediniz, ekmeye de çalısmadınız, burada ne biçeceksiniz,
ne elde edeceksiniz? Büyüklük etsek de size versek bile mademki Tanrı, onu size haram
etmistir, bogazınızı yakar, bogazınızdan asagıysa gitmez o. Bir keseye koysanız kese
yırtılır, dökülür-gider”.
Iste tıpkı bunun gibi. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ’nın yanına,
münâfıklardan, yabancılardan bir topluluk geldi. Sahâbe, gizli seyleri anlatmada,
92
Mustafâ’yı övmedeydi. Peygamber, üstü kapalı olarak sahâbeye buyurdu ki:
"Kaplarınızın agızlarını kapatın." Yâni testilerin, kâselerin, tencerelerin,
kapların-kacakların, küplerin agızlarını örtün; örtülü tutun; pis, zehirli hayvanlar vardır;
testilerinize düserler Tanrı esirgesin; siz de bilmeden o testiden su içersiniz; size ziyanı
dokunur. (Mustafâ) böylece onlara, yabancılardan hikmeti gizleyin; yabancıların önünde
agzınızı-dilinizi kapatın; çünkü onlar fârelerdir; bu hikmete, bu nîmete lâyık degildir onlar
buyurdu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Tapımızdan kalkıp dısarıya giden o bey, sözümüzü etraflıca anlamadı amma kısaca
anladı ki biz onu gerçege çagırmadayız. Onun o yalvarısını, o bas sallayısını, o sevisini
anlayıs yerine tutuyoruz. Hani bir köylü, sehre gelir de ezan sesini duyar; ezanın
anlamını etraflıca anlamaz amma maksat nedir, bunu anlar ya
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Mevlana Fihi Ma Fih Adlı Eseri 1
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Mevlana Fihi Ma Fih adlı eseri
» Mektubat-ı Mevlana Halid Zülcenaheyn 52. Mektup
» İmamı Azamın el-'Âlim ve'l-Müte'allim adlı Eseri

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
buharalıbilvanisli.com :: İslam Ahlakı ve Tasavvuf :: Nakşibendi :: Mektubat-ı Rabbani :: Mektubat-ı Hazret :: Minah :: İşaretler :: Gavs Abdulhakim (k.s.a) Sohbetler :: Diğer Tasavvufi Eserler-
Buraya geçin: