buharalıbilvanisli.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

buharalıbilvanisli.com

Sofilerin Buluşma Noktası Buhara
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
buharalıbilvanisli.com Son Konular
KonuYazanGönderme Tarihi
Salı Şub. 08, 2011 11:13 am
Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am
Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm
Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm
Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am
Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 9:37 am
Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm
Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am
Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am
Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm
Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm
Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am
Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm
Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am
Similar topics

 

 El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî)

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî) Empty
MesajKonu: El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî)   El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî) Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:26 pm

El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî)
Bismillâhirrahmânirrahîm
Her kitâbın ve makâlenin başında, kendisine hamd ile başlanan Allahü
teâlâya hamd ederim. Risâlet ve nübüvvet sâhibi Muhammed Mustafâya
“sallallahü aleyhi ve sellem”, âline ve eshâbına “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” salât ve selâm olsun!
Ey din kardeşim! Benden ilmlerin gâyesini ve sırlarını, mezheblerin
insanı helâke götürenlerini ve özelliklerini açıklamamı istedin. Birbirine zıt
olan çeşidli fırkaların ve yolların arasından hakkı bulup, ortaya çıkarmak
için çekdiğim sıkıntıları, taklîdden kurtulup, doğru i’tikâda nasıl ulaşdığı-
mı bildirmemi istedin.
Önce kelâm ilminden fâidelendiğim noktaları, ikinci olarak hakîkate
ulaşmakda, sâdece ma’sûm kabûl etdikleri imâmlarını taklîd etmeyi kâfî
gören ehl-i ta’lîmin (İsmâ’îliyye, bâtıniyye fırkasının) yollarını nasıl bulduğ
umu soruyorsun. Üçüncü olarak da, hakîr ve hafîf gördüğüm felsefecilerin
yollarını soruyorsun. Netîce olarak tesavvuf yolunu beğenip,
kabûl etdiğimi, tesavvuf ehlinin sözlerini ve hâllerini incelediğimde, öğ-
rendiğim hakîkatlerin bende bırakdığı intibâları soruyorsun.
Yine Bağdâdda pekçok talebeye ders verip, ilmi yaymakda iken,
bundan niçin vazgeçdiğimi, uzun bir aradan sonra Nişâbura dönüp, tekrâr
ilm öğretmeğe başlamamın sebebini açıklamamı istedin.
Bunları sormakdaki samîmiyyetine inanarak, arzûnu yerine getirmek
için cevâbını yazıyorum. Bu husûsda Allahü teâlâdan yardım diler, ona tevekkül
ederim. Muvaffak etmesi için düâ ederim. Ona sığınarak derim ki:
Allahü teâlâ sizi doğru yolda bulunmağa, muvaffak etsin. Hakîkate
boyun eğmenizi kolaylaşdırsın. İnsanların, çeşidli din ve milletlerde bulunuşu
ve bir ümmetin çeşidli fırkalara ayrılması, bir çok insanın içinde bo-
ğulduğu derin bir denizdir. Çok az insan bu denizde boğulmakdan kurtulmuşdur.
Her fırka, kendinin doğru yolda olduğunu zan eder. [Mü’minûn
sûresi 53.cü] Âyet-i kerîmesinde meâlen: (Her fırka kendi din ve
mezhebine güveniyor, hak olduğuna inanıyor) buyuruldu. Bütün sözleri
hakîkat olan ve Peygamberlerin en üstünü olan Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, kendi ümmetinin de fırkalara ayrılacağını bildirmiş
ve (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan yalnız bir fırkası
kurtulacak) buyurmuşdur. Peygamber efendimizin haber verdiği gibi
oldu. [Eshâb-ı kirâm, kurtulan fırkanın kimler olduğunu sorunca, Peygamber
efendimiz, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve eshâbımın
gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurduğu gibi oldu.]
Gençliğimin ilk yıllarından ya’nî yirmi yaşımdan önceki bülûg çağı-
ma yakın bir zemândan beri ki, hep bu derin denizin dalgalarıyla mücâdele
ediyordum. Cesâretle derinliklerine dalıyordum. Her dürlü karmaşık
mes’elelerle uğraşıyordum. Bütün güçlükleri yenmeye çalışıyor, her uçuruma
atlıyordum. Her fırkanın i’tikâdını inceliyor, mezhebine âid sırları ortaya
çıkarmaya uğraşıyordum. Hangisinin hak, hangisinin bâtıl, hangisinin
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uygun ve hangisinin
bid’at üzerine kurulmuş olduğunu öğrenmeye çalışıyordum. Şimdi
elli yaşımı geçmiş bulunuyorum.
Bâtınîliğin bütün gizliliklerine varıncaya kadar inceledim. Zâhiriyyeye
mensûb olanların tutduğu yolun neden ibâret olduğunu araşdırdım. Her
felsefecinin felsefesinin iç yüzünü araşdırdım. Her kelâmcının sözünü ve
mücâdelesinin netîcesini anlamak için gayret etdim. Bir tesavvuf ehlinin
kalb temizliğine nasıl ulaşdığının sırrını anlamaya çalışdım. Bir âbidin çok
ibâdet etmesinin ona ne sağladığını araşdırdım. Allahü teâlâya inanmayan
bir zındıkın, bu inkâra cür’et etmesinin sebebini inceledim.
Gençliğimin ilk yıllarından beri, hakîkatleri kavramaya çok arzûlu olmam,
yaratılışımdan gelen bir âdetimdir. Bu benim elimde değildir. Allahü
teâlânın bana ihsân etdiği bir hâldir. Bu sâyede, i’tikâdda taklîdden kurtuldum.
Çocukluğumda örf ve âdete dayanan akîdeden sıyrıldım. Çünki,
hıristiyan çocuklarının hıristiyan, yehûdî çocuklarının yehûdî, müslimân
çocuklarının da müslimân olduğunu gördüm. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” bir hadîs-i şerîfde, (Bütün çocuklar müslimânlığa uygun
ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hı-
ristiyan, yehûdî ve mecûsî yapar) buyurdu.
Asl yaratılışın hakîkatını ve anneyi, babayı, hocayı taklîd etmekle elde
edilen akîdelerin, inançların esâsını araşdırmayı istedim. Bu taklîd ile
inanmanın başlangıcı telkîn ile idi. Telkîn ile başlayan bu taklîdleri birbirinden
ayırmak için, içime bir arzû düşdü. Hâlbuki bunların hangisinin hak,
hangisinin bâtıl olduğu husûsunda ihtilâşar vardı. Bunu nasıl yapabilirim
diye düşündüm. Dedim ki, benim asl arzûm, işlerin hakîkatini bilmekdir.
O hâlde, önce ilmin hakîkatini bilmem lâzımdır. Öyleyse ilmin hakîkati nedir?
Nihâyet ilmin hakîkati bana şöyle zâhir oldu. Yakîni sağlayan ilm öyle
bir ilmdir ki, onunla bilinen şeyler açıkca anlaşılır. Aslâ şübhe kalmaz.
O ilmde yanlışlık ve hatâ bulunmaz. Kalb böyle bir ihtimâle imkân bulamaz.
Hatâdan emîn olmak için, ilm öyle kuvvetli olmalıdır ki, birisi bu ilmin
bâtıl olduğunu iddi’â etse, da’vâsının doğruluğunu isbât için taşı altı
n, değneği yılan hâline getirse, bu durum o ilme sâhib olan kimseyi aslâ
şübheye düşürmez. Ben on sayısının üç sayısından büyük olduğunu
bildiğim hâlde, birisi üç sayısı on sayısından büyükdür. Bu sözüme inanman
için, değneği yılan hâline getireceğim dese, bunu yapsa, ben de görsem,
bu sebeble bilgimde bir şübhe meydâna gelmez. Ancak o kimsenin
bu işi nasıl yapdığına şaşarım.
Dahâ sonra anladım ki, bu şeklde kesin olarak bilmediğim ilme güvenilmez.
Şek ve şübhe bulunan ilm, kesin ilm (ilm-i yakîn) değildir.
Safsataya i’tibâr ve ilmleri red edişim
Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde etdiğ
im, delîle muhtâc olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyükdür
gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümîdsizliğe düşdüm.
Kendi kendime dedim ki: Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan
bilgilerden başka müşkilleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde
önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım. Böylece
duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerde yanılmakdan emîn oluşum
ve taklîde dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir. Yoksa pekçok
kimsenin şübhe götüren ve isbâtı gerekdiren bilgileri gibi midir.
Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şeklde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeble,
duyu organlarıyla bilinen ve zarûriyât, ya’nî açıkca bilinen bilgiler
üzerinde gâyet ciddî bir şeklde düşünmeye başladım. Kendimi bu bilgiler
husûsunda şübheye düşürmenin mümkin olup, olmayacağını araşdırdım.

Duyu organları ile elde etdiğim bilgiler hakkında şübhelerim artıp,
bunlarla da hatâ yapmanın mümkin olduğu kanâ’atine vardım. Devâmlı
artan şübhelerim üzerine, kendi kendime dedim ki: Duyu organlarının en
kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine
hükm verir. Hâlbuki bir müddet tecrîbeden sonra, gölgenin hareket etdi-
ği anlaşılır. Gölgenin hareketi fark edilecek şeklde olmayıp, yavaş yavaşdı
r. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yokdur. Yine göz, yıldızları bir altı
n lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilmleri ile, o
yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyâdan dahâ büyük olduğu anlaşılır. Göz
yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine
göre verdikleri hükmlerin yanlış olduğunu, akl, savunmaya imkân
bırakmayacak şeklde gösterir. Bunun üzerine, artık duyu organlarına
da güvenim sarsıldı. Son derece açık olan aklî ilmlerden başka bir şeye
güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyükdür. Bir şey hem var,
hem yok ve bir şey hem hâdis, ya’nî sonradan var olan, hem de kadîm,
başlangıcı olmayan olamaz. Her aklın tereddütsüz kabûl edeceği husûslarda
olduğu gibi, aklî ilmlere güvenilir, dedim.

Buna cevâb olarak mahsûsât, ya’nî duyu organları dedi ki: Aklî
ilmlere nasıl güvenebilirsin. Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun.
Akl hâkimi geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı.
Eğer akl olmasaydı, sen devâmlı olarak ve ısrârla bizi tasdîk
edecekdin. Şimdi muhtemeldir ki, aklın da ötesinde bir başka hâkim
vardır. O ortaya çıkarsa, aklın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklı
n yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilmemen,
onun yok olduğunu göstermez.
Bu cevâb karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şübheyi kuvvetlendirmek
için, şöyle dedi: Görmez misin ki, uykuda iken, rü’yâda ba’zı
şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakîkat
olduğunu kabûl ediyorsun. Uykuda iken, rü’yâda gördüklerin hakkında
bir şübheye düşmüyorsun. Fekat uyanınca, rü’yâda inandığın şeylerin hiçbirinin
aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin,
sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş
olmadığını nereden biliyorsun. Mümkindir ki, sende başka hâl meydâna
gelir de, rü’yâda gördüğünü uyanınca kabûl etmediğin gibi, aklınla anladığı
n şeylerin de aslı olmayan bir takım hayâller olduğunun farkına varırsı
n. Yâhud da, sana gelecek olan bu hâl, tesavvuf ehlinin hâli gibi olabilir.
Zîrâ, tesavvuf ehli, “Biz istigrak hâlinde [ma’nevî hâllere dalınca], duyu
organlarının te’sîrinden kurtulup, akl ile anlaşılamıyan hâlleri müşâhede
ederiz (görürüz),” demişlerdir. Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zîrâ,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanlar uykudadırlar, ölünce
uyanırlar) buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünyâ hayâtı, âhırete
nisbetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zemân, dünyâda göremediği bir takı
m şeyler ona zâhir olur. O hâlde iken ona şöyle hitâb edilir: (Bu günden
gaşetde idin. Şimdi senden perdeni açdık, artık bugün gözün keskindir.)
(Kaf sûresi, 22.ci âyet-i kerîmesinin meâli.)
Bu vesveseler kalbimde yer etdi. Bundan kurtulmak için, bir çâre
aradım. Fekat, mümkin olmadı. Çünki bu vesveseleri ancak delîl ile giderebilirdim.
Delîl de ancak apaçık anlaşılan bilgiler olabilirdi. Bu bilgiler,
sağlam olmayınca, onlara güvenilmeyince, delîl olarak kabûl edilemezdi.
Bu hâlden kurtulmak mümkin olmadı. İki ay kadar devâm etdi. Safsata
yoluna kapılmışdım. Fekat bundan kimseye bahsetmiyordum. Nihâyet
Allahü teâlâ, beni bu hâlden kurtardı. Eski hâlime döndüm. Zarûriyyâtı
n, ya’nî delîle muhtâc olmayan açık bilgilerin güvenilirliğine emîn
oldum. Bu hâle, delîller vâsıtasıyla ulaşmadım. Bu, Allahü teâlânın kalbime
ihsân etdiği bir nûr ile oldu. Bu nûr, pekçok ilmin kaynağıdır. Hakîkate
ulaşmanın sâdece delîller ile olduğunu zan edenler, Allahü teâlânı
n geniş rahmetini daraltmış olurlar. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu
ki: (Allah, kimi hidâyete erdirmek dilerse, onun göğsünü islâma
açar, gönlüne genişlik verir...) (En’âm sûresi 25). Bu âyet-i kerîmede
geçen açma ve genişletme ma’nâsındaki “şerh” kelimesinden murâdın

ne olduğu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorulunca: (O, Allahü
teâlânın kalbe akıtdığı bir nûrdur) buyurdu. Bunun alâmeti nedir diye
sorulunca da: (Fânî olan dünyâdan yüz çevirip, ebedî vatan olan
âhırete yönelmekdir) buyurdu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir başka hadîs-i şerîfinde,
bu nûr ile alâkalı olarak şöyle buyurdu: (Allahü teâlâ kullarını karanlık
içinde yaratdı. Sonra da onların üzerine kendi nûrundan serpdi.)
Ya’nî Allahü teâlâ, insanları ve cinleri, tabi’atlarını, zulmetli nefs-i emmârenin
hoşlanılmayacak hâlleri altında yaratdı. Sonra, üzerlerine ma’rifet
ve hidâyet nûru yaydı.
İşte hakîkatlere kavuşmayı bu nûrdan aramak lâzımdır. Bu nûr,
zemân zemân, Allahü teâlânın kereminden fışkırır. Buna kavuşmak için,
dikkatli olmak lâzımdır. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Hayâtınızın ba’zı günlerinde Rabbinizin lutşarı zuhûr eder,
onlara kavuşmak için, dikkatli ve uyanık olun) buyurdu.
Bunları anlatmakdan maksad, hakîkatı aramakda çok gayretli olmanı
n, hattâ araşdırılması îcâb etmiyen şeylere varıncaya kadar uzanan ciddî
bir çalışmanın lüzûmunu göstermekdir. Şübhesiz ki, çok olan şeyleri
araşdırmak îcâb etmez. Çünki onlar, hâzırdır. Apaçık olan şeyler araşdı-
rılınca, onlar kaybolur, gizlenir. Bir kimse, araşdırılması îcâb etmiyen
şeyleri araşdırdı diye, araşdırılması îcâb eden şeyleri araşdırmakda kusûr
etmekle suçlanamaz.
Hakîkati arayanların kısmları

Allahü teâlâ, lutfü ve keremi ile, beni hakîkat olmadığı hâlde hakîkat
gibi görünen şeylere i’tibâr etmek hastalığından kurtardı. Böylece, hakîkati
arayanların dört kısma ayrıldığını gördüm.
1– Kelâm âlimleri: Bunlar, rey, ya’nî düşünerek elde edilen hükm
ve istidlâl, ya’nî delîl ile anlamaya sâhib olduklarını iddi’â ederler.
2– Bâtınîler: Bunlar, hakîkatin ma’sûm bir imâmın ta’lîmi ile, ya’nî
bildirmesi ile öğrenilebileceğini, hakîkatı ondan anladıklarını iddi’â edenlerdir.
3– Felsefeciler: Bunlar, mantık ve burhân, ya’nî kesin delîl sâhibi
olduklarını iddi’â ederler.
4– Sûfîler: Bunlar, tesavvuf ehli olup, Allahü teâlânın seçilmiş kulları,
keşf ve müşâhede sâhibi olduklarını söylemişlerdir.
Kendi kendime dedim ki, hakkı arayanlar, bu dört grubun dışında
olamazlar. Bu mesleklerin erbâbı, hakîkatı arama yolundadırlar. Eğer, hakîkat
bu dört sınıf mensûblarının dışında ise, hakîkate ulaşma ümîdi kalmaz.
Taklîdi terk etdikden sonra, tekrâr taklîde dönmeye ümîd ve imkân
yokdur. Çünki, taklîdin şartlarından birisi de, taklîdcinin taklîdci olduğu-

nu bilmemesidir. (Taklîdci olduğunun farkında bulunmamasıdır.) Taklîdci
olan kimse, taklîdci olduğunu bilirse, onun taklîd bardağı kırılır. Geride
kalan parçaları, ateşde eritilip, başka bir kalıba dökülmedikce, tekrâr
bardak hâline getirilemez.
Bahsi geçen dört gurubun düşüncelerini ve özelliklerini dikkatle araşdı
rmaya başladım. İlk önce, kelâm ilmini, sonra felsefe yolunu, dahâ
sonra bâtınîlerin ta’lîmâtını, en sonunda da tesavvuf ehlinin yolunu inceledim
Kelâm ilminin gâyesi ve özü
Önce kelâm ilmi tahsîline başlayıp, bu ilmi esâslı bir şeklde öğrendim.
Bu ilmde mütehassıs olan âlimlerin kitâblarını inceledim. Bu ilme dâir
yazmak istediğim kitâbları yazdım. Gördüm ki, kelâm ilmi, kendi gâyesini
yerine getirmek bakımından kâfî geliyordu. Fekat benim maksadımı yerine
getirmiyordu. Çünki bu ilmin gâyesi, Ehl-i sünnet i’tikâdını muhâfaza
etmek, bid’at ehlinin bunu bozmasından korumakdır. Allahü teâlâ, Resûlu
Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla doğru i’tikâdı bildirdi. Kur’ân-ı
kerîmde ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîşerinde
bildirildiği gibi, kulların dünyâ ve âhıret se’âdetini sağlayacakdır.
Dahâ sonra, şeytân bid’at ehline, sünnete muhâlif birtakım vesveseler
verdi. Onlar da bu vesveseleri yaydılar. Neredeyse müslimânların
doğru i’tikâdını bozacaklardı. Allahü teâlâ, kelâm âlimlerini yaratdı. Onlar,
Ehl-i sünnete muhâlif olan bid’at ehlinin bozuk inanışlarını gâyet güzel
bir şeklde ortaya çıkarıp, çürüten, bir âlim zümresi oldular. İşte kelâm
ilmi ve kelâm âlimleri böyle meydâna geldi.
Kelâm âlimlerinden bir kısmı, Allahü teâlânın kendilerine ihsân etdiğ
i hizmetin kıymetini bildiler. Ehl-i sünnet i’tikâdını iyi müdâfe’a etdiler.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği bu i’tikâdı korudular.
Tam bir gayretle bid’atlere mâni’ oldular. Ancak, bu vazîfeyi yaparken, hası
mları tarafından ileri sürülen ba’zı mukaddemâta (prensiblere) dayanarak
cevâb vermişlerdir. Bunu benimsemelerinin sebebi; yâ taklîdden
dolayı, yâhud da icmâ-i ümmet veyâ Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîşere
uygunluğundan dolayıdır. Hasımlarının ileri sürdükleri düşüncelerde birbirine
ters düşen şeyleri meydâna çıkarmak, kabûl etdikleri esâsların ortaya
çıkardığı yanlış sonuçlarla onları susdurmak gibi şeylerle meşgûl oldular.
Açıkca anlaşılan delîle ihtiyâcı olmayan sözlerden başka sözleri kabûl
etmeyenler için, bu usûlün fâidesi pek azdır. Bu sebeble kelâm ilmi,
beni kâfî derecede tatmîn etmedi. Şikâyetci olduğum derdime çâre olmadı.
Evet, kelâm ilmi ortaya çıkdıkdan sonra, bu ilmle meşgûl olanlar ço-
ğalınca, bir müddet sonra, bir tarafdan sünnet-i seniyyenin müdâfe’ası-
nı yaparken, bir tarafdan da eşyânın hakîkatlerini anlatmağa özendiler.
Cevherden, a’razdan ve bunların hükmlerinden bahs etmeğe başladılar.
Fekat, bu konu kelâm ilminin gâyesi olmadığından, kelâm ilmi asl gâye-

sinden uzak kaldı. Bu sebeble insanlar arasında i’tikâddaki ihtilâşardan
doğan şaşkınlık karanlığını ortadan kaldıramadı. Benden başkası için, böyle
bir gâye gerçekleşmiş olabilir. Hattâ insanlardan bir kısmında böyle bir
gâyenin gerçekleşmiş olduğundan şübhe etmem. Fekat, bunun isbâta
muhtâc ve açık bilgilerden olmayan ba’zı noktalarda taklîd ile karışık olduğ
u da meydândadır. Ben burada kendi hâlimden bahs ediyorum. Gâyem,
kelâm ilminden şifâ bulanları kınamak ve onlara i’tirâz değildir. Şifâ
veren ilâclar, hastalığın farklılığına göre değişir. Nice ilâclar vardır ki,
bir hastaya fâideli olurken, diğer bir hastaya zararlı olur.

Felsefenin gâyesi


Felsefenin gâyesi nedir, kötülenen ve kötülenmeyen kısmları hangisidir.
Felsefeciler hangi sözleri ile küfre düşer, hangi sözleriyle küfre düşmezler.
Hangi sözlerinde bid’at ehlinden sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar.
Kendi bâtıl sözlerini kabûl etdirebilmek için, hak ehlinin sözlerinden
kendi sözlerine karışdırdıkları sözler nelerdir. Bu sözlerden halk nasıl nefret
etmişdir. Hakîkatlerin sarrafı olanlar, felsefecilerin sözleri içine karışdı
rdıkları hâlis gerçeği yanlış ve karışık olandan nasıl ayırt etmişlerdir? Bu
husûsları açıklayacağım.
Kelâm ilmini öğrendikden sonra, felsefe bilgilerini incelemeye başladı
m. İyice anladım ki, bir ilmdeki fesad ve bozukluğu, ancak o ilmi derinlemesine
inceleyen kimse anlayabilir. O ilme öyle vâkıf olmalı ki, o ilmin
en âliminin ilmine eşid hâle gelmeli. Hattâ onu da geçmelidir. O ilmin
ehlinin ulaşamadığı derinlikleri ve tehlükeleri tesbît edebilmelidir. Ancak
o zemân o ilmin bozuk olduğuna dâir iddi’âsının doğru olduğu ortaya çı-
kar. İslâm âlimlerinden, felsefeyi derinlemesine incelemek için, gayret sarf
edenini görmedim. Kelâm âlimlerinin kitâblarında felsefecilerin sözlerini
çürütmek için yazılmış olan sözlerde tenâkuz ve ehemmiyyetsiz ifâdeler
vardı. Bunlarla ilmlerin inceliklerine vâkıf olduklarını iddi’â edenler şöyle
dursun, a’vâmdan bir kimsenin dahî iknâsı düşünülemez. Nihâyet anladı
m ki, bir yolun hakîkatını tam anlamadan onu red etmek, karanlığa taş
atmak gibidir.
Bu sebeble, hiçbir hocadan yardım taleb etmeden, felsefeye âid kitâbları
incelemek sûretiyle, ciddî bir çalışmaya sarıldım. Dînî ilmlerde kitâb
yazmak ve ders vermekden geri kalan vaktleri, felsefeyi incelemeye
ayırdım. Hâlbuki, o sıralarda Bağdâdda üçyüz talebeye ders veriyordum.
Boş vaktlerimdeki çalışmalarımla Allahü teâlâ beni iki seneden az
bir zemân içinde, felsefe bilgilerinin nihâyetine ulaşdırdı. Bu bilgileri inceleyip,
anladıkdan sonra, bir seneye yakın üzerinde düşünmeye devâm
etdim. Tekrâr tekrâr inceleyip, derinliklerini ve tehlükelerini araşdırdım.
Sonunda, felsefedeki hakîkî ve hayâlî olan yönlere, karışıklıklara, aldatmalara
hiçbir şübhe kalmayacak şeklde vâkıf oldum.
Şimdi felsefenin ve felsefecilerin hikâyesini benden dinle: Onları bir-

kaç sınıf, bilgilerini de birkaç kısm hâlinde buldum. Onların eskileri ile sonrakileri
arasında, hakîkate uzak ve yakın olmak bakımından büyük farklı
lıklar bulunmakla berâber, hepsi de küfr ve ilhâd damgasını taşırlar.

Felsefecilerin sınışarı ve küfr üzere bulunmaları
Felsefeciler, fırkalarının çeşidi çok olmasına rağmen, üç kısma ayrı
lırlar.
1– Dehriyyûn,
2– Tabî’iyyûn,
3– İlâhiyyûn.
Dehriyyûn: Felsefecilerin en eski gurubudur. Kâinâtı idâre eden kudret
ve ilm sâhibi bir yaratıcının varlığını, ya’nî Allahü teâlâyı inkâr etmişlerdir.
Âlemin bir yaratıcı tarafından değil de, öteden beri kendiliğinden
mevcûd olduğunu, canlının menîden, menînin de canlıdan meydâna geldiğ
ini, böylece ebedî olarak devâm edeceğini iddi’â etmişlerdir. Bu kısm
felsefeciler zındıkdırlar.
Tabî’iyyûn (Tabî’atcılar): Bunlar ekseriyyetle tabî’at âleminden,
hayvanların ve bitkilerin şaşılacak hâllerinden bahs ederler. Canlıların organları
nı inceleyen anatomi ilmiyle çok meşgûl olurlar. Canlıların yaratı-
lışında, Allahü teâlânın kudretini ve eşsiz hikmetini görerek, şaşkınlıkları
nı gizleyemezler. Herşeyin gâye ve maksadına hâkim, hikmet ve kudret
sâhibi olan Allahü teâlâya inanmak mecbûriyyetinde kalırlar. Anatomi
ilmiyle canlıların organlarının hayrete düşüren fâidelerini inceleyen herkes,
hayvanların yapılarını böyle yaratan Allahü teâlânın insan vücûdunu
dahâ mükemmel yaratdığı hakkında kesin bilgiye sâhib olur.
Bu kısm felsefeciler, dahâ çok tabî’atla alâkalı araşdırma yapdıkları
için, hayvânî kuvvetlerin düzgün ve mükemmel olmasında, mîzâcın
uygunluk içinde olmasının büyük te’sîri bulunduğuna kanâ’at getirdiler.
Böylece insandaki idrâk ve akl kuvvetinin, insanın mîzâcına [tabî’atına,
yapısına] bağlı olduğunu zan etdiler. Mîzâcın (tabî’atın, yapısının) bozulması
yla onun da yok olacağını kabûl etdiler. Yok olan şey, bir dahâ var
olamaz dediler. Bu sebeble bunlar, nefs ölür, bir dahâ dönmez fikrine sâhib
oldular ve âhıret yokdur, dediler. Cenneti, Cehennemi, kıyâmeti ve hesâbı
inkâr etdiler. İbâdet için sevâb, günâhdan dolayı azâb olacağını kabûl
etmediler. Gemsiz, başı boş kaldılar. Hayvanlar gibi şehvetlere daldı
lar. Bunlar da zındıkdırlar. Çünki, îmânın aslı, Allahü teâlâya ve âhırete
inanmakdır. Her ne kadar Allahü teâlânın varlığına ve sıatlarına inandı
larsa da, âhıreti inkâr etdiler.
İlâhiyyûn: Bunlar dahâ sonra gelmiş olan felsefecilerdir. Bunlardan
biri de Eşâtûnun hocası olan Sokratdır. Eşâtûn ise, Aristonun hocasıdır.
Aristo, mantık ilmini tertîb ederek, felsefe bilgilerini özetleyip, kolayca is-

tifâde edilir hâle getirmişdir.
İlâhiyyûn kısmında olan felsefeciler, dehriyyûn ve tabî’iyyûn sınıfından
olan felsefecileri red etdiler. Onların bozuk fikrlerini, başkalarına
söz bırakmayacak şeklde ortaya koymuşlardır. Allahü teâlâ onları birbiriyle
çarpışdırdı. Kur’ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresi 25.ci âyet-i kerîmesinde,
meâlen, (Allah, muhârebe yükünü mü’minlerden kaldırdı...) buyurulduğ
u gibi, mü’minlerin onları red etmek için uğraşmasına lüzûm kalmadı.
Sonra Aristo, Eşâtûnun, Sokratın ve dahâ önce yaşamış olan ilâhiyyûn
felsefecilerinin görüşlerini şiddetle red etdi. Onların hepsinden uzaklaşı
p, ayrı bir yol tutdu. Buna rağmen, onların küfr ve bid’at olan ba’zı fikrlerini
kabûl etdi. Kendini bu çeşid düşüncelerden kurtaramadı. Bu sebeble
hem bunları, hem İbni Sînâ, Fârâbî ve başkaları gibi, onlara uyan kimseleri
tekfir etmek vâcib oldu. Şunu da ilâve edelim ki, Aristonun ilmini
hiçbir felesof, İbni Sînâ ve Fârâbî kadar bize tam nakletmeğe muvaffak
olamamışdır. Diğerlerinin naklleri hep karışık ve hatâlıdır. Okuyanlar anlayamaz
ve zihnleri karışır. Anlaşılmayan bir şey nasıl red veyâ kabûl edilebilir?
İbni Sînânın ve Fârâbînin nakllerine göre, Aristonun bizce ma’lûm
olan bütün felsefesi üç kısma ayrılır. Bir kısmı küfr, bir kısmı bid’atdir. Bir
kısmının da inkârı aslâ îcâb etmez. Şimdi bunları açıklayalım:

Felsefî bilgiler, ulaşmak istediğimiz maksada göre altı kısmdır: Riyâziyye, mantık, tabî’iyye, ilâhiyye, siyâsiyye, ahlâk

1– Riyâziyye
Riyâziyye, matematik, geometri ve astronomi ilmlerinden ibâretdir.
Bunların hiçbirinin ne müsbet ne de menfî yönden, dînî mes’elelerle bir
alâkası yokdur. Bunlar, aklî delîller ile isbât edilen şeylerdir. Anlaşılıp öğ-
renildikden sonra, inkâra yer kalmaz. Fekat bu ilmlerden iki mahzûrlu durum
ortaya çıkmışdır.
Birinci musîbet, bu ilmlerle uğraşan kimse, bunlarda gördüğü incelikleri
ve delîlleri hayretle karşılar. Bu sebeble felsefecilere karşı takdîr hissi
uyanır. Felsefecilerin bütün ilmleri açık ve kuvvetli delîle dayanmak bakı
mından bu ilmler gibidir zan eder. Sonra, felsefecilerin Allahü teâlâyı inkâr
etdiklerini, küfrlerini, ma’neviyâta kıymet vermediklerini, sağdan soldan
işitir ve sırf onları taklîd etmek sebebiyle kâfir olur. Kendi kendine,
din hak birşey olsaydı, matematik ilminde bu kadar ilm sâhibi olan büyük
insanlarca ma’lûm olurdu, onlara gizli kalmazdı der. Onların inkârını işitince,
dîni inkâr etmenin doğru olduğuna kanâ’at getirir. Başka hiçbir dayanağı
olmadığı hâlde, sâdece böyle bir düşünce ile doğru yoldan çıkmı
ş nice kimseler gördüm. Onları taklîd ile, doğru yoldan ayrılan bir kim-

seye: Bir ilmde mâhir olan kimsenin diğer ilmlerde de mâhir olması îcâb
etmez. Fıkh ve kelâm ilmlerini iyi bilen bir kimsenin, tıp ilminde de mütehassı
s olması îcâb etmez. Diğer tarafdan, aklî ilmleri bilmeyen bir kimsenin,
nahv ilmlerini de bilmediği iddi’â edilemez. Her ilmin erbâbı vardı
r ve o ilmde ilerlemişdir. Diğerlerini geçmişdir. Bunlar ba’zan başka ilmlerde
câhil durumuna düşerler. Eskilerin matematiğe âid sözleri delîle dayanı
r. Fekat ilâhiyyâta dâir sözleri tahmîne dayanır. Bunu ancak onunla
meşgûl olup, tecribe eden anlar diyerek açıklanılsa,, bunu anlamaz ve kabûl
etmez. Nefsinin ağır basması, kendini akllı göstermekden hoşlanması
ve tenbellik arzûları gibi hâller, o kimseyi bütün ilmlerde felsefecilere
iyi gözle bakmaya ve bunda ısrâr etmeye sevk eder. Bu durum ise, büyük
bir felâketdir. Bu sebeble, bu ilmlerle fazla meşgûl olanları men’ etmek
lâzımdır. Her ne kadar bu ilmlerin din ile alâkası yoksa da, felsefecilerin
ilmlerinin başlangıcı olduğu için, felsefecilerin uğursuzluğu ve
kötülüğü, o kimselere de bulaşır. Bununla fazla meşgûl olanlar arasında
dinden çıkmayan, takvâ geminden sıyrılmayan, ya’nî takvâdan uzaklaşmı
yan pek az kimse vardır.
İkinci musîbet, islâm dîninde samîmî olan kimseler sebebiyle doğ-
muşdur. Bunlar, felsefecilere âid bütün ilmleri red etmeyi dîne hizmet saydı
lar. Böylece, onların bütün ilmlerini red edip, câhil olduklarını iddi’â etdiler.
Hattâ onların güneş ve ay tutulması ile alâkalı sözlerini kabûl etmediler.
Bu iddi’âların dîne muhâlif olduğunu söylediler. Câhillere yakışan
bu iddi’âları, güneşin ve ayın tutulmasını kesin delîllerle bilen kimse işitince,
kendi delîlinde şübheye düşmez. Fekat islâm dîninin kat’î delîlleri
tanımadığını, câhillik üzerine kurulduğunu zan eder ve felsefeye karşı
sevgisi artar. İslâmiyyetden yüz çevirir. Bu ilmleri red etmekle, islâmiyyete
hizmet yapdıklarını zan edenlerin, din aleyhinde işledikleri cinâyet
çok büyükdür. İslâmiyyetde bu ilmler hakkında müsbet ve menfî birşey
bildirilmemişdir. Bu ilmlerde de dînî mes’elelere dokunacak birşey yokdur.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuşdur: (Ay ve
güneş, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren iki mahlûkudur.
Kimsenin ölmesi ve kalmasıyla tutulmazlar. Onları görünce, Allahı hâtı
rlayınız.) Bu hadîs-i şerîfde güneşin ve ayın hareket etdiklerini ve bu hareketleri
sırasında yanyana veyâ karşı karşıya geldiklerini bildiren hesâba
dayalı astronomi ilmini red eden hiçbir hükm yokdur. Bu hadîs-i şerîfin
sonu olarak gösterilen, “Ancak, Allah bir şeye tecellî etdiği zemân,
o şey ona baş eğer” cümlesi mu’teber hadîs kitâblarında yokdur. İşte riyâziyye
ilminin hikmeti ve mahzûru budur.
2– Mantık
Bu ilmde de, ne müsbet, ne de menfî yönden din ile alâkası olan
bir şey yokdur. Mantık ilmi, delîllerin, kıyâsların, burhânın, ya’nî kesin delîlin,
mukaddimelerinin şartlarını ve bu mukaddimelerin nasıl birleşdirileceğ
ini, “hadd-i sahîh” denilen doğru ta’rîşerin şartlarını ve bunların na-

sıl birleşdirileceğini inceler. Bu ilm, (tesavvur) ve (tasdik) olmak üzere
ikiye ayrılır. Tesavvur, ta’rîf yoluyla, tasdik kesin delîl yoluyla bilinir.
Bunlarda inkâr edilmesi îcâb eden bir şey yokdur. Bunlar, kelâm âlimlerinin
ve ilm ehlinin delîl ile alâkalı söyledikleri şeyler cinsindendir. Araları
ndaki fark, ibârelerde, ıstılâhlarda ve ifâde tarzlarında görülür. Bir de mantı
k âlimleri dahâ geniş sınışandırmalara ve ta’rîşere fazla önem vermişler
ve bunları geniş olarak anlatmışlardır. Mantıkcıların sözleri ile alâkalı
bir misâl verelim. Onlar derler ki: Her (a)nın (b) olduğu isbât edilirse, ba’zı
(b)nin de (a) olması îcâb eder. Ya’nî her insanın hayvan olduğu isbât edilirse,
bundan ba’zı hayvanın da insan olduğu ma’nâsı çıkar. Bunu şöyle
ifâde ederler: “Mucîbe-i külliyenin aksi mucîbe-i cüz’iyyedir.” Bu sözlerin,
dînin esâslarıyla ne alâkası vardır ki, red edilsin. Red edilirse, mantı
kcılar, red edenin aklında, hattâ dîninde kusûr olduğu zannına kapılırlar.
Çünki o kimse, bu reddiyle dînin böyle şeyleri inkâr üzerine kuruldu-
ğu görüntüsünü vermişdir.
Evet, felsefecilerin mantık ilminde bir takım haksızlıkları görülmekdedir.
Onlar burhân dedikleri kesin delîller için, bir takım şartlar koymuşlardı
r. O delîl bu şartları taşıyınca, kesinlik ifâde etdiği anlaşılır. Fekat dînî
mes’eleleri incelerken, bu şartlara tam uymamışlar, çok müsâmahâkâr
davranmışlardır.
Mantık ilmini inceleyip, onu beğenen, onu açık ve kat’î bir ilm bilen
kimse, felsefenin küfre varan mes’elelerinin de açık ve kesin delîllere dayandığı
nı zan eder. Dînî ilmlerde iyi yetişmeden, felsefecilerin yanlış fikrlerini
kabûl ederek, küfre düşer. Bu durum da mantık ilminin yol açdığı bir
musîbetdir.
3– Tabî’at ilmleri
Bu ilm de, âlemdeki varlıklardan, ya’nî göklerden ve göklerdeki yıldı
zlardan, yerdeki su, hava, ateş, toprak, basit cismlerden, hayvan, bitki
ve ma’denler gibi birleşik cismlerden, bunların değişme, birleşme, bir
hâlden bir hâle geçme sebeblerinden bahs eder. Bu durum bir tabîbin insan
vücûdunun ve uzvlarının ve mîzâcının değişme sebeblerini araşdırması
na benzer. Din, tıb ilmini inkâr etmediği gibi, tabî’at ilmlerini de red
etmez. Ancak, (Tehâfüt-ül felâsife) kitâbımda açıkladığım ba’zı mes’eleler
vardır ki, tabî’at ilminin bu belli birkaç mes’elesini red etmek, dînin îcâbı
dır. Bu mes’eleler dışında dîne uymadığı görülen mes’eleler iyi incelendiğ
inde, anlatdığım mes’elelere dâhil olduğu anlaşılır. Hepsinde esâs olan
nokta şudur: Tabî’at, Allahü teâlânın emrindedir. Kendiliğinden birşey yapamaz.
Onu yaratan yapdırır. Güneş, ay, yıldızlar ve diğer eşyâ, Allahü
teâlânın emrine tâbi’dirler. Hiçbiri kendiliğinden bir iş yapacak hâlde
değildir.
4– İlâhiyyât
Felsefecilerin ençok yanıldıkları mes’eleler, bu sâhâdadır. Mantık
ilminde burhân, ya’nî kesin delîl için kabûl etdikleri şartlara uymadılar. Bu
sebeble, felsefeciler arasında bu sâhâda, pekçok ayrılıklar çıkdı. İbni Sînâ
ve Fârâbînin nakl etdiklerine göre, ilâhiyyât mevzû’larında Aristo kendi
ekolünü islâm mezheblerine yaklaşdırmışdır. Fekat felsefeciler, ilâhiyyât
bahsinde yirmi husûsda hatâ etmişlerdir. Bunlardan üçünde küfre düşmüşler,
onyedisinde de bid’at ehli olmuşlardır.
Bu yirmi mes’eledeki yanlış düşüncelerini yıkmak için, (Tehâfüt-ülfelâsife)
kitâbını yazdım. Küfre düşdükleri üç mes’elede bütün müslimânlara
muhâlefet etmişlerdir. Bunlar:
Birincisi: İnsanlar öldükden sonra cesedleri tekrâr dirilmez. Mükâfat
ve cezâ görecek olanlar sâdece rûhlardır. Azâblar rûhlara olup, bedenlere
değildir. Rûhun azâb duyacağını söylemelerinde isâbet etmişlerdir.
Çünki, rûhlar da bedenler gibi azâb görecekdir. Fekat, cesedlerin tekrâr
dirileceğini inkârla hatâ etmişlerdir. Bu sözleriyle islâmiyyete inanmamış
oldular ve küfre düşdüler.
İkincisi: Allahü teâlâ, külliyâtı bilir, cüz’iyyâtı bilmez, dediler. Bu da
apaçık küfrdür. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu: (...
Ne yerde ne gökde zerre ağırlığınca hiçbir şey, Rabbinizden gizli kalmaz...)
(Yûnüs sûresi: 61.ci âyet-i kerîmesi) Hakîkat budur.
Üçüncüsü: Felsefeciler, âlem ezelî ve ebedîdir diye inanmışlardır.
(Âlemin sonradan yaratıldığına ve sonunun geleceğine inanmamışlardır.)
Müslimânlardan hiçbiri, bu üç mes’eleyi bu şeklde kabûl etmemişdir.
Felsefeciler, bu mes’elelerin dışında, meselâ Allahü teâlânın sıfatları
nı inkâr etmekde ve Allah zâtı ile bilir, ayrıca bir ilm sıfatı yokdur gibi ve
benzeri iddi’âlarda bulundular. Bu sebeble, yolları, mu’tezîle mezhebine
yakındır. Bu gibi sözlerden dolayı, mu’tezîlenin tekfîri lâzım gelmez.
(Faysalu’t-tefrîka beyn-el-islâm ve’z-zenâdıka) adındaki kitâbımda
kendi mezhebine muhâlif olanları, hemen tekfîr edenlerin yanlış düşündüklerini
gösteren îzâhlar yazdım.
5– Siyâsiyât
Felsefecilerin bu konudaki bütün sözleri, dünyâ işlerine âid, devlet
adamlarına hitâb eden fâideli hikmetlerden ibâretdir. Bu hikmetleri, Peygamberlere
indirilen kitâblardan ve geçmişde yaşayan velîlerin sözlerinden
almışlardır.
6– Ahlâk
Felsefecilerin ahlâk ilmi sâhâsındaki bütün sözleri; nefsin sıfatları-
nı, ahlâkını açıklamak, bu sıfatların ve huyların çeşidlerini anlatmak, kötü
olanların düzeltilmesi için, îcâb eden tedbîrleri almak ve mücâhedede

bulunmak şeklinde özetlenebilir. Bu bilgileri, tesavvuf ehlinin sözlerinden
almışlardır. Tesavvuf ehli, kulluk vazîfesini tam yapan, Allahü teâlâyı
zikre devâm eden, nefsin isteklerine muhâlefet etmesini bilen, dünyâya
düşkün olmayan, Allahü teâlâya kavuşduran yolda ilerleyen kimselerdir.
Onlar, nefsleriyle mücâdelelerinde, nefsin ahlâkı, ayıp ve kusûrları kendilerine
ma’lûm olur. Bunları kitâblarında yazmışlardır. Felsefeciler de bu
bilgileri alıp, kendi sözlerine karışdırmışlardır. Gâyeleri, sözlerini hoşa gidecek
bir şekle sokarak, bâtıl fikrlerini kabûl etdirmekdir. O devrde, hattâ
bütün asrlarda, Allah adamlarından bir cemâ’at bulunmuşdur. Allahü
teâlâ dünyâyı onlarsız bırakmaz. Onlar, yeryüzünün ma’nevî büyükleri, evtâdı,
temel direkleridirler. Onların bereketiyle yeryüzünde yaşayanlara rahmet
yağar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde şöyle
buyurdu: (Onların (evliyânın) yüzü suyu hurmetine yağmur yağar, rızk
ihsân edilir. Eshâb-ı kehf bunlardan bir cemâ’at idi.)
Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere, tesavvuf ehli, Evliyâ zâtlar, önceki
ümmetler arasında da vardı. Felsefecilerin, Peygamberlere “aleyhimüsselâm”
ve Evliyâya âid sözleri alıp, kendi kitâblarına yazmalarından
dolayı iki âfet meydâna geldi. Birincisi, o sözleri kabûl edenlerle, ikincisi
de red edenlerle alâkalıdır. O sözleri red edenler ile alâkalı fenâlık büyükdür.
Çünki, câhil kimseler, felsefecilerin, Peygamberlerden ve Evliyâdan
alarak kendi bozuk sözleri arasına karışdırdıkları doğru sözleri de terk
etmek, okumamak îcâb eder. Onları anlatanlara i’tirâz etmek lâzımdır, dediler.
O sözleri ilk def’a felsefecilerden işitdikleri için, za’îf akllarına bâtı
l olduğu düşüncesi yerleşdi. Çünki, onları söyleyen felsefeciler olup, sözleri
bâtıl kimselerdir. Buna bir misâl verelim: Bir kimse, hıristiyan birinden
“Allahdan başka ilâh yokdur. Îsâ “aleyhisselâm” Allahın resûlüdür” sözünü
işitir ve kabûl etmez. Bu hıristiyan sözüdür der. Düşünmez ki, hıristiyan
bu söz ile mi kâfir oluyor. Yoksa, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğ
ini inkâr etdiği için mi müslimân değildir. Bunu düşünmez. Peygamber
efendimizi inkârından dolayı ise, küfrü îcâb etdiren bu sözü kabûl edilmez.
Fekat, küfrü gerekdirmeyen diğer sözleri doğru ise red etmek îcâb
etmez. Hak olan ve bâtıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini red
etmek, aklı za’îf olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar,
kişiyi hak ile değil. Akllı olan kimse, bu husûsda hazret-i Alînin “radıyallahü
anh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra
hak ehlini tanırsın.” O hâlde akllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen
söze bakar. O söz hak ise, kabûl eder. O sözü söyleyen, ister bozuk
düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hattâ akllı kimse, doğru olanı
sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünki bilir
ki, altının çıkdığı yer toprakdır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni oldu-
ğu müddetce, hâlis altını kalp [sahte] paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez.
Kalpazanla alış-verişde ancak köylü (sarraf olmayan) zarar
görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilmeyenlere
yasaklanır, mahâretli yüzücülere değil. Bunun gibi, yılana elini sür-

mekden çocuklar men’ edilir, cambazlar değil.
Ömrüme yemîn ederim ki, insanların çoğu hakkı bâtıldan, doğruyu
yanlışdan ayırd etmek husûsunda kendilerini çok akllı ve mahâretli sanırlar.
Bu sebeble mümkin olduğu kadar onları sapıkların kitâblarını okumakdan
men’ etmek, kapıyı kapatmak vâcib olmuşdur. Çünki bunlar, anlatdığı
m bu zarardan kendilerini korumuş olsalar bile, ilerde anlatacağım ikinci
âfetden kurtulamazlar.
İlmlerin mâhiyyetini iyi kavrayacak derecede yetişmemiş, kalb gözleri
mezheblerin yüksek gâyelerini anlayacak şeklde açılmamış ba’zı
kimseler (zümreler), din ilmlerinin ince sırlarına dâir yazdığım kitâbların
ba’zı kısmlarına i’tirâz etdiler. Onların eski felsefecilerin sözlerinden alınmı
ş olduğunu iddi’â etdiler. Hâlbuki, onların bir kısmı, kendi fikrlerimizdir.
“Arkadan gelen dahâ önce geçenin ayak izine basar” sözünde anlatı
ldığı gibi, bizim hâtırımıza gelen bir söz, önce başkasının da hâtırına gelebilir.
Felsefecilerin kitâblarında da aynı sözler bulunabilir. İ’tirâz edilen
o sözlerin ba’zısı, din kitâblarında, birçoğunun ma’nâsı da tesavvuf kitâbları
nda vardır. Kabûl edelim ki, bu sözler sâdece felsefecilerin kitâblarında
vardır. Bundan ne çıkar? Eğer o sözler akla uygun ve kesin delîller ile
isbât edilmişse, Kitâb ve sünnete muhâlif değilse, o sözlerin red edilmesi
lâzım gelmez. Eğer bu kapıyı açarsak, bir hakîkati dahâ önce bâtıl ehlinin
hâtırına gelmiş diye red etmeğe kalkışırsak, birçok hakîkati red etmemiz
gerekir. Hattâ Kur’ân-ı kerîm âyetlerinden, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîşerinden, selef-i sâlihînin nakllerinden, tesavvuf
ehlinin ve hükemânın sözlerinden pekçok şeyleri kabûl etmeyip,
terk etmemiz gerekir. Zîrâ, (İhvânüssafâ) adlı kitâbın sâhibi bu saydıkları
mızı kitâbına yazmışdır. Bunları kendi da’vâsına delîl göstermiş. Böylece,
kalbleri kendi bâtıl fikrlerine çekmeğe çalışmışdır. Böyle düşünmek,
bâtıl ehlinin, hakîkatleri kitâblarında kendi sözlerine karışdırarak, elimizden
almalarına sebeb olur. Âlim olan bir kimsenin en aşağı derecesi, câhil
halkdan farklı olmakdır. Balı hacamât şişesinde görse bile, baldan tiksinmez.
Bilir ki, hacamât şişesi balı bozmaz. Nefsin ondan tiksinmesi, câhillikden
ileri gelmekdedir. Aslında şişe, pis kan için yapılmışdır. Câhil zan
eder ki, kan, şişede bulunduğu için pis olmuşdur. Bilmez ki, kan, kendinde
bulunan bir sıfatdan dolayı pisdir. Balda bu sıfat bulunmadığına göre,
sâdece o şişenin içinde olması, pis olmasına sebeb olmaz. Bu bâtıl
bir vehîmedir. Halkın çoğunda bu durum hâkimdir. Bir sözü, kendilerinin
iyi bildiği bir kimseden nakl ederek söylesen, o söz bâtıl da olsa hemen
kabûl ederler. Değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakl
etsen red ederler. Hakkı dâimâ kişiyle ölçerler. Kişiyi hakla ölçmezler. Bu
durum, büyük bir dalâletdir. Buraya kadar anlatdığım kısm, felsefecilerin
kitâblarını okumayı red edenlerin âfetidir.
İkinci âfet ise, felsefecilerin kitâblarını okuyup, onların kendilerine
âid bozuk sözlerini kabûl etmekden doğan âfetdir. Felsefe ile alâkalı, (İh-

vânussafâ) ve benzeri gibi kitâbları okuyan kimse, o kitâblarda Peygamberin
“sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîşerinden alınmış hikmetleri
ve tesavvuf ehlinin sözlerini görür. Bu sebeble, ekseriyâ o kitâbları be-
ğenir ve kabûl eder. Onlara sevgi duyar. Okuduğu ve beğendiği sözlerden
dolayı iyi zanda bulunması sebebiyle, onların arasına karışdırılmış olan
bâtıl fikrleri de kabûl eder. İşte bu, bâtıl fikrleri bir çeşid telkîn demekdir.
Bu zarardan dolayı, o kitâbları okumayı men’ etmek lâzımdır. Çünki onları
okumakda büyük tehlüke vardır. Yüzmeyi iyi bilmeyenleri deniz kenârı
nda dolaşmakdan sakındırmak îcâb etdiği gibi, halkı da bu kitâbları
okumakdan sakındırmak îcâb eder. Çocukları yılanlara dokunmakdan
men’ etmek lâzım olduğu gibi, halkı da felsefecilerin bâtıl fikrlerle dolu sözlerini
dinlemekden sakındırmak lâzım olur. Efsûnlu kimse, cambaz, küçük
çocuğunun ben de babam gibi yaparım diyerek, kendisini taklîd
edeceğini anlarsa, onun yanında yılanla oynamamalıdır. Böylece çocu-
ğu yılanla oynamakdan sakındırmak îcâb eder. Hakîkî bir âlime böyle davranmak
yakışır. San’atında mâhir olan bir efsûnlunun yılanı tutup, zehrle
panzehri ayırarak, zehri yok etdikden sonra, panzehri ihtiyâcı olanlara
vermemesi doğru olmaz. Bunun gibi, bir sarrafın kalpazanın torbası-
na elini daldırarak, kalp paraları bir tarafa bırakıp, hâlis altını çıkardığında,
ihtiyâcı olanlar o altınları kabûl etmezlerse, arzû etdikleri fâideden mahrûm
kalırlar. Bu câhillikdir. Çünki sahte para ile altının aynı torbada birlikde
bulunması, altını sahte hâle sokmaz. Sahte parayı da altın yapmaz.
Bunun gibi, hak ile bâtılın bir ilmin içinde karışık olarak zikr edilmesi, bâtı
lı hak yapmaz. İşte felsefecilerin tehlîkeleri ve zararları hakkında söylemek
ve yazmak istediklerimiz bu kadardır.
Tesavvuf ehlinin yolu
Yukarıda bahsi geçen ilmleri inceledikden sonra, bütün dikkat ve
gayretimle tesavvuf yolunu incelemeye başladım. Şunu anladım ki, tesavvuf
yolu, ilm ve amel ile temâmlanıyor. Tesavvuf ehlinin ilminin özü nefse
âid olan mâni’leri geçmek, nefsi kötü huylardan ve fenâ vasşardan temizlemekdir.
Kalbden Allahü teâlâdan başka herşeyin düşüncesini atmak
ve kalbi Allahü teâlânın zikriyle süslemekdir. Tesavvufun bu ilm yönü, bana
amel yönünden dahâ kolay geldi. Bu sebeble önce tesavvuf ehlinden
Ebû Tâlib Mekkînin (Küt-ül-kulûb) adlı kitâbını, Hâris-i Muhâsibînin kitâbları
nı, Cüneyd-i Bağdâdînin, imâm-ı Şiblînin, Bâyezîd-i Bistâmînin
“radıyallahü anhüm” ve diğer büyük sôfîlerden nakl edilen sözlerin bulunduğ
u kitâbları okuyup, incelemek sûretiyle, bu ilmi tahsîle başladım.
Bu zâtların ilmle anlatdıkları maksadlarının özüne vâkıf oldum. Tesavvuf
yolunun işitmekle ve öğrenmekle elde edilebilecek yönünü tahsîl etdim.
Anladım ki, tesavvuf ehlinin bu büyüklerinin kavuşmak istedikleri gâye,
öğrenmekle değil, tadmak, yaşamak, sıfatları ve hâli değişdirmekle ele
geçer. Sıhhatin, tokluğun sebeblerini, şartlarını öğrenmek ayrı, sıhhatli ve
tok olmak ayrı şeydir. Aralarında çok büyük fark vardır. Bunun gibi, serhoşluk
mi’deden dimâga yükselen buhârın, dimâgı sarmasından ortaya

çıkan bir hâldir şeklindeki ta’rîfini bilmekle, serhoş olmak arasında da büyük
fark vardır. Fekat, serhoş olan serhoşluğu ta’rîf edemez. Serhoşlu-
ğun ne olduğunu bilmez. Aklı başında olan bir kimse ise, serhoşluğu ta’rîf
eder, alâkalı şeylerini bilir. Hâlbuki, kendisinde serhoşluk hâli yokdur, serhoş
değildir. Hasta olan doktor, sıhhatin ta’rîfini, şartlarını ve ilâclarını bilir.
Hâlbuki, o ânda sıhhatini kaybetmişdir.
İşte bunun gibi, zühdün, dünyâdan yüz çevirmenin hakîkatini, şartları
nı, sebeblerini bilmekle, zâhid olarak yaşamak arasında fark vardır. İyice
anladım ki, tesavvuf ehli güzel hâllere sâhib ve kuru sözlerden uzakdı
rlar. Tesavvufda ilm yoluyla öğrenilmesi mümkin olan şeyleri tahsîl etdim.
Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla,
yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamı
şdı. Dînî ve aklî ilmleri iyice kavramak için, lâyıkıyla öğrendiğim ilm dalları
ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü teâlâya, Peygamberliğe ve âhı-
ret gününe, şübhe götürmez, sağlam bir îmân kazandırmışdı. Îmânın
esâsları belli bir delîl ile değil, bilâkis sayısız sebeblerle, karînelerle ve tecribelerle
kalbime iyice yerleşmişdi. Şunu iyice anladım ki, âhıretde se’âdete
kavuşmak için, takvâ üzere yaşamak, harâmlardan sakınmak, nefsi hevâ
ve hevesinden men’ etmek tek çâredir. Bu işin başı da, bir gurûr ve aldanı
ş yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, âhırete bağlanmak, bütün varlığı ile
temâmen Allahü teâlâya yönelmek, kalbin dünyâdan alâkasını kesmekdir.
Bu ise, ancak, maldan, makâmdan, yüksek gâyelere ulaşmaya engel
olan şeylerden uzak durmakla mümkin olur.
Sonra, kendi vaziyyetimi tedkîk etdim. Gördüm ki, dünyâ meşgâlelerine
dalmışım. Bu meşgâleler beni temâmen sarmış hâldedir. Yapdı-
ğım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetişdirmekdi.
Bu işde de âhırete pek fâidesi olmayan, mühim olmıyan bir takım ilmlerle
meşgûl olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araşdırdım.
Onun da Allah rızâsı için olmadığını, şân ve şöhret kazanmak, makâm ve
mevki’ sâhibi olmak arzûsundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenârı
nda olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanâ’at getirdim.
Bir müddet devâmlı bunu düşündüm. Henüz irâdeme hâkim durumda
idim. Birgün Bağdâddan ayrılıp gitmeğe ve o hâllerden kurtulma-
ğa kesin karâr verirdim. Ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim. Karârsı
z bir hâlde idim. Bir sabâh âhıret arzûsu kuvvet bulsa, akşam dünyâ arzûları
bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzûyu mutlaka dağıtıyordu. Dünyâ
arzûları bir zincir gibi, beni makâm ve mevki’ye doğru sürüklüyordu.
Îmân münâdîsi de şöyle sesleniyordu: (Göç zemânı geldi. Ömrün bitmek
üzeredir. Önünde uzun âhıret yolculuğu vardır. Şimdiye kadar öğ-
rendiğin ilm ve yapdığın amel hep riyâdır, gösterişdir. Şimdi âhırete hâzı
rlanmazsan, ne zemân hâzırlanacaksın. Dünyâ alâkalarını şimdi kesmezsen,
ne zemân keseceksin.) O zemân içimdeki önceki arzû yeniden uyanı
rdı. Bağdâddan ayrılıp gitmek karârım kuvvetlenirdi. Bu sefer şeytân şöy-

le vesvese verirdi: Bu hâlin bir hastalıkdır. Sakın i’tibâr etme. Çünki, çabuk
geçecek bir hâldir. Eğer ona uyarak şu ânda bulunduğun mevki’yi ve
kimsenin bozamayacağı muntazam hayâtı terk edersen, bir gün nefsin tekrâr
dönmek ister. Fekat bir dahâ ele geçmez.
Hicrî dörtyüzseksensekiz senesi Receb ayından i’tibâren, altı ay kadar
dünyâ arzûları ile âhıret arzûları arasında karârsız kaldım. Sonra, artı
k iş ihtiyârî olmakdan çıkıp, zarûrî bir hâle döndü. Çünki, Allahü teâlâ dilime
bir kilit vurdu. Ders veremeyecek sûretde bağlandı. Talebelerimi
memnûn etmek için, birgün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fekat
dilim bir kelime dahî söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki
tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle mi’demde
hazm kuvveti kalmadı. Yimekden, içmekden kesildim. Boğazımdan su
geçmiyordu. Bir lokmayı hazm edemiyordum. Bu yüzden bedenim za’îşedi.
Doktorlar bana ilâcın fâide vereceğinden ümîdi kesdiler. Bu durum,
kalbe âid bir hâldir. Ondan da mîzâca, ya’nî tabî’atına sirâyet etmişdir.
Kalbde meydâna gelen bu büyük üzüntü gitmedikce, ilâcla iyileşdirmeye
imkân yokdur, dediler.
Âciz kaldığımı, irâdemin temâmen elden çıkdığını görünce, çâresiz
kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahü teâlâya sığındım. Çâresiz kalanları
n düâsını geri çevirmeyen Allahü teâlâ düâmı kabûl buyurdu. Bana makâm,
mevki’, mal, âile, evlâd ve dost gibi şeylere gönül bağlamakdan kurtulmayı
ihsân etdi. Şâmda ikâmet etmeye karâr verdim. Halîfenin ve beni
sevenlerin bu arzûmu öğrenmelerini istemiyordum. Mekkeye gidecek
gibi göründüm. Bir dahâ dönmemek üzere Bağdâddan ayrılacağımı latîf,
uygun hîlelerle belli etmemeye çalışdım. Bütün Irâk âlimleri gitmemem
için, tenkîdde bulundular. Onların arasında, herşeyden yüz çevirmemin
dînî bir sebebden olduğunu kabûl edecek bir kimse yokdu. Onlar benim
bulunduğum mevki’nin, dînin en yüksek mevki’i olduğunu zan ediyorlardı.
Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkı
nda bir takım tahmînler arasında şaşırdı kaldı. Irâkdan uzak olanlar ise,
bu gidişimin memleketi idâre eden devlet adamlarının arzûlarından ileri
geldiğini zan ediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni
bırakmamak için ne kadar uğraşdıklarını, yapdığımı kınadıklarını, benim
de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı.
Bu, Allahdan gelmiş bir işdir. Âlimlere ve ehl-i islâma nazar değdi. Bunun
başka bir sebebi olamaz diyorlardı.
Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdı
m. Geri kalanını temâmen dağıtdım. Irâk malı müslimânlara vakf oldu-
ğu için, böyle işlere ayrılması câizdir. Dünyâda, bir âlimin çocukları için
ayıracağı bu maldan dahâ iyi bir mal görmedim. Nihâyet, Bağdâddan ayrı
lıp, Şâma gitdim. Şâmda iki seneye yakın ikâmet etdim
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî) Empty
MesajKonu: Geri: El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî)   El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî) Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:26 pm

Bu zemân
içinde, tesavvuf kitâblarından öğrendiğim gibi, nefsimi fenâ hâllerden temizlemek,
ahlâkımı güzelleşdirmek, Allahü teâlâyı zikr etmek, kalbimi tas-

fiye etmekle meşgûl oldum. İnsanlardan uzak durup, zemânımı riyâzetle
ve ibâdetle geçirdim. Şâmdaki Emevî câmi’nde bir müddet i’tikâfa girdim.
Câmi’nin minâresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalı
rdım. Sonra Kudüse gitdim. Beyt-i mukaddese girdim. Her gün Sahrâtullaha
(Peygamberlerin ve Evliyânın ibâdet mahalli olmakla meşhûr yer)
girer, kapıları üzerime kilitlerdim.
Kudüsü ve hazret-i İbrâhîm Halîlullahı “aleyhisselâm” ziyâretden sonra,
hac farizâsını yerine getirmek, Mekke-i mükerremenin ve Medîne-i münevverenin
bereketlerine kavuşmak, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
kabr-i şerîfini ziyâretle şereşenmek arzûsu kalbime düşdü. Hicâza
gidip, bu arzûma kavuşdum.
Dahâ sonra, çocuklarımın da’veti ve içimdeki arzû, beni vatanıma
çekdi. Hiç dönme düşüncesinde olmadığım hâlde, döndüm. Yine insanlardan
uzak yaşamayı tercîh etdim. Yalnız kalmağa, Allahü teâlâyı zikr
etmeğe ve ondan başka herşeyi kalbimden çıkarmağa çok hırslı idim. Zemânı
n hâdiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzûrumu bozuyor,
yalnızlıkdan duyduğum tadı bozuyordu. Bu tadı ancak arasıra duyuyordum.
Bununla berâber, o hâle kavuşmakdan ümîdimi kesmedim. On
sene kadar böyle devâm etdim. Yalnızlıklarım sırasında bana o kadar şey
ma’lûm oldu ki, onları temâmen anlatmak mümkin değildir. Fâidelenmek
için birazından bahsedeyim.
Kesin bir şeklde anladım ki, tesavvuf ehli, Allahü teâlânın yolunda
olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğ-
rusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin
ilmi, hükemânın hikmeti, onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmı
nı değişdirmek, dahâ iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân
bulamazlar. Dahâ iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtı
nen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmışdır.
Yeryüzünde ise, nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nûr yokdur.
Hâsılı bir tarîkat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalbden mâsivâyı,
ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi çıkarmakdır. Bunun anahtarı,
kalbin dâimâ Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olmasıdır. Bu hâl, nemâzdaki
iftitâh tekbîri mesâbesindedir. Netîcesi, temâmen Allahü teâlânın varlığı
nda yok olmakdır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.
Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangı
çda istek ve irâde ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa aslında o fenâ
makâmı, tarîkatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu yolun yolcuları
için, sokak kapısı ile evin asl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarîkatı
n başlangıcından i’tibâren keşşer, müşâhedeler başlar. Hattâ öyle
olur ki, sâlikler (tarîkat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin
“aleyhimüsselâm” rûhâniyyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan

pekçok fâideler elde ederler. Dahâ sonra onların rûhâniyyetlerini ve sîretlerini
görmekden öyle yüksek derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu
sözle anlatmak mümkin değildir. Kim o hâli anlatmak isterse, sözünde
sakınılması imkânsız açık hatâlar olur. Hülâsâ iş, Allahü teâlâya o kadar
yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleşdiğini, bir zümre
Allaha vâsıl olduğunu tehayyül eder. Bunun temâmı hatâdır. Niçin
hatâ olduğunu (El-Maksad-ül-aksâ) kitâbımızda açıkladık. Kendisinde
bu hâl meydâna gelen kimse:
Aklıma getirmediğim şey oldu,
Aslını sorma, iyi zanda bulun.
Ma’nâsında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir.
Netîce olarak, tesavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile
vâkıf olmayanlar, nübüvvetin hakîkatini anlayamazlar. Sâdece ismini bilirler.
Evliyâdan hâsıl olan kerâmetler, Peygamberlerden ilk zemânlarda
hâsıl olan hâllerdir. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
Peygamberliği bildirilmeden önce, Hîra dağına çekilip, insanlardan
uzak kalarak, Allahü teâlâya ibâdet etdiği sıradaki hâli böyle idi. Hattâ
arablar, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rabbine âşık oldu,
dediler. Bu öyle bir hâldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar,
onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tesavvuf ehlinin sohbetinde
bulunarak, tecribe ede ede ve işite, işite hâllerin alâmeti ve delâleti
ile anlarlar. İşte tesavvuf ehli ile birlikde bulunanlar, onlardan bu
yakîni istifâde ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar,
dalâletde kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrûm kalanlar,
(İhyâ-ü ulûmid-dîn) kitâbımızın “Acâib-ül-kalb” kısmında bahsetdiğ
imiz gibi, aklî delîllerle bunun mümkin olduğunu yakînen anlarlar. Bu
hâlleri, aklî delîllerle incelemek ilmdir. O hâller ile hâllenmek ise zevkdir,
tatmakdır. Hüsn-i zan ve tecribe ile kabûl etmek îmândır. İşte bu,
ilm, hâl (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir. Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmde Mücâdele sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Allah sizden îmân edenleri ve kendilerine ilm verilenleri derecelere
yükseltir...) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışında kalan bir
takım câhil kimseler vardır ki, bu hâlleri inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar
ve alay ederler. Bunlar ne hezeyânlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkı
nda Allahü teâlâ, Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem”
meâlen şöyle buyurdu: (O münâfıklardan seni dinlemeye gelen
de var. Hattâ Senin yanından çıkdıkları zemân, (Eshâb-ı kirâmdan)
kendilerine ilm verilmiş olanlara şöyle derler: O biraz önce ne söyledi?
(Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerini
mührlemişdir de, hep hevâlarına uymuşlardır.” (Muhammed sûresi:
16.ci âyet-i kerîmesi.)
Tesavvuf ehlinin yolunda ilerlemem sâyesinde muttali’ olduğum husûslardan
biri de, nübüvvetin hakîkati ve husûsiyyeti bana âşikâr oldu. Nü-
büvvetin esâsına dâir burada ma’lûmât vermek lâzımdır. Buna çok ihtiyâc
vardır.
Nübüvvetin hakîkati ve bütün insanların ona muhtâc olması
Şu bilinmelidir ki, insan dünyâya ilk geldiğinde, bilgisiz, Allahü
teâlânın yaratdığı bütün âlemlerden habersiz olarak yaratılmışdır. Âlemler
çokdur. Sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Nitekim,
Kur’ân-ı kerîmde [Müddesir sûresi 31.ci âyetinde] meâlen: “Allahın orduları
nın sayısını Ondan başka kimse bilmez) buyurdu. İnsan, idrâki
sâyesinde âlemden haberdâr olur. İdrâklerden herbiri de, insan onunla
bir âlemi anlasın diye yaratılmışdır. Âlemlerden maksadımız, varlıkları
n çeşidleridir. İnsanda en önce dokunma duyusu yaratılır. Bu duyu ile
soğuğu, sıcağı, nemi, kuruyu, yumuşağı, katıyı ve benzerlerini idrâk
eder. Bu duyu, renkleri ve sesleri kat’iyyen anlayamaz. Bunlar, dokunma
duyusuna göre yok demekdir. Sonra insanda görme duyusu yaratı-
lır. Bununla da renkleri, şeklleri anlar. Görme duyusuna âid âlem, duyu
ile anlaşılabilen âlemlerin en genişidir. Dahâ sonra insanda, işitme duyusu
yaratılır. Bununla sesleri, na’meleri işitir. Nihâyet insanda zevk, tatma
duyusu yaratılır. Böylece duyu âleminin idrâk vâsıtaları olan duyu organları
temâmlanır. Yedi yaşına yaklaşdığı zemân, temyîz gücü, ya’nî nesneleri
birbirinden ayırma gücü yaratılır. Bu çağ, insan varlığının başka bir
duruma girdiği çağdır. İnsan bu çağda, duyu organlarıyla anlaşılamayan
şeyleri de anlar. İnsan, dahâ sonra başka bir duruma yükselir. Kendisinde
akl yaratılır. İnsan akl ile, lüzûmlu, mümkin ve imkânsız olanları ayı-
rır. Akl, temyîz ve his kuvvetlerinin, duyu organlarının anlayamadığı
şeyleri anlar.
Allahü teâlâ ba’zı seçdiği kullarında, akldan sonra, başka bir kuvvet
dahâ yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak
şeyler anlaşılır. Buna nübüvvet ya’nî Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz
kuvveti, akl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor.
Akl da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunları
n var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek,
anlamamanın, bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyâya
gelen kimse, renkleri, şeklleri hiç işitmese bunları bilmez. Varlıklarına
inanmaz. Allahü teâlâ, nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek
için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rü’yâyı yaratdı. İnsan
ilerde olacak şeyi, açıkca veyâ âlem-i misâldeki şekli ile ba’zı rü’yâda görmekdedir.
Rü’yâyı bilmeyen birine, insan ölü gibi baygın hâle gelip, düşünce
ve bütün hisleri gidince, aklın ermediği gayba âid şeyleri görüyor
denilse inanmaz. Böyle şeyin olamayacağını isbâta kalkışarak, insan etrafı
nı his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, birşey idrâk edemiyor.
Hele hiç işlemedikleri, fe’al olmadıkları zemân hiçbir şeyi anlıyamaz
der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akl ile bilinen şeyleri his kuvvet-
leri anlıyamadıkları gibi, nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akl anlıyamıyor.

Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şübhesi olanlar, bunun
mümkin olmasında veyâ mümkin ise de, vâki’ olmasında şübhe ediyorlar.
Bunun mevcûd ve vâki’ olması, mümkin olduğunu göstermekdedir.
Bunun mevcûd olduğunu da, Peygamberlerin aklın ermediği bilgileri haber
vermeleri göstermekdedir. Akl ile, hesâb ile, tecribe ile anlaşılamıyan
bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın ilhâm etmesi ile, ya’nî Peygamberlik kuvveti
ile anlaşılmışdır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de
vardır. Bir özelliğin benzeri olan rü’yâ, insanlarda bulunduğu için, biz de,
misâl olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tesavvuf yolunda çalışanlarda
zevk yolu ile hâsıl olur.
Peygamberde bulunup, sende bulunmıyan bir özelliği aslâ anlıyamazsı
n. Anlıyamayınca, onu nasıl tasdîk edebilirsin? Çünki tasdîk, anladı
kdan sonra mümkindir. O özellik sende tesavvuf yolunun başlangıcında
hâsıl olur. Hâsıl olan bu özelliğin mikdârı nisbetinde bir çeşid zevke
kavuşursun. Bu zevke kıyâs ederek, benzeri sende hâsıl olmamış hâlleri
tasdîk edersin. İşte tek başına bu özellik, nübüvvete îmân etmen için
sana kâfîdir.
Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şübhesi olan kimse, onun
yaşayışını görmeli veyâ yaşayışını bildiren haberleri, insâşa incelemelidir.
Tıb veyâ fıkh ilmini iyi bilen kimse, tıp veyâ fıkh âliminin hayâtını bildiren
haberleri incelemekle onun hakkında ma’lûmât sâhibi olur. Meselâ,
imâm-ı Şâfi’înin fıkh âlimi veyâ Calinosun tabîb olup olmadığını anlamak
için, bu ilmleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilmler üzerindeki kitâbları
nı incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde ma’lûmât
edinen ve sonra Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîşeri inceleyen kimse,
Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin
en üstünde bulunduğunu iyi anlar. Hele Onun sözlerinin kalbi
temizlemekde olan te’sîrlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak
kendi kalb gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna îmânı, yakîn
hâlini alır. Onun, (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ bilmediklerini
bildirir.) ve (Zâlime yardım eden, ondan zarar görür.) ve
(Sabâhları, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmağı düşünen kimseyi,
Allahü teâlâ, dünyâ ve âhıret arzûlarına kavuşdurur) hadîs-i
şerîşerinin doğru olduğunu bin, iki bin, hattâ binlerce def’a tecribe edersen,
sende kesin bir ilm hâsıl olur. Böylece ilmin ve îmânın kuvvetlenir.
Nübüvvet hakkında yakîn elde etmek ve îmânın zevkî, ya’nî görmüş gibi
olması, tesavvuf yolunda çalışmakla olur. Bu yolda ilerlemeğe gayret
et. Yoksa değneğin ejderhâ olması, ayın ikiye bölünmesi mu’cizelerine
bakmak kâfî gelmez. Sâdece bu mu’cizelere bakıp da, sayılamıyacak kadar
çok olan alâmetleri göz önünde tutmazsan, bu mu’cizeleri sihr ve hayâl
sayarsın. Ba’zı kimseleri dalâlete, ba’zı kimseleri de hidâyete kavuş-

duran Allahü teâlâ tarafından bir nev’î ibtilâ, dalâlete düşürme zan edersin.
Çünki, Allahü teâlâ [Kur’ân-ı kerîmde, Fâtır sûresi, 8.ci âyetinde]
meâlen, (Allah, dilediği kimseyi dalâlete, dilediğini de hidâyete erdirir)
buyurdu.
Mu’cizelerle alâkalı olarak sana ba’zı süâller sorulabilir. O zemân,
mu’cizenin nübüvvete işâret etdiği husûsundaki inancının dayanağı sâdece
çok düzgün ve te’sîrli sözlerden ibâret kalırsa, bunun tersini iddi’â
eden birisinin, dahâ te’sîrli sözleri ile şübheye düşebilirsin. Böylece,
îmânın sarsılır. Mu’cizeler, senin nazarında Peygamberliği bildiren birçok
delîllerden biri olsun. Böylece, sende, Peygamberlik hakkında sâdece bir
delîle değil, pek çok delîle dayanan ve reddi mümkin olmayan kesin
ilm, îmân hâsıl olur. Meselâ, bir kimseye yalan söylemeleri mümkin olmayan
bir cemâ’at, bir şey söylediğinde, o kimsede kesin bir ilm hâsıl olur.
Fekat o kimse, sâdece belli bir şahsın bildirmesiyle kesin ilmi, bilgiyi elde
edemez. Gerçi ona hâsıl olan bu yakîn, ya’nî kesin inanma, bunu haber
veren cemâ’atin dışında olamayacağı gibi, ayrı ayrı ferdleri de belli de-
ğildir. İşte, kuvvetli ve ilme dayanan îmân budur.
Zevkle, tadarak elde edilen îmân ise, gözle görmek, elle tutmak gibidir.
Bu ise, sâdece tesavvuf yolunda ele geçer. Nübüvvetin hakîkatine
dâir verdiğimiz bu ma’lûmât, maksadımızı anlatmağa kâfîdir. Bu mes’eleleri
açıklamaya neden ihtiyâc olduğunu ileride beyân edeceğim.
Ders vermeği bıraktıktan sonra, tekrâr vermeğe başlamamın sebebi
On seneye yakın uzlet ve halvet hâlinde, ya’nî insanlardan uzak, yalnı
z yaşadım. Bu zemân içinde sayamıyacağım birçok sebeblerden dolayı,
ba’zan zevkle, tadarak, ba’zen aklî delîl ile, ba’zan da îmânımla anladı
m ki, insan, beden ve kalbden yaratılmışdır. Kalbden maksadım, ölülerde
ve hayvanlarda da bulunan yürek değil. Allahü teâlâyı tanımaya mahsûs
rûhun hakîkatidir. Bedenin bir sıhhat hâli vardır ki, se’âdeti ona bağ-
lıdır. Bir de hastalık hâli vardır ki, helâk olmasına sebebdir.
Kalbin de sıhhat ve hastalık hâli vardır. İnsanlar için, [Şu’âra sûresi,
89.cu âyetinde meâlen], (Ancak selîm ve pâk bir kalb ile Allahın huzûruna
varanlar kurtulur) buyurulmuşdur. Kalbin hastalığı da vardır ki,
insanın dünyâda ve âhıretde ebedî helâkine sebeb olur. Allahü teâlâ
Kur’ân-ı kerîmde [Bekara sûresi, 10.cu âyetinde] meâlen, (Kalblerinde
hastalık vardır) buyurdu. Allahü teâlâyı tanımamak öldürücü zehrdir. Nefsin
arzûlarına uyarak, Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, kalbi öldüren
bir hastalıkdır. Allahü teâlâya itâ’at ise, kalbi diriltir. Nefsin arzûlarına muhâlefet
ederek tâ’atde bulunmak, kalbin hastalığına şifâ veren ilâcdır. Beden
hastalığını gidermek, ilâclarla tedâvîye bağlı olduğu gibi, kalb hastalığı
nın tedâvîsi de bir takım ilâclarla mümkindir. Bedenin tedâvîsi için
kullanılan ilâcların te’sîrleri, akl ile kavranamayan özelliklerdendir. Nübüv-

vete mahsûs özelliklerle varlıkların özelliklerini anlayan ve Peygamberlerden
gelen bilgilere sâhib olan tabîbleri taklîd etmek lâzım olur. Bunun gibi,
bana zarûrî bir ilm olarak ma’lûm oldu ki, Peygamberler tarafından mikdârları
belli edilen ibâdet ilâclarının da te’sîrleri, akl ile idrâk olunamaz.
Bunları akl ile anlamaya uğraşmamalıdır. Nübüvvet nûru ile idrâk eden
Peygamberleri taklîd etmek, emrlerine uymak lâzımdır. İlâclar, çeşidleri
ve mikdârları başka başka olan, çeşidli maddelerden yapılır. Bir kısm maddeler,
diğerlerinin iki katı olur. Bu sebebsiz değildir. Özelliklerine göre, böyle
olması îcâb eder. Kalb hastalıklarının ilâcı olan ibâdetler de, böyle mikdârı
ve çeşidi değişik olan hareketlerden ibâretdir. Secde, rükü’nun iki katı
dır. Sabâh nemâzı, ikindi nemâzının yarısı kadardır. Böyle olmasında ilâhî
bir sır vardır. Bu sır, ancak nübüvvet nûruyla anlaşılabilen bir özellik cinsindendir.
İbâdetlerin bu durumları için, akl yoluyla hikmet ve sebeb
arayanlar veyâ bu özelliklerin ilâhî bir sırra dayanmadığını, tesâdüfen bir
şey olduğunu zan edenler, ahmaklıklarını ve câhilliklerini ortaya koymuşlardı
r. İlâclarda onları meydâna getiren bir takım temel maddeler vardı
r. Bunlar, temel unsûrlar sayılır. Bir de ilâcları hâzırlarken, ba’zı husûslar
göz önünde tutulur. Bunlar da ilâcların temel maddelerinin te’sîrini göstermesi
için, yardımcı maddelerdir. Bunların da herbirinin ayrı bir yeri vardı
r. Bunun gibi, sünnetler ve nâfileler asl rüknleri (farzları) temâmlayıcıdır.

Hülâsâ, Peygamberler, kalb hastalıklarının tabîbleridir. Aklın fâidesi
ve işi, bize Peygamberleri tasdîk ve şehâdet etdirmekdir. Nübüvvet
nûruyla idrâk edilen sırları anlamakdan âciz olduğumuzu i’tirâf etdirmekdir.
Bizi elimizden tutup, körleri rehberlerine, şaşırıp kalmış olan
hastaları şefkatli tabîbe teslîm eder gibi, nübüvvete teslîm etmesidir.
İşte aklın yapacağı iş, bu kadardır. Bundan ötesine geçemez, karışamaz.
Ancak tabîbin kendisine söylediğini bize haber verir. Bu mes’eleler; halk
arasından uzaklaşıp, yalnız yaşadığım müddet içinde âdetâ gözle görür
gibi kesin ve zarûrî bir tarzda anladığım mes’elelerdir.
Diğer tarafdan, nübüvvetin var olup olmadığı ve mâhiyeti husûsunda,
Peygamberlerin bildirdiği hükmlerle amel etmekde, insanların i’tikâdı
nın za’îşediğini gördüm. Bu durumun, halk arasında yaygın hâlde oldu-
ğuna şâhid oldum. Halkdaki gevşekliğin ve îmân za’îşiğinin sebeblerini
araşdırdım ve buldum. Bunlar dört sebebdir:
Birincisi: Felsefe bilgileri ile meşgûl olanlardan kaynaklanan sebebdir.
İkincisi: Tesavvuf yoluna mensûb olanlara dayanan sebebdir.
Üçüncüsü: Ta’lîm iddi’âsına (İsmâ’îliyyeye) mensûb olanlara dayanan
sebebdir.
Dördüncüsü: Halk arasında âlim diye tanınmış kimselere dayanan
sebebdir.

Bir müddet de halkın durumunu araşdırdım. Dînin emrlerini yerine
getirmekde kusûr edenlere, bunun sebeblerini sordum. Niçin şübhe etdiklerini,
i’tikâdlarını ve kalblerindeki düşüncelerini araşdırdım.
Böyle kimselere: Niçin dînin emrlerini yapmıyorsun? Eğer âhırete inanı
yorsan ve hâzırlanmıyorsan, onu dünyâ karşılığında satıyorsan, bu hâl
ahmaklıkdır. Çünki sen, ikiyi bire karşılık değişmezsin. Nasıl oluyor da,
ebedî âhıret hayâtını, bu geçici dünyâya karşılık değişiyorsun. Eğer âhı-
rete inanmıyorsan, îmânın yok demekdir. Îmâna kavuşmak için derhâl tedbîr
al, nefsine hâkim ol. İçinde saklı olan küfrün sebebini araşdır. Gerçi
sen kalbinde saklı olan küfrü açıkca söylemiyorsun. Sâdece, kendini
îmân sâhibi ve dîne bağlı gibi göstermekle, küfrünü açığa vurmamak fâidesizdir,
diyordum.
Ba’zısı buna şöyle cevâb veriyordu: Dînin emrlerini yerine getirmek
husûsunda âlimlerin bizden dahâ çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fazîletli diye
şöhret bulanlardan falan kimse, nemâz kılmıyor. Falan kimse, şerâb
içiyor. Falan, vakf ve yetîm malı yiyor. Falanca da harâmlardan sakınmı-
yor. Bir diğeri de rüşvet alıyor ve sâire.
Diğer bir şahs da şöyle dedi: Ba’zı kimseler, tesavvuf ilmine ve hâllerine
vâkıf olduğunu söyleyerek, tesavvufdan dem vuruyor. İbâdet etmeye
hâcet bırakmayan bir makâma yükseldiğini söylüyor!
Üçüncü bir kimse ise, herşeyi mubâh ve halâl gören bir mezhebin,
ya’nî ibâhâ ehlinin yoluna sapmışdır. Onların şübhelerinden bir şübheye
saplanmış, dînin emrlerini yerine getirmiyor. Bunlar, tesavvuf yolundan
uzak sapık kimselerdir.
Dördüncü bir kimse de, ta’lîmiyye ehliyle karşılaşmış, diyor ki:
Hakkı bulmak güçdür. Ona varan yol kapalıdır. Bu konuda çok ihtilâf vardı
r. Mezheblerden biri diğerinden dahâ doğru gözükmüyor. Aklî delîller
ise, birbirini çürütüyor. Bu delîlleri ortaya atanların görüşlerine güvenilmez.
Ta’lîmiyye mezhebine da’vet edenler de, delîllerinde zorlayıcı olup,
ellerinde delîl olmadan hükm veriyorlar. Bu durumda niçin şübheli olan
şeyleri yapmakla meşgûl olayım.
Beşinci kimse de diyordu ki: Ben dînin emrlerini başkasını taklîd ederek
niçin yapayım. Ben aydın insanım. Felsefe ilmini okudum ve Peygamberliğ
in hakîkatini idrâk etdim. Onun hakîkati, hikmetlere ve maslahata,
fâidelere dayanıyor. İbâdetlerden maksad, halkın câhil kısmını zabtetmek,
onları, birbirini öldürmekden, çekişmekden ve nefsânî arzûlardan alıkoymakdı
r. Ben câhil halkdan biri değilim ki, dînin emrleri altına gireyim. Ben
hikmet sâhibiyim ve hikmete uyarım. Hakîkati hikmetle görürüm. Bu husûsda
taklîde, Peygambere tâbi’ olmağa ihtiyâcım yokdur. İşte, ilâhiyyûn
felsefecilerinin kitâblarını okuyanlar veyâ İbni Sînâ ve Fârâbînin kitâbları
ndan bunları öğrenen kimselerin inancları böyledir. Böyle kimseler, islâmiyyeti
kendilerine süs vâsıtası yaparlar. Onları çoğu kerre Kur’ân-ı ke-

rîm okurken, cemâ’ate gidip, nemâz kılarken ve sözde dîni çok medh etdiklerini
görürsün. Fekat, şerâb içerler ve dînin harâm dediği şeyleri
yapmakdan sakınmazlar. Bunlardan birine, Peygamberliğe inanmıyorsan,
niçin nemâz kılıyorsun diye söylenilse, bedenimin idmanı için der ve bu
halkın bir âdetidir. Halkın yapdığı gibi yapıyor gözükmek, malımı, çoluk
çocuğumu korumaya vesîle oluyor diye cevâb verir.
Bunlardan bir kısmına da, din gerçek, nübüvvet hakdır, denip, o hâlde
niçin içki içiyorsun diye sorulunca, şu cevâbı verir. İçki, insanlar arası
nda kin ve düşmanlığa sebeb olduğu için yasaklanmışdır. Ben ilmim ve
hikmetimle, aydın olmam sâyesinde bu tehlîkelerden korunurum. İçki içmekden
maksadım, zekâmı keskinleşdirmekdir, cevâbını verir.
İbni Sînâ, yazdığı ahdnâmede, Allahü teâlâya ahdlerde bulunmuş,
dînin emrlerini yerine getireceğini, ibâdetlerde kusûr etmeyeceğini, şerâbı
zevk için değil, tedâvî için içeceğini söylemişdir. İşte felsefecilerden
îmân sâhibi olduğunu iddi’â edenin îmânı bu kadardır. Bir kısm insanlar,
bu felsefecilere aldanmışdır. Felsefecilere i’tirâz edenlerin i’tirâzlarının za’îşiğ
i, ya’nî bu i’tirâzı yaparken farkında olmadan hendese, mantık ve benzeri
gibi kendilerine lâzım olan ilmleri de red etmeleri, i’tirâzlarını za’îşetmişdir.
Bu durum ise, halkın felsefecilere aldanmasını artdırmışdır. Bu husûsa
dahâ önce işâret etmişdik.
Bu gibi sebeblerle halkın îmânının bu derece za’îşediğini görünce,
bu şübheleri ortadan kaldırmak için, kendimi hâzırlanmış bir hâlde buldum.
Bu adamları rezîl etmek, benim için bir yudum su içmekden dahâ
kolay oldu. Çünki, felsefecilerin, ta’lîmiyyenin, âlim geçinenlerin ve tesavvuf
ehlinin ilmlerini tam ma’nâsıyla öğrenmişdim. Kalbime doğdu ki,
böyle bir zemânda bunu yapmak, benim için kaçınılmaz, ihmâle gelmez
zarûrî bir işdir. Kendi kendime; yalnız yaşamak, halk arasına karışmamak
ne işe yarar? Hâlbuki hastalık, salgın hâlini almış, bunu tedâvî edecek tabîbler
de hastalanmış, halk sapıklıkdan helâk olmak üzeredir diyordum.
Yine bu belâyı gidermek, bu karanlığı ortadan kaldırmak için, başka ne
zemân imkân bulabilirsin? Zemân, fetret zemânı, devr, bâtıl devridir.
Halkı sapdığı bâtıl yoldan doğru yola çağırsan, bu devrdeki insanların hepsi
sana düşman kesilir. Onlara nasıl karşı koyabilirsin ve onlarla nasıl baş
edebilirsin? Bu ancak dînine bağlı ve güçlü bir hükmdârın yardımı ile olabilir
diyordum. Bir ara hakkı delîl ile açıklamakdan âciz olduğumu rûhsat
kabûl ederek, uzlete, insanlardan uzak kalmağa devâm etmeğe karâr verdim.
Allahü teâlâ takdîriyle, zemânın sultânının kalbinde bir arzû uyandırdı.
Onun bu arzûsunda dışardan başka bir te’sîr yokdu. Halkın içine
düşdüğü bu fetret devrini kaldırmam için, Nişâbura gitmememi kesin bir
emrle bildirdi. Emr o derece kesin idi ki, muhâlefetde ısrâr etseydim, sultânı
n kalbini kırmış olurdum. Bu hizmeti yapmakdan kendimi ma’zûr
görmemin za’îf bir sebebe dayandığının farkına vardım. Tenbellik, istirâhat,
nefsi azîz tutmak, halkdan gelecek olan sıkıntılardan korunmak gi-

bi sebeblerle, halkdan uzak yaşamak lâyık değildi. İnsanların cefâsının
güçlüğü, nefse rûhsat vesîlesi olamazdı. Allahü teâlâ, [Kur’ân-ı kerîmde,
Ankebût sûresinin, bir, iki ve üçüncü âyet-i kerîmelerinde] meâlen, (Elîf,
lâm, mîm. İnsanlar, imtihândan geçirilmeden, sâdece, îmân etdik, demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Biz onlardan öncekileri
de imtihândan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak,
yalancıları da mutlaka ortaya koyacakdır) buyurdu.
Allahü teâlâ yine Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” [Kur’ân-ı kerîmde,
En’am sûresi otuzdördüncü âyetinde] meâlen, (Muhakkak ki,
senden önceki Peygamberleri de yalanladılar. Onlar yalanlamalara
karşı sabretdiler ve yardımımız, kendilerine yetişinceye kadar sıkıntı
lara katlandılar. Allahın hükmlerini hiçbir güç değişdiremez. Muhakkak
ki, Peygamberlerin haberlerinden ba’zısı sana geldi) buyurdu. Allahü
teâlâ yine [Kur’ân-ı kerîmde, Yasîn sûresinin ilk onbir âyet-i kerîmesinde]
meâlen, (Yasîn. Hikmetlerle dolu Kur’âna yemîn ederim ki,
sen Peygamberlerdensin. Dosdoğru yoldasın. Kur’ân, Azîz ve Rahîm
olan Allah tarafından indirilmişdir. Onunla ataları uyarılmış azgın
bir kavmi uyarasın diye gönderildin. Onlardan çoğu, azâbımıza müstehak
oldu. Onlar îmân etmezler. Biz onların boyunlarına çene kemiklerine
dayanacak şeklde birer demir halka geçirdik. Başları kalkık duruyor,
aşağı bakamıyorlar. Önlerinde bir set, arkalarında bir set yaratdı
k. Onları her tarafdan çevirdik. Önlerini, arkalarını göremiyorlar.
Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Îmân etmezler. Sen ancak,
Kur’âna uyan ve görmediği hâlde Allahdan korkan kimseleri uyarabilirsin.
Onları ma’rifet ve Cennetle müjdele) buyurdu.
Halkın arasına dönme husûsunda kalb gözü açık ve müşâhede
erbâbından, ya’nî tesavvuf ehli büyüklerden birçok kimse ile istişârede
bulundum. Hepsi artık uzleti terk edip, insanların arasına dönmek îcâb etdiğ
ini sözbirliği ile söylediler. Tesavvuf ehlinden ba’zı sâlih kimseler tarafı
ndan görülen ve dilden dile dolaşan rü’yâlar da insanların arasına dönmemi,
halkı şaşkına çeviren sapıklıklara cevâb vermek için harekete
geçmemi işâret ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Bu rü’yâlar, Allahü teâlânı
n bu asrın ya’nî hicrî beşinci asrın başında, takdîr buyurduğu bir hayrı
n doğru i’tikâda, ya’nî Ehl-i sünnete dönmenin başlangıcı olduğunu gösteriyordu.
Allahü teâlâ, her asrın başında dîni yeniden dirilteceğini va’d
buyurdu. Bütün bu şehâdetlerden dolayı kalbimde ümîdim kuvvetlendi.
Hüsn-i zannım gâlib geldi.
Hicrî dörtyüzdoksandokuz senesi Zilkâde ayında bu mühim vazîfeyi,
ya’nî tecdîd işini yerine getirmek için Nişâbûra hareket etmem nasîb
oldu. Bağdâddan ayrılışım dörtyüzseksensekiz senesinin Zilkâde ayında
idi. Demek ki, insanlardan ayrı, uzlet hâlinde yaşamam, onbir seneyi
doldurmuşdu. Nişâbûra gitmek üzere yola çıkmam Allahü teâlânın takdîr
buyurduğu bir hareket idi. Bu, Allahü teâlânın öyle hikmetler dolu tak-

dîrlerindendir ki, insanlardan uzak yaşadığım esnâda kalbimden hiç
geçmemiş idi. Nitekim Bağdâddan ayrılmak ve içinde bulunduğum makâmı,
mevki’i, malı, mülkü ve evlâdlarımı terk etmek de aslâ hâtırımdan
geçmemişdi. Kalbleri ve hâlleri değişdiren Allahü teâlâdır. Bir hadîs-i şerîfde:
(Mü’minin kalbi, Rahmânın kudret elinin iki parmağı arasındadı
r) buyuruldu.
İyi biliyorum ki, ilmi yaymaya, talebelere ders vermeye döndüm. Fekat
bu dönüş, göründüğü gibi değil, başka, çok başka bir dönüşdür. Eski
hâlime dönmedim. Çünki dönmek eski hâle girmekdir. Ben eskiden insana
mevki’ kazandıran ilmi yayıyordum. Sözlerimle ve hâllerimle o ilme
da’vet ediyordum. Şimdi ise, insana makâm ve mevki’i terk etdiren, rütbeden
uzaklaşmayı öğreten ilme da’vet ediyorum. Niyyetim ve arzûm budur.
Bu hâlimi Allahü teâlâ biliyor. Ben kendi nefsimi ve başkalarını ıslâh
etmek istiyorum. Murâdıma erecekmiyim yoksa, mahrûm mu kalacağım,
bilemiyorum. Fekat, kesin ve görmüş gibi bir inanış ile inanıyorum ki, bir
hâlin değişmesi, bir işi yapmak kuvveti, ancak Allahü teâlânın yardımı ile
ve muvaffak etmesiyledir. Yine inanıyorum ki, ben birşey yapmadım.
Allahü teâlâ bana bu işi yapmayı ihsân etdi. Allahü teâlâdan dileğim, önce
beni, sonra da benim vâsıtamla başkalarını ıslâh eylesin. Hak olan şeyin
hak olduğunu göstersin ve ona uymayı nasîb eylesin. Bâtıl olan şeyin
de bâtıl olduğunu göstersin ve ondan sakınmayı nasîb eylesin!
Şimdi, yukarıda bahsetdiğimiz, îmânın za’îşemesine sebeb olan şeyleri
anlatacağım. Se’âdete kavuşduran ve helâke sebeb olan hâllerden kurtaran
yolu göstereceğim. Ehl-i ta’lîmden (Şî’ânın bir kolu olan İsmâ’îlîlerden)
işitdikleri sözler sebebiyle ne yapacaklarını şaşıranların çâresini
(El-Kıstas-ül-müstakîm) adındaki kitâbımızda anlatdık. Burada tekrâr
ederek sözü uzatmaya lüzûm yokdur.
İbâhâ ehlinin, ya’nî herşeyi mubâh ve serbest görenlerin ortaya atdığı
yanlış düşünceleri ve onların şübhelerini yedi kısma ayırdık ve onları
da (Kimyâ-i se’âdet) kitâbımızda açıkladık.
Felsefe yolunu benimseyip, i’tikâdlarını bozanlar ve Peygamberli-
ği inkâr edenler için, nübüvvetin hakîkatini ve varlığının zarûrî olduğunu
îzâh etdik. İlâcların, yıldızların ve bunlar gibi şeylerin özelliklerini bildiren
ilmlerin varlığı dolayısıyla, Peygamberliğin hak olduğuna delîl getirmemizin
sebebi, bu ilm dallarının felsefecilerin bahsetdiği ilmlerden olmasıdır.
Biz, astronomi, tıp, tabî’at, sihr, tılsım gibi ilm dallarında âlim olana nübüvvet
hakkında delîl gösterirken, herkesin kendi ilmini alâkadar eden delîller
gösteririz. Fekat, nübüvveti dili ile kabûl etdim deyip, dînin bildirdi-
ği mes’eleleri hikmetle îzâha çalışan kimse, muhakkak ki nübüvvete
inanmayan bir kâfirdir. O sâdece başkalarının kendisini ta’kîb etdiği bir
hâkime inanmışdır. Bu durumun nübüvvete inanmakla hiçbir alâkası
yokdur. Nübüvvete inanmak, aklın ötesinde bir âlemin varlığını kabûl etmekdir
ki, orada aklın idrâk edemeyeceği ba’zı şeyleri idrâk eden bir göz

açılır. Kulak, renkleri, göz, sesleri idrâk edemediği gibi, bütün duyu organları
da, aklın kavradığı şeyleri idrâk edemez. Akl da, kendi ötesinde
ma’nevî gözün (kalb gözünün) idrâk etdiği şeyleri anlıyamaz. Felsefeciler
böyle bir şeyi kabûl etmiyorsa da, biz bunun mümkin olduğunu ve var
olduğunu yukarıda kesin delîller ile açıkladık. Eğer bunu kabûl ederse, o
zemân akl tarafından anlama ihtimâli bulunmayan ve yalanlanan, imkânsı
z olduğuna hükmedilen bir takım husûsî hakîkatlerin bulunduğunu isbât
etmiş olur.
Meselâ bir dank, ya’nî yarım gram afyon, öldürücü bir zehrdir.
Çünki aşırı derecede soğutucu özelliği olduğundan, damarda kanı dondurur.
Tabî’at ilmine sâhib olduğunu iddi’â eden birisi, birleşik cismler,
soğukluğu, su ve toprak unsûruyla kazanır zan eder. Çünki dört unsûrdan
soğuk olanı, su ve toprakdır. Ama şu bir gerçekdir ki, yüzlerce litre
toprak ve su bir araya gelse insan vücûdunu soğutmada yarım gram afyonun
soğutduğu derecede soğutmaz. Bu husûsda tecribesi bulunmayan
bir tabî’atcıya bahsedilse, imkânsız olduğunu söyler. Delîl olarak da
afyon bitkisinde havâ ve ateş unsûrlarının da bulunduğunu, bu unsûrları
n onun soğutucu özelliğini artdırmayacağını söyler. Eğer afyonun sâdece
su ve toprakdan meydâna geldiğini kabûl etsek, bu derece aşırı so-
ğukluk ortaya çıkmaz. Hâlbuki hava ve ateş gibi iki sıcak unsûrun eklenmesiyle,
kesinlikle bu kadar soğukluk olmaması îcâb eder der. Bu aklî bir
delîldir. Felsefecilerin tabî’at ve ilâhiyât konularında kesin delîl olarak kabûl
etdikleri şeylerin çoğu bu türdendir. Çünki onlar, varlıkları gördükleri
ve anladıklarına göre değerlendirirler. Gördüklerine ve anladıklarına uymayan
hâdiselerin imkânsız olduğuna hükmederler. Sâdık rü’yâlar herkesce
kabûl edilmemiş olsaydı, bir kimse çıkıp, duyu organlarım sâkinleşdiğ
i, durgun olduğu zemân (uykuda, rü’yâda) gaybdan haberdâr olurum,
diye söylese, hakîkatleri akllarıyla ölçmeye alışmış olanlar, o kimsenin
sözlerini inkâr ederlerdi.
Felsefecilerden birine şöyle söylenilse: Küçük bir dâne bir şehre atı-
lınca, şehrin temâmını yok etsin. Sonra da kendi kendini yok etsin. Böyle
bir şey mümkin mi? Felsefeci, böyle bir şey imkânsızdır, bu gibi şeyler
hurâfedir, der. Hâlbuki söylediğimiz şey ateşin durumudur. Ateş,
hem başka şeyleri, hem de kendini yakar yok eder. Ateşi görmeyen
kimse, bunu inkâr eder. Âhırete âid şeylerin çoğu, buna benzer.
O tabî’atcıya deriz ki, afyonda soğutma bakımından öyle bir özellik
vardır ki, o özellik tabî’at ilmiyle ölçülmez. Akla uygun hâllere kıyâs olunamı
yor demek mecbûriyyetinde kaldın. O hâlde dînin koymuş olduğu
hükmlerde de, kalbleri tedâvî ve tasfiye etmek husûsunda akl yoluyla anlaşı
lamıyan, ancak nübüvvet gözü ile görülebilen ba’zı özelliklerin bulunabileceğ
ini neden mümkin görmüyorsun?
Felsefeciler bundan dahâ acâib bir takım özellikleri kabûl edip,
kendi kitâblarına yazmışlardır. O özelliklerden biri de doğum sırasında zor-
– 38 –
luk çeken bir kadına, kolay doğum yapması için tavsiye edilen aşağıdaki
şekldir.
Bu şekller, su değmemiş
iki bez parçasına çizilip,
yazılır. Doğum yapacak kadın
bunlara bakar ve ayaklarının
altına kor. O zemân çocuk
derhâl doğar. Felsefeciler bunun
mümkin olduğunu kabûl
etmişler ve “Acâib-ül-havâs”
kitâbında yazmışlardır. Bu şekl, dokuz hâneli bir şekldir. O hânelere
belli rakamlar yazılır. Her sırada bulunan rakamlar enine, boyuna ve çapraz
olarak toplanırsa toplam hep onbeş çıkar.
Bunu kabûl eden kimsenin aklı, sabâh nemâzının farzının iki, öğlenin
dört, akşamın üç rek’at olmasının, felsefe gözüyle, aklla anlaşılamı-
yacak birtakım özelliklerden dolayı olduğunu neden kabûl etmiyor? Bunun
hikmeti, bu vaktlerin ayrı ayrı olmasındadır. Bu özellikler, ancak nübüvvet
nûruyla idrâk olunur. Ne garîbdir ki, bu vaktlerin birbirinden ayrı
olmasının astronomi ilmine göre, müneccimlerin ifâdesiyle söylesek,
vaktler arasındaki farklılığı anlayacaklardır. Meselâ, güneşin göğün ortası
nda veyâhud doğuş sırasında veyâ batış durumunda olmasına göre tâlih
hakkında hükm değişik olmuyor mu? Hattâ müneccimler, yıldızların hareketine
bakarak, ömrlerin kısa ve uzun olmasını, ecelin nasıl vâki’ olacağı
nı tesbît etmiyorlar mı? Hâlbuki, güneşin göğün ortasında olmasıyla,
doğmakda veyâ batmakda olması arasında fark yokdur. Bunu tasdîk
etmesi, yalancılığını belki yüz def’a tecribe etdiği müneccimin ağzından
duymuş olmasından dolayıdır. O müneccimi dâimâ tasdikden geri dönmez.
Hattâ müneccim dese ki: Güneş, göğün ortasında iken falan yıldız
onun hizâsına gelse, tâlih de falan burcda olsa, o sırada yeni bir elbise
giysen, elbise içinde öldürülürsün. Buna inanır ve şiddetli soğukdan
eziyyet çekse, müneccimin yalanını da birçok def’alar görmüş olsa bile,
o denilen zemânda yeni elbise giymez. Aklı böyle şeyleri kabûl eden, bunları
n, ba’zı Peygamberlerin mu’cizesi olarak öğrenilmiş özellikler olduğunu
i’tirâf etmeye mecbûr kalan bir kimse, nasıl olur da mu’cizeleri apaçı
k ve yalan söylediği aslâ işitilmemiş olan sâdık bir Peygamberin sözlerinde,
bunlara benzer şeyleri inkâr edebiliyor? Bir felsefeci, nemâz
rek’atlerinin sayısında, hacda şeytân taşlamakda çakıl taşlarını atmakda,
hac rüknlerinin sayısında ve dinde emredilen ibâdetlerde bu gibi özelliklerin
bulunabileceğini inkâr ediyorsa, biz bu özelliklerle, ilâcların ve yıldı
zların özellikleri arasında aslâ fark göremiyoruz.
Felsefeci, ben yıldızlara ve tıbba âid söylenen özelliklerden bir kısmı
nı tecribe etdim. Ba’zılarını hakîkate uygun buldum ve tasdîk etdim. O
– 39 –
4 9 2
3 5 7
8 1 6
Dal Tı Be
Cim He Ze
Ha Elif Vav
özelliklere olmayacak bir şey gözüyle bakmak ve onları red etmek hissi
içimden kalkdı. Fekat senin dediklerini tecribe etmedim. Mümkindir desem
bile, hakîkat olduğunu nereden bileyim derse, şöyle cevâb veririm:
Sâdece kendi tecribe etdiklerinle kalma. Tecribe edenlerin anlatdıkları
nı işitdin, onlara uy. Evliyânın sözlerini dinle. Onlar tecribe etdiler. Dînin
bildirdiği her şeyde hakkı müşâhede etdiler. Onların yolundan yürü.
Sen de onların gördüklerinin ba’zısını açıkca görerek, idrâk edersin. Şunu
da ilâve edeyim ki, her ne kadar bu husûsda tecriben yoksa da, tasdîk
etmek ve uymak lâzım olduğunu aklın kabûl etmelidir. Farzedelim ki,
bir adam ergenlik çağına ulaşmış, aklı başında, fekat henüz tecribe sâhibi
değil. Bu adam, hastalandı. Tıp ilminde mâhir, çok şefkatli bir babası
var. Onun tıpdaki şöhretini aklı erdiğinden beri işitiyor. Babası ona bir
ilâc hâzırlayıp, bu senin hastalığına iyi gelir, seni bu hastalıkdan kurtarır,
demiş. O hastanın aklı neye hükm etmelidir? İlâc, acı ve fenâ kokulu olsa
bile, içmeli mi? Yoksa babasını yalanlayıp, tecribe etmediğim bu ilâcı
n hastalığımı iyileşdireceğini aklım kabûl etmiyor mu demelidir? Böyle
yaparsa, ona ahmak diyeceğine şübhem yokdur. İşte bunun gibi, ibâdetlerin
özelliklerini kabûlde tereddüt edersen, basîret sâhibleri seni de
ahmak sayarlar.
Eğer, Peygamberin “aleyhisselâm” şefkatini ve ma’nevî tedâvî sayı
lan ibâdetlerin özelliklerine vâkıf olduğunu nasıl bileyim der isen, derim
ki: Babanın şefkatini nasıl bildin? Bu maddî olarak hissedilen bir şey de-
ğildir. Fekat babanın hâllerini ve sana karşı davranışlarını görerek bildin.
Bu hâl ve hareketler, sende zarûrî bir bilgi meydâna getirdi. Bunda aslâ
şübhem yokdur. Bir kimse, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
sözlerine, kitâblarda bildirildiği üzere, insanlara doğru yolu nasıl gösterdiğ
ine, gâyet yumuşaklıkla, nezâket ve iyilikle onların ahlâkını güzelleşdirmeye,
dargın kimselerin aralarını bulmağa, dünyâ ve âhıret se’âdetine
kavuşduracak şeylere da’vet etmek husûsundaki yüksek gayretine bakarsa,
o yüce Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetine karşı
şefkatinin, bir babanın çocuğuna olan şefkatinden kat kat fazla oldu-
ğunu kesin bir şeklde görüp ve anlar. Yine Resûlullahın “sallallahü aleyhi
ve sellem” açıkca görülen nâdir hâllerine ve Kur’ân-ı kerîmde Onun lisanı
yla haber verilen ve hadîs-i şerîşerinde âhır zemânda zuhûr edece-
ği bildirilen gayba âid şeylerin bildirdiği gibi çıkdığına bakarsa, kesin olarak
anlar ki, O, aklın ötesinde bulunan bir duruma ulaşmışdır. Onda
ma’nevî bir göz açılmışdır ki, onunla ancak Allahü teâlâya kavuşmuş kimselerin
idrâk edebileceği gaybı ve aklın eremeyeceği şeyleri görüyor. İşte
Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğruluğunu tasdîk eden zarûrî
ilme kavuşmanın yolu budur. Tecribe et, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini
iyi düşün. Hadîs-i şerîşeri iyi mütâlaa et, incele, bunu açık olarak anlarsı
n, görmüş gibi inanırsın. Bu kadar söz, felsefecileri yola getirmek için
kâfîdir. Bu zemânda buna çok ihtiyâc olduğu için anlatdık.

Îmânı za’îşeten dördüncü sebebe gelince, bu âlimlerin ilmleriyle amel
etmemeleri, kötü hâlleri sebebiyle halkın te’sîr altında kalıp, îmânlarına
za’âf gelmiş olmasıdır. Bu hastalık ise üç dürlü tedâvî edilir.
Birinci tedâvî şekli: Halka şöyle demelisin. Harâm yidiğini iddi’â etdiğ
in âlimin, harâmın harâm olduğunu bilmesi, senin, içkinin, fâizin hattâ
gîbetin, yalanın, kovuculuğun harâm kılınışını bilmen gibidir. Sen bunları
n harâm olduğunu bildiğin hâlde işlersin. Bunları yapman harâm olduğ
una inanmamandan dolayı değil, nefsinin hevâsına, arzûlarına uydu-
ğundan dolayıdır. İşte âlimin nefsinin arzûları da senin arzûların gibidir.
Onu da nefsi mağlûb etmişdir. Onun senden farkı, birçok mes’eleyi bilmesi,
ilm sâhibi olmasıdır. Onu, işlediği günâhlardan dolayı, dahâ fazla
tenkid etmek uygun düşmez. Tıbba inanan pekçok kimse vardır ki, tabîb
kendisine yasakladığı hâlde, meyve yimekden ve soğuk su içmekden kendisini
alamaz. O kimsenin bu davranışı, tıp ilmine inanmadığından değildir.
İşte, âlimlerin hatâları da böyle telakkî edilmelidir.
İkinci tedâvî şekli: Câhil kimselere şöyle demelidir: Âlim, ilminin âhı-
retde kendisine şefâ’atci olacağını kabûl ediyor. Zan ediyor ki, ilmi onu
kurtaracakdır. Bu sebeble ilmine güvenip, amellerde gevşek davranıyor.
Belki de ilmi aleyhine bir delîl olacakdır. Fekat o lehine olacağına güveniyor.
Bu da mümkindir. O, ilmine güveniyor, ameli terk ediyor. Ya sen ey
câhil, ona bakıp, ameli terk edersen, ilmin de olmadığına göre, kötü
amelin sebebiyle helâk olursun. Sana şefâ’at edecek bir şeyin de yokdur.
Üçüncü tedâvî şekli: En doğru tedâvî şekli budur. Hakîkî âlim ancak
yanılarak günâh işler. Günâh işlemekde aslâ ısrâr etmez. Hakîkî ilm,
günâhın öldürücü zehr olduğunu, âhıretin dünyâdan iyi olduğunu bildirir.
Bunu bilen bir kimse, iyiliği bırakıp, kötülüğe yönelmez. İlmin bu meziyyeti
insanların çoğunun meşgûl olduğu çeşidli ilmlerle elde edilmez.
Bunun için, o tip ilmler, sâhibini günâh işlemekde cüretkâr olmaya sürekler.
Fekat hakîkî ilm ise, sâhibinde Allah korkusunu uyandırır ve artdırır.
Bu korku onunla günâh arasında perde olur. Ancak, yanılarak günâh olan
ba’zı hareketlerde bulunabilir. İnsanlar bu gibi hatâlardan kurtulamaz. Bu
hâl, îmânın za’îşiğini göstermez. Mü’min böyle hatâlara düşebilir. Fekat
tevbe eder ve günâh işlemekde ısrâr etmez.
Felsefecilerin ve ta’lîmiyyecilerin yollarının kötülüğü ve zararları
ve onlara karşı çıkarken usûlsüzlük yapanların zararları hakkında bildirmek
istediklerim bu kadardır.
Allahü teâlâdan dileğimiz, bizi seçdiği hakka ve hidâyete erdirdiği
kullarından eylesin. Hiç unutmamak üzere zikrini kalbimize yerleşdirsin.
Nefsinin şerrinden koruduğu, yalnız kendisine ibâdet eden, hâs ve ihlâslı
kullarından eylesin!

İmâm-ı Gazâlî [Kısa hâl tercemesi]
İslâmın en büyük âlimlerindendir.
450 [m. 1058] senesinde tevellüd, 505 [m. 1111] senesinde
vefât etmişdir. Şâfi’î mezhebinde müctehîd idi. O kadar çok
kitâb yazmışdır ki, ömrüne bölünce, bir güne onsekiz sahîfe
düşmekdedir. Kitâbları çok kıymetlidir. İslâm felesofu olmayı
p, büyük bir Ehl-i sünnet âlimidir. İslâmiyyetde felsefe olmadığı
gibi, islâm felesofu da yokdur.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin mürşidi, silsile-i aliyyenin büyüklerinden
Ebû Alî Fârmidî hazretleridir. Evliyâlık mertebelerine
onun sohbetleri ile kavuşmuşdur. İmâm-ı Gazâlînin
yaşadığı devr, islâm âleminde, siyâsî ve fikrî karışıklıkların
hükm sürdüğü bir devr idi. Bağdâddaki Abbâsî halîfesinin hâkimiyyeti
za’îşemeğe yüz tutmuşdu. Büyük Selçukî Devletinin
sınırları ise genişliyor, nüfûzu artıyordu. İmâm-ı Gazâlî, bu
devletin hükümdârları, Alparslan, Melikşâh ve Sultân Sencer
zemânında yaşadı. Hassan Sabbâh ve adamları, sapık yolları
olan İsmâ’îliyye fırkasının fikrlerini yaymaya çalışıyorlardı.
Mısrda da şî’î Fâtimî devleti çökmeğe başlamış, Endülüs
İslâm Devleti gerilemeğe yüz tutmuş idi. Müslimânları mukaddes
topraklardan atmak için hâzırlanan Haçlı seferleri, bu zemân
[m. 1096] başlamışdı. Bu siyâsî karışıklıkların yanında,
fikr ve düşüncelerde de karışıklıklar başlamışdı. İç ve dış
düşmanlar, her zemân olduğu gibi, müslimânların i’tikâdını
bozmağa çalışmış, bir yandan Yunan feylesoşarının bozuk
fikrleri terceme edilip, islâm inançlarına karışdırılmağa uğraşı
lmış, bir yandan da Bâtınî ve Mu’tezîli i’tikâdları yayılmaya
çalışılmışdır. İşte bu sırada Ehl-i Sünnet i’tikâdını müdâfea
eden islâm âlimlerinin başında, imâm-ı Gazâlî hazretleri geliyordu.
O, bir yandan talebeler yetişdirmeğe çalışırken, bir
yandan da, Ehl-i sünnet dışı fırkalara ve felsefecilere cevâblar
yazmışdır. (El-münkız) kitâbında, kendilerini akllı, ilm
adamı, hiç yanılmaz zan eden dinsizlere cevâb vermekdedir.
(İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm) kitâbında da, Ehl-i sünnet
i’tikâdına göre inanmanın ehemiyyetini, müteşâbîhatdan
ma’nâ çıkarmanın tehlükelerini, kelâm ilmi ile uğraşmanın zararları
nı açıklamakdadır. Eserlerinin sayısı (1000)e ulaşdığı
(Mevdû’at-ül ulûm) kitâbında yazılıdır. İhyâ-ül-ulûm, Kimyâ-
i Se’âdet kitâbları ile Cevâhir-ül Kur’ân tefsîri meşhûrdur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
ŞaHa Meftun

ŞaHa Meftun


Mesaj Sayısı : 139
Kayıt tarihi : 30/06/10
Nerden : Ankara

El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî) Empty
MesajKonu: Geri: El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî)   El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî) Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 4:41 pm

Allah c.c razı olsun paylaşımınız için. Gazalinin bu eseri mutlaka okunması gerekenlerden. .Hakikata ulaşmada tek kaynağın sezgi olduğunu ,duyulara( /duyu organlarına) akla vs. dayanan veriler doğru olmayabileceğini söyler.. Her şeyi salt akla dayandırıp sonuca ulaşmaya çalıştığım ancak çelişkiler yaşadığım zamanlarda Gazalinin bu bilgileri , yani aklın, duyuların bizi yanıltabileceği , ve bunların bilgi elde etmede salt kaynak olmadığı bilgisi hep kurtarmıştır beni.Allah razı olsun ondan …
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
El-Münkızü min-eddalâl (İmâm-ı Muhammed Gazâlî)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Namazın hakikati ve ruhu / İMAM GAZALİ
» Tevhid Risalesi İmamı Gazali
» İmam Malikin Görüşleri

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
buharalıbilvanisli.com :: Fıkıh Kaynakları :: Akaid Kaynakları-
Buraya geçin: