buharalıbilvanisli.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

buharalıbilvanisli.com

Sofilerin Buluşma Noktası Buhara
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
buharalıbilvanisli.com Son Konular
KonuYazanGönderme Tarihi
Salı Şub. 08, 2011 11:13 am
Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am
Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm
Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm
Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am
Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 9:37 am
Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm
Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am
Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am
Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm
Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm
Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am
Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm
Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am
Similar topics

 

  İmâm-ı Ahmed Rabbânî ks

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
gespenst

gespenst


Mesaj Sayısı : 588
Kayıt tarihi : 24/06/10
Nerden : ANKARA

 İmâm-ı Ahmed Rabbânî ks Empty
MesajKonu: İmâm-ı Ahmed Rabbânî ks    İmâm-ı Ahmed Rabbânî ks Icon_minitimePerş. Haz. 24, 2010 7:54 am

Ahmed Sa'îd Fârûkînin oğlu Muhammed Mazherin (Menâkıb ve Makamât-i Ahmediyye-i Saîdiyye) kitabından tercüme edilmiştir:

Âriflerin kutbu, hakîkat sahiplerinin rehberi, Evliyâ-i kiramın kıdvesi, Allahü teâlânın sevgilisi, ikinci binin yenileyici ve nûrlandırıcısı, Allahü teâlâya yaklaşanların kalblerinin kıblesi, silsile-i zehebin eşsiz halkası, Ahmed-i Fârûkî Serhendînin babası Abdülehaddir. Onun babası Zeynel'âbidîn, onun babası Abdülhayy, onun babası Muhammed, onun babası Habîbullah, onun babası imam-ı Refî'uddîn, onun babası hâce Nûr, onun babası Nasireddîn, onun babası Süleymân, onun babası Yûsüf, onun babası Şu'âyb, onun babası Ahmed, onun babası Yûsüf, onun babası Şihâbüddîn (Ferruh Şâh ismi ile meşhûrdur), onun babası Nasireddîn, onun babası Mahmûd, onun babası Süleymân, onun babası Mes'ûd, onun babası Abdüllah vaiz-i esgar, onun babası Abdüllah vâiz-i ekber, onun babası Nâsır, onun babası Abdüllah ibni Ömer, onun da babası Hz. Ömer-ül-Fârûktur.

İmâm-ı Rabbânînin baba ve dedelerinin hepsi ilim ve ihlâs sahibi olup, zamanlarının meşâyıhından, ekâbirinden idi. Hepsi çok muhterem ve Evliyâ-i kiramdan idi.
Mevlânâ Ahmed-i Nâmıkî Câmî ve Halîlullah-ı Bedahşî gibi büyük Velîler, imam-ı Rabbânînin geleceğini önceden haber vermişlerdi. Hattâ, Resûlullah efendimiz, onun geleceğini müjdelemişti. İmâm-ı Süyûtî (Cem'ul cevâmi') kitabında, bu hadis-i şerifi, İbni Mes'ûd Abdürrahman ibni Yezîdden, O da Hz. Câbirden rivayet ederek bildiriyor. Hadis-i şerif budur: (Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile, çok çok kimseler Cennete girer. ) (Sıla), birleştirici demektir. Tasavvufu fıkh bilgileri ile birleştirdiği için bu ism, İmâm-ı Rabbânîye verildi. Zamanın âlimleri, Ona bu ism ile hitâb eylediler. Kendisi de, oğlu Muhammed Mâsuma yazdığı bir mektûbda, (Beni iki derya arasında sıla yapan Rabbime hamd ederim) diye buyurmaktadır.

Dokuzyüzyetmişbir 971 hicrî kamerî senesinde dünyaya teşrîf eyledi, binotuzdört 1034 [m. 1624] senesinin Safer ayının yirmidokuzuncu salı günü vefât eyledi. Daha çocuk iken, mübârek, temiz alnında, olgunluk, vilâyet ve hidâyet nûrları parlıyordu. Çok küçük iken, şâh Kemâl Kihtelî-yi kâdirînin bereketli nazarlarına kavuşmuştu. O ânda nisbet-i kâdiriyyeyi Ona ilkâ eylemişti.

Kısa zamanda Kur'an-ı kerimi ezberledi. Sonra babasından ve zamanın en büyük âlimlerinden ilim tahsîl eyleyip, büyük âlim oldu. Yüksek babasından çok istifâde eyleyip, huzurunda tevhîd marifetlerine kavuştu. Çeştiyye ve Kâdiriyye silsilelerinde irşâd icâzeti aldı. Babasının kâim-i makamı oldu. Onyedi yaşında, zâhirî ve bâtınî (kalbe âid) ilimlerin üstâdı oldu. Bunları neşretmeye ve büyük iki yolda talebe yetiştirmeye başladı. Nakşibendiyye büyüklerinin kitaplarını seve seve okur, bu yolun büyüklerinden birine kavuşmağı cândan arzu ederdi. Bu arzu ve iştiyâkını bu yolun büyüklerinden, irşâd ve hidâyet sahibi, islâmiyetin kuvvetlendiricisi, hakîkatlar sahibi, hâce Muhammed Bâkînin eşsiz sohbet ve huzuruna kavuşuncaya kadar kalbinde sakladı.

Tâlibleri, Allahü teâlâya yaklaştırıcı, gizli bir kuvvet ile çok yüksek makamlara çeken bu huzura kavuşunca, bu büyüklerin yoluna girdi. Hizmetlerine sarılıp, sohbetin edeblerini titizlikle gözeterek, iki ay ve birkaç gün içinde, Nakşibendiyye nisbetine kavuştu. İlmler ve marifetler, nisân yağmuru gibi, mübârek kalbine akmaya başladı. Üstâdı, hâce Bâkî-billâh, çok defa: (Ahmed, murâdlardan ve mahbûblardandır) buyururdu. Çabuk ilerlemelerinin sebebi de, bu idi. Cihânı aydınlatan bir güneş gibi oldu. Hocası kendisine en yüksek makamlara çıktığını ve herkesi de çıkarabileceğini ve Allahü teâlâya yakınlıklarını müjdeledi ve kendisine buyurdu ki: (Hocam Emkengîden icâzet alıp Hindistâna dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rü'yâda bana, sen bir kutbun civârındasın, dediler ve kutb olan zatın şemâilini gösterdiler. İşte siz, o zatsınız. Yine Serhendden geçerken, gördüm ki, göklere kadar yükselen bir meş'ale yanmış, şarktan garba kadar bütün dünya, bu meş'alenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meş'alenin ziyâsının gittikçe arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını müşâhede ettim. Bu rü'yâyı, sizin dünyaya geleceğinize bir müjdeci, bir işaret biliyorum).

Hâce Bâkî-billâh, imam-ı Rabbânîyi mutlak icâzet ile Serhend şehrine gönderirken, kendisi makamından çekilip, bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini ve yetişmesini Ona havâle eyledi ve (Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir. Bu ümmette onun gibi ancak iki üç dâne vardır. Şimdi ise, gök kubbe altında, onun gibisi yoktur. Kendimi onun tufeylîsi [talebesi] biliyorum. Onun marifetinin hepsi doğru ve Peygamberlerin beğendiği şekildedir) buyurdu. Hattâ, diğer talebeleri gibi, hocası da, feyzlenmek ve nûrlanmak için, onun sohbetine devam ederdi.

İmâm-ı Rabbânî, yüksek derecelere ve eşsiz makamlara kavuşmuş olarak Serhende gelip, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenleri yetiştirmekle meşgûl oldu. İrşâd sesleri dünyaya yayıldı. Hidâyet âvâzları, kalbleri behâr gibi yapıp, nice yenilikler, yeşillikler, zuhûra geldi. Kutb-ül-aktâb davulu, onun ismiyle çalındı. Vilâyet derecelerine kavuşmak, onun bir iltifâtı ile nasip oluyordu. Ebdâller ve Evtâdler, onun huzuruna koştu. Vilâyet nûrları, kerâmet bereketleri, dil ile anlatılacak, yazı ile bildirilecek cinsten değildir. Dalâlet ve şaşkınlık sahrâsında kalanlar, onun sohbetinde hidâyete kavuştu.

Uzaklık denizinde boğulmak üzere olanlar, yakınlık sâhiline, onun bir iltifâtı ile erişti. Hakîkat ve marifet tâlibleri, karınca gibi etrâfına üşüştü. Sultânlar, kumandânlar ve vâlîler, pervâne gibi bu hidâyet kaynağının ışığı ile aydınlandı. Huzurunda, talebeye nisân yağmuru gibi gelen feyzlere, yedi kat gökteki melekler gıbta eder oldu. Her tarafta, âlimler ve fâdıllar, onun büyüklüğünü, kerâmetlerini işiterek, vilâyet saçan kapısının eşiğine yüz sürmek için acele ettiler. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran teveccühleri ve nazarları bereketi ile, huzura, nûra ve hiç uğraşmadan müşâhedeye ve çile çıkarmadan, tevhîde kavuştular. Vahdet denizine dalmadan, ehâdiyyet deryasında yok olmaları, hiç zahmetsiz hâsıl oldu. Kesrette vahdetin müşâhedesi, muhabbet cezbeleri ile gönül marifetleri, küçük bir iltifâtlarının semeresi oldu. Ahrâriyye nisbeti yeniden kuvvetlendi. Hattâ onun bereketli gayretleri ile bütün dünyaya yayıldı. O zamana kadar bilinen sülûk ve cezbenin ötesinde, başka nisbetler ele geçti. Ondan önce gelenlerin, iftâr etmeden oruç tutmaları, kırk gün çile çekmeleri, aç ve susuz durmaları, insanlardan uzaklaşmaları, onun huzurunda yetişenler için, özenilecek birşey olmaktan çıktı. Amellerde ve ibâdetlerde itidal üzere olmak, duâ ve tâatlerde sünnete tâm yapışmak, onların yerini aldı. Yıllarca riyâzet çekmekle ele geçebilenler, onun bereket ve teveccühü ile, hemen hâsıl oluyordu. Mübârek zatı, Allahü teâlânın büyük nîmeti ve Resûlünün vekîli oldu. Nihâyetsiz yolların rehberliği, önderliği ona verildi. İkinci bin yıllarının müceddidi oldu. Böylece, kıyâmete kadar, her kime feyz ve bereket gelse, onun vâsıtası ile gelir. Yeni yeni ilimleri, duyulmayan marifetleri, kimsenin haber vermediği sırları ve kimsenin kavuşamadığı garîb keşfleri ile, yeni bir yol açtığı güneş gibi meydandadır.

Her yüz sene başında bir (Müceddid), [dîni kuvvetlendirici] gelir. Ammâ, yüz senede gelen müceddid ile, bin senede bir gelen müceddid arasında çok fark vardır. Yüzle bin arasında ne kadar fark var ise, bu iki müceddid arasında da o kadar, hattâ daha çok fark vardır.
Müceddid, o müddet içinde herkese onun vâsıtası ile feyz ve bereket gelen zattır. Kutblar, Evtâd, Büdelâ ve Nücebâ dahî ondan feyz alırlar.

İmâm-ı Ahmed Rabbânînin vakti şöyledir ki, eski ümmetler zamanında dünyanın zulmet ile dolduğu yıllarda, ülül'azm bir Peygamber gelir ve yeni bir din getirirdi. Ümmetlerin en hayrlısı, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Bu ümmetin Peygamberi de, Peygamberlerin sonuncusudur. Bu ümmetin âlimleri, Benî-İsrâîlin Peygamberleri gibidir. Hadis-i şerifte, böyle olduğu bildiriliyor. Bu ümmette âlimlerin varlığı kâfî görüldü. Böyle bir vaktte, yâni Peygamber efendimizden bin sene sonra, marifeti tâm, âlim ve ârif bir zat lâzımdır ki, eski ümmetlerdeki ülül'azm bir Peygamberin yerini tutsun. Zîrâ, bu ümmetin âhıri, Peygamber efendimizin vefâtından bin sene sonradır. Çünkü, bin sene geçmesinde büyük bir husûsiyyet ve işlerin değişmesinde kuvvetli te'sîrler vardır. Bu ümmette ve bu dinde değişiklik olmıyacağına göre, şüphesiz geçmişlerdeki nisbetin ve o sağlam yolun, sonra gelenlerde yeniden kuvvetlenmesi zarûrîdir. Böylece, imam-ı Ahmed Rabbânînin mübârek zatını, nübüvvet ve risâletin bütün kemâlâtini câmi kılıp, bu yüksek makam ile diğerlerinden ayırdılar. Onun şaşılacak ilimlerine, Zat-i ilâhiyyeye âid marifetlerine, temiz ahlâkına ve hâlleri, mevâcid ve tecellîleri ve zuhûrları bildiren sözlerine ve yazılarına bakanlar, bunu gayet iyi anlar. Çünkü, bunlar islâmiyetin özü, dînin esası ve Allahü teâlânın zatına, sıfatlarına âid ilimlerin hülâsasıdır. Kâbe-i muazzamanın hakîkati, Kur'an-ı kerimin hakîkati, namazın hakîkati, mabüdiyyet-i sırfa, muhabbetin; hıllet, muhibbiyyet ve mahbûbiyyet gibi dereceleri, te'ayyün-i vücûdî, te'ayyün-i hubbî, lâ-te'ayyün mertebesi, mahlûkatın mebde-i te'ayyünlerinin zuhûru, Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i te'ayyünleri, talebenin isti'dâdlarının hangi sıfat ve ism-i ilâhî ile münâsebeti olduğu, Evliyânın meşrebleri, hangisi Muhammedî-ül meşreb, hangisi İbrâhîm-ül meşreb... muhibbiyyet ve mahbûbiyyet-i zatiyye ile olan kendi vilâyetleri, bunların husûsiyyetlerinin hakîkî hüviyyetleri, kayyûmluğun hakîkati, sabahat ve melâhatin esrârı ve bu iki güzelliğin karışması ve daha nice esrâr ve mânalar, Allahü teâlâ tarafından ona ihsân edildi. Daha önce gelen Evliyâdan hiçbirisi bunlardan bahs etmedi. Bunların tafsîli, üç cilt (Mektûbat) kitaplarında ve diğer yedi risâlelerinde yazılıdır.

İmâmın keşf ve kerâmetleri sayısızdır. Teberrüken birkaçını yazalım:
1 - Birgün tâliblerden biri, İmâma bir mektûb yazıp, (Sizin bu beyan ettiğiniz makamlar, Eshâb-ı kirâmda hâsıl olmuş mu idi, yoksa olmamış mı idi? Eğer hâsıl olmuşsa, bir defada mı hâsıl oldu, yoksa tedrîcen mi?) diye sordu. İmâm buyurdu ki, bu suâlin cevabı ancak sohbette verilir. Soran kimse, huzuruna ve sohbetine geldi. İmâm onun hâline teveccüh edip, kendindeki bütün nisbetleri ona ihsân eyledi ve (Ne gördün?) buyurdu. Hz. İmâmın ayaklarına kapandı ve (Resûlullahın bir sohbeti ile,
Eshâb-ı kirâm vilâyetin bütün makamlarına kavuşmuşlardır) şimdi anladım, diye arz etti.
2 - Mevlânâ Yûsüf hasta idi. Ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî, onu ziyârete geldi. Mevlânâ Yûsüf teveccüh ve himmet istedi. İmâm, murâkabe ile meşgûl olup, onu Fena ve Bekâ makamlarına kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu tamam eyledi ve aynı ânda Allaha kavuştu.
3 - Talebesinden bazısı, Gavs-ül-a'zamı, yâni Abdülkâdir-i Geylânîyi ziyâret etmeği, İmâma, arz ettiler. Sustu ve Gavs-ül-a'zamın ruhuna teveccüh eyledi. Mübârek ruhu göründü ve talebelerinin büyükleri ile teşrîf eyledi. İmâmın orada bulunan talebesi, gelenleri ziyâret edip, istifâde ettiler.
4 - Cüzzam (Miskin) hastalığına yakalanan bir kimse, İmâmdan, şifâ için duâ istedi. Teveccüh eyledi. Cüzzam hastalığından kurtulup, tâm bir şifâ buldu.
5 - Halkada dâimâ Kur'an-ı kerim okuyan bir hâfız, ağır şekilde hastalandı. Herkes Ümidi kesmişti. İmâm-ı Rabbânî, onu himâyem altına aldım, buyurdu. Hemen iyi oldu.
6 - Seferde iken arkadaşları ve talebesi havanın boğucu sıcaklığından çok sıkıldı. Ondan, merhamet istediler. İmâm, Allahü teâlâya ilticâ etti. O ânda bir parça bulut göründü ve hafîfce yağmur yağdı. Sıcaklık geçti. Toz kalmadı.
7 - Muhlislerinden birkaçı, uzak bir yerde Hindûlara âid bir puthâneyi boş bulup, putları kırdılar. Putperestler, her taraftan ellerinde silâh ve kılınçlar olduğu hâlde, etrâflarını çevirdiler. Bu muhlisler, İmâma sığınıp, yardım istediler. İmâm-ı Rabbânî orada göründü ve buyurdu ki, (Hiç üzülmeyin! Size gâibden yardım geliyor). Birçok süvârî görünüp, bu azîzleri kâfirlerden korudular.
8 - Talebesinden biri, sahrâda arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu. İmâma sığınıp, imdâd diledi. İmâm, elinde baston ile göründü ve o kükremiş arslana şiddet ile vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kurtuldu.
9 - Çok uzak bir memlekette bulunan bir azîz İmâmın medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde misafir kaldı. İmâmdan istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neşeli olduğunu söyleyince, ev sahibi, Hz. İmâmı kötülemeye ve hakkında ağza alınmayan şeyler söylemeye başladı. O azîz, çok üzüldü. Mahcûb oldu. İmâma sığınıp kalbinden yalvardı: (Ben, yalnız Allah rızası için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahs, beni bu saadetten mahrum etmek istiyor) dedi. İmâm-ı Rabbânî, tam bir kızgınlıkla, yalın kılınç zâhir olup, hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzurlarına kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm, (Gece olanı, gündüz anlatma) buyurup, setr-i kerâmet eyledi.
10- İmâmı inkâr edenlerden biri, İmâmın talebesinden birini evine götürdü. Önüne yemek koyup, kendisi de İmâm-ı Rabbânîyi kötülemeye başladı. O talebenin cânı sıkıldı. İmâmın yanına dönmek istedi. Gayret-i ilâhiyyeden münkirin birdenbire bütün azası, birbirinden ayrıldı ve bedeni parça parça oldu. Talebe korktu. Evden dışarı çıktı. İmâmın yanına geldi. Âdetleri üzere kapının önünde duruyordu. Talebesinin elini tutup, o münkirin evine götürdü. İçeri girdiler. Ölünün dirilmesi için Allahü teâlâya duâ eyledi. Münâcâtta bulundu. Allahü teâlâ kabûl buyurdu. Bir müddet sonra kalktılar. Talebesine, (Ben hayatta kaldıkca, bu olanı kimseye söyleme!) buyurdu.
11 - Birgün talebesinden on kişi aynı akşam İmâmı iftâra dâvet ettiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı ânda, hepsinin evinde hazır bulunup, iftâr ettiler.
12 - Birgün buyurdu ki, Kâbe-i muazzamayı tavâf arzum o kadar ziyâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allahü teâlânın lutfü ile, bu şevk ve iştiyâk câzibesinde, Kâbe-i şerifeyi yanımda gördüm ve tavâf ile şereflendim.
İmâm-ı Ahmed Rabbânînin mübârek kalemlerinin dilinden ve dil kalemlerinden çıkan sözlerinden de, birkaç dâne yazalım:
Buyurdu ki: Görülen ve bilinen herşey, mukayyeddir. [Başka şeylere bağlılığı vardır. ] Maksûd ve matlûb [olmaya lâyık] değildirler. Matlûb [olmaya lâyık] olan, bütün kaydlardan, bağlardan münezzeh ve müberrâ olandır. O hâlde, Onu, görmenin ve bilmenin ötesinde aramak lâzımdır.
Buyurdu ki: Seyr ve Sülûk, ilimde hareketten ibârettir.
Buyurdu: Evliyâ-ullahı başkalarının tanımasından örten perde, insanlık sıfatlarıdır. Diğer insanların muhtaç olduklarına bunlar da muhtaçdır. Evliyâlık, bu ihtiyacı bunlardan kaldırmaz.

Buyurdu: Allahü teâlâ, Evliyâ kullarını öyle saklamıştır ki, kendi zâhirleri bile kalblerindeki kemâlâttan habersizdir. Nerde kaldı ki, başkaları onların hâlini bilsin.
Buyurdu: Yâ Rabbî! Bu nasıl iştir ki, kendin için Evliyâ yaptın. Onların bâtınları, (yâni kalbleri) ab-ı hayattır. Bir katre tadan, ebedî hayatı bulmuş, Se'âdet-i Ebediyyeye kavuşmuş olur. Zâhirleri, yâni dış görünüşleri ise, öldürücü zehirdir. Yalnız zâhirlerine bakan, ebedî ölüme duçâr olmuştur.
Buyurdu: İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. Vilâyet makamlarının sonu, abdiyyet (kulluk) makamıdır. Bunun üstünde makam yoktur.

Buyurdu: Binlerce kimseden bir dânesini ihlâs devleti ve rıza makamı ile şereflendirirler. Maksat olan ihlâs ve rıza, bu fakire, bu yolda tâm on sene sonra verildi. Bunların özü, hakîkati, Peygamber efendimizin sadakası olarak, tamamen açıklandı. Bunun için, Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun!

Buyurdu: Bu büyüklerin yolu çok kıymetli, pek azîzdir. Sünnete uymak esası üzerine kurulmuştur. Şimdi Resûlullahın sünnetlerinden bir sünneti ihyâ etmekten (diriltmekten) başka bir arzum yoktur. Hâller, mevâcid ve zevkler, isteyenlerin olsun. Kalbi, büyüklerin nisbeti [yoluna girmek] ile mamur etmeli, zâhiri tamamen ahkâm-ı islâmiyye ile süslemelidir. [Ahkâm-ı islâmiyye, emirler ve yasaklar demektir. ]

Buyurdu: Hindistâna Peygamberler gönderilmiştir. Onların mezarlarının üzerinde parlak nûrlar görüyorum. İstesem hepsinin mezarını gösteririm! Fakat insanlar, böyle sözlere pek inanmazlar.

Buyurdu: İnsanlar, riyâzet çekmek deyince, açlık çekmeyi ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emrettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır.

Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yimek istediği hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.
Buyurdu: Server-i kâinâtı gördüm. Benim için bir icâzet yazdı ve buyurdu ki, (Eshâbımdan sonra, bu güne kadar, hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım. Bana müjde verdi ki, yarın kıyâmet günü, binlerce insan, senin şefaatinle Cennete girer). Beni ilm-i kelâmda müctehid eylediler.

Buyurdu: İslâmiyeti gördüm. Bir kervânın kervanserâya inmesi gibi, bizim yanımıza indi, deyip, mescidlerine ve dergâhlarına işaret eylediler.
Buyurdu: Bir sabah İmâm-ı a'zamın, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Kendimi onların nûrları içine dalmış buldum. Bu büyüklerin nisbetinde husûsî bir fena buldum. Bunun gibi, daha sonra, imam-ı Şâfi'înin, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Bu defa, beni onların nûru kuşattı. Bunların nisbetinde de fânî oldum.
Buyurdu: Gavs-ül'a'zam, Kâdirî meşâyıhı ile yanıma geldiler. Bu büyüklerin gelmesi bereketi ile, kendimi Kâdirî nisbetinin (yolunun) nûrları içinde buldum. Kalbimden: (Beni Nakşibendî büyükleri yetiştirdi. Şimdi nasıl oluyor da, Kâdirî yolunun te'sîri bende daha fazla görülüyor?) diye düşündüm. Bu ânda, Hz. hâce-i cihân Behâüddîn-i Buhârî talebeleri ile birlikte saadet ile teşrîf eylediklerini ve Gavs-üs-sekaleynin karşısında oturduklarını gördüm. Onlara hitâben buyurdu ki: (Ahmed bizdendir. Kemâl ve tekmîl mertebesine bizim terbiyemizle kavuştu. ) Bu konuşma esnâsında, Çeştiyye ve Kübreviyye büyükleri de geldiler. Kendi nisbetlerini kalbime akıttılar. Yeniden icâzet verdiler. Eskiden bende olan bu büyüklerin nisbeti kuvvetlendi ve daha parlak oldu. İstersem bütün bu yollardan talebeyi kemâle erdirebilirim.
Buyurdu:Bir gün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken, (Allahü teâlâ için alçalanı, Allahü teâlâ yükseltir) hadis-i şerifi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: (Seni ve kıyâmete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül edenleri magfîret eyledim. )

Buyurdu: Erkeklerden ve kadınlardan bizim yolumuza girmiş olanların ve kıyâmete kadar, vâsıtalı ve vâsıtasız girecek olanların hepsini bana gösterdiler. İsmlerini, soylarını ve memleketlerini bildirdiler. İstersem, hepsini bir bir sayarım. Hepsini bana bağışladılar.

Buyurdu: Bana, (Sen kimin cenâzesinde bulunursan, Allahü teâlâ onu affetmiştir) diye müjdelediler. Ve yine ilhâm olundu ki, (Hangi ölünün affını istersen, ondan azâbı kaldırırlar). Yine ilhâm buyuruldu ki, (Senin kabrinin toprağından bir mezara bir avuç toprak atsalar, o kimse mağfiret-i ilâhiyyeye kavuşur). [Yâ o mezarda yatanın hâli nasıl olur?]

Buyurdu: Allahü teâlânın bu fakiri mümtâz eylediği yolun esası, temeli, sonda kavuşulan hâllerin başlangıca yerleştirildiği Ahrâriyye yoludur. Bu esas üzerine binâlar ve köşkler kuruldu. Bu temel, bu kadar sağlam olmasaydı, şimdiki durum böyle olamazdı. Bu kıymetli tohmu, Buhârâ ve Semerkanddan getirip, aslı Medîne-i münevvere ve Mekke-i mükerreme toprağından olan, Hindistâna ektiler. Fazîlet ve ikrâm suyu ile senelerce suladılar. İhsân ile büyüttüler. Olgunlaşıp, kemâle gelince, şimdiki ilim ve marifet meyveleri hâsıl oldu.
Buyurdu: Bize bildirildi ki, Hz. Mehdî, bizim bu nisbetimizde bulunacak, bizim marifet ve hakîkatten yazdıklarımızı okuyacak ve kabûl edecektir.
Buyurdu: Allahü teâlâ, fadl ve keremi ile, bir kulda bulunabilen bütün kemâlâtı, [Nübüvvet makamından başka hepsini] bize ihsân eyledi.
İmâm-ı Ahmed Rabbânînin fazîletleri ve husûsiyyetleri anlatılmakla bitmez. Allahü teâlâ, husûsî ihsânı ile, onu Peygamber efendimize yedi derecede de mutâbe'at (uymak) ile şereflendirdi. [Resûlullah efendimize tâbi olmanın yedi derecesi (Se'âdet-i Ebediyye) kitabının otuzuncu [30] maddesinde uzun olarak bildirilmektedir. ] Kur'an-ı kerimin müteşâbihât ve mukattââtındaki esrâra mahrem eyledi. Sâbıklar kemâlâtına ulaştırdı. [Sâbıklar Peygamberlere ve Eshâblarının yükseklerine denir. ] Kayyûm-i âlem kılındı. Ona tufeylî olarak, talebesinden bazısı kutbluk makamına ulaştı. Cezbe ve sülûkün, seyr-i âfâkî ve enfüsînin ötesinde, yeni bir yol meydana geldi.

Onun tasarruflarının bereketi ile islâm dîni, bilhâssa Hindistânda, çok kuvvetlendi. Ekber şâh zamanında yıkılan, ihmâl edilen islâm eserleri yenilendi. Çok kâfirler, onun elinde müslüman oldu. Binlerce fâsık tevbe eyledi. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm hân, Nevvâb Ferîd Mürtedâ hân, Muhammed a'zam hân ve daha birçok kuvvetli, kudretli vâlî ve kumandanları te'sîrli mektûbları ile islâmiyeti kuvvetlendirmeye, yaymaya, ehl-i sünnet vel-cemaat îtikatını beyan etmeye teşvîk ve muvaffak eyledi. Bu cemaat de, emr-i şeriflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarf edip, dînin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Öyle oldu ki, bid'at ve küfür zulmeti îman ve sünnet nûru hâlini aldı. Yüksek talebelerini, insanlara zâhirî ilimleri ve bâtınî marifetleri öğretmek için her tarafa dağıttı. Meselâ mevlânâ Hamîd-i Bengâlî, mevlânâ Muhammed Sıddîk-ı Bedahşî, şeyh Müzemmil, mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, mevlânâ Ahmed-i Rivenbî, Kerimeddîn-i Hasen-i Ebdâlî, Hasen-i Berkî, mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, mevlânâ Hâşim-i Kişmî, mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî, Yûsüf-i Berkî, hâcı Hıdır-i Efgânî, hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri gibi.

Bunlar, İmâmın seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Vilâyet makamına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebesine çok ulvî müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zatların sohbetlerine kavuşmalarını teşvîk eylemiştir. Talebesinden bazılarını vilâyet ve kutbluk mansabı ile müjdelemiştir.
Nûr Muhammed Pünti: Talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında, o ricâl-ül-gaybdendir. Yâ Nukabâdan, yâhut Nücebâdandır, buyurdu.
Bedî'uddîn-i Sehârenpûrî: Rü'yâda Peygamber efendimizden çok inayet ve iltifâtlara kavuştu. Kendisine, (Sen Hindistânın sirâcısın, kandilisin) buyurdu. Zamanın kutbu olmak saadetine de kavuştu.

Mevlânâ Ahmed-i Berkî: Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu da memleketinin kutbu olma şerefine nâil olmuştur.
Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lâhorî: Kendi memleketinin kutbu olmakla şereflendi. Allahü teâlâ kendisine: (Senin teveccüh ettiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana bî'at edeni bağışladım) diye ilhâm eyledi.
Seyyid Âdem-i Bennûrî: Daha ilk teveccühde ve hattâ telkîn ânında, talebeyi Fenâ-i kalbî makamına ve Nisbet-i hâssaya ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola (Ahseniyye) diyorlar. İşte bu kendi yolu ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu beşâreti, imam-ı Rabbânî, şu sözleri ile kendisine verdiler: (Size bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin yolunuza tevessül eden, mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolunuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar). Dörtyüzbinden ziyâde kimse ellerinde tevbe etti. Bin dâne kâmil talebesi vardı. Medîne-i münevvereye gidince, Resûlullah selâmını almış ve pekaz kimseye bile nasip olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada bir ses duyuldu: (Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!) Hakîkaten, Medîne-i münevverede vefât etti.
Seyyid Muhammed Nû'mân-ı Bedahşî: İmâm-ı Rabbânî, bir mektûbunda buna: (Sizin kemâl hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aks etti) yazdı. Kutb olduklarını da kendilerine müjdeledi. İrşâdları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allahü teâlâya yaklaştırdı. Zamanın pâdişâhı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu Dekkenden çağırıp yanında muhâfaza eyledi. Buyurdu ki: Peygamber efendimizi rü'yâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk, O Serverin yanında idi. Buyurdu ki, (Yâ Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu'mâna söyle, Ahmedin makbûlü, benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür. Ahmedin merdûdünü ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz). İmâm-ı Ahmed Rabbânînin makbûllerinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürûra kapıldım. Bu huzur içerisinde iken, tekrar buyurdular: (Oğlum Muhammed Nu'mâna de ki, senin makbûlün, Ahmedin makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allahü teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, Ahmedin, benim ve Allahü teâlânın merdûdüdür).


ALLAH sırrını artırsın.....amin
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İmâm-ı Ahmed Rabbânî ks
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İmam Ahmed B. Hanbel (164 — 241 H.)
» Mektubat-ı Rabbani 292. mektup (Çok önemli)
» E-Kitap / Abdulkadir Geylani / Fethur Rabbani

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
buharalıbilvanisli.com :: Tasavvufi Sohbetler :: Sadatı Nakşibendi Büyükleri-
Buraya geçin: