buharalıbilvanisli.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

buharalıbilvanisli.com

Sofilerin Buluşma Noktası Buhara
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
buharalıbilvanisli.com Son Konular
KonuYazanGönderme Tarihi
Salı Şub. 08, 2011 11:13 am
Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am
Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm
Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm
Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am
Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 9:37 am
Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm
Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am
Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am
Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm
Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm
Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am
Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm
Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am

 

 Ömer Nesefi Akaid ders-1 İslamda Bilgi Kaynakları

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Ömer Nesefi Akaid ders-1 İslamda Bilgi Kaynakları Empty
MesajKonu: Ömer Nesefi Akaid ders-1 İslamda Bilgi Kaynakları   Ömer Nesefi Akaid ders-1 İslamda Bilgi Kaynakları Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:55 pm

BİRİNCİ BÖLÜM

İSLAMIN VARLIK TELÂKKİSİ

İslâm'da Kainat Gerçeği

«İslâm'a göre, eşyanın varhğı bîr realitedir. Ve ilim, bu eşya reali¬tesine nüfuz eder.»
Bu hüküm, beşer aklım daima msşgul eden şu iki ana meseleyi hallediyor:
A) İçinde yaşadığımız şu dünya ve eşya, ger¬çekten var mıdır? Kâinatın varlığı, bir hakikat mı¬dır? Dînin temel akidesi olan, «Allah'ın varlığı» prensibi, gaybe inanış demektir. İnancımız; «gözü¬müzle görmediğimiz gerçeklerin varlığını kabul» esasına dayanmaktadır. Allah, Melek, Ahiret inançları, gözle görülmeyen gerçeklerin kabulü de¬mektir. Bu inanç; maddeyi, kâinatı ve hayatı nor¬mal olarak tetkik eden insanın kabulüdür. Kur'-an'da bunun misallerini görürüz. Hz. İbrahim'in; güneşin, ayın vs yıldızların hareketlerine bakıp, her birinin gözden kaybolduğunu görünce; rol an, kaybolan ve Fonu olan şeylerin yaratıcı olmayıp, yaradık olduklarını idrak etmesi ve. ezelî, ebedî, kâinatın yaratıcısı olan Allah'a iman etmesi, kâi¬nat gerçeğinden îmana vasıl oluşun açık örnnîtidîr. İslâm'ın tavpiy? ettiği iman: kâinat varlığının tet¬kiki ve müşahedesi neticesinde fertte hasıl olan imandır.
«Şüphesiz, pöklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıtıp taşıy)an o gemilerde Allahın yukarıdan indirip onunla yer yüzünü, ölümünden sonra-dirilıtiği suda, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında (Hakkın emrine) bo¬yun eğmiş olan rüzgârları ve buluüarı evirip çevirme¬sinde, aklı ile düşünen bir kavm için nice âyet (ve alâ¬met) ler vardır.» [17]
«De ki: «Göklerde ve yerde neler var, bakın.» t Fa¬kat) bunca âyetler (ibretler), inzarfar, iman etmeye¬cekler güruhuna fayda vermez.» [18]

Kâinat Ve Tâbi Olduğu Nizam

Müşahede edilen ve edilmeyen kısımları ile, kâinatın varlığı, bir nizam içinde devam eder. İn¬san, ilk bakışta, etrafını çevreleyen canlı varlık ve madde dünyasında bazı tesbitlerde bulunur. Gü¬neş, güneş sisteminin kuruluşundan beri aynı ha¬reketi tekrar etmektedir. Daima gündüzleri gece¬ler takip etmekte ve bu hal aksamadan devam etmektedir. Mevsimler, aynı intizam içinde birbir¬lerini kovalamaktadır. Her mevsim, kendine marb sus. şartlan da beraberinde getirmektedir.
Kâinat ve insan, değişmeyen bir kanuna ta¬bidirler ki, bu kanun; «yaratılma, devam etme ve yokolm;}» kanunudur.
Canlı varlıklardan insan; ideolojik bir yapıya da sahip olduğu için, biyolojik hayatının bitmesi¬ne rağmen yeni bir hayatın namzedidir. Bu ha¬yat, biyolojik hayatın devamı esnasında yapılan davranışların tam bir muhakemesinin yapılmasın¬dan sonra kat'î şeklini alır.
Şu hald?, madde ve canlı varlık — insan biyolojik yapısı dahil— yaratılma, devam etme ve yok edilme geçitlerinden geçer. Maddenin ve canlı varlığın uyduğu iik kanun budur.
Ayrıca insan, canlı varlık ve madde âleminde de bir intizam görür. Gece, gündüzü takip etmek¬tedir. Mevsimler birbirini kovalamaktadır. Dünya ve güneşin kendilerine mahsus hareketleri, dur¬maksızın devam etmektedir. Canlı varlık için ha¬yat bitince, canlının organizmasını teşkil eden var¬tan cansız varlık doğmaktadır. Madde ise, ilmin izah edemediği bir şekilde, canlı varlığın dokusu¬nu teşkil etmektedir. Böylece, canlı varlıktan mad¬deye, maddeden canlı varlığa gidiş ve dönüşlsr, tam bir intizam içinde tekrarlantp durmaktadır.
Madde ve canlı varlık, hareketlerinde tam bir intizam göstermektedir. Gündüz ve gece, dünya¬nın, kendi etrafında dönüşünün neticeleri olarak vücut bulmaktadır. Mevsimler, dünyanın, güneş etrafında dönmesinin sonucu olmaktadır. Dünya, binlerce seneden beri güneşe, intizamlı bir şekilde yaklaşıyor ve uzaklaşıyor; güneş sistemini meyda¬na getiren diğer gezegenler de aynı hareketleri yapıyorlar. Kendilerinin ve sistemlerinin merkezi etrafında dönüyorlar. Bu dönüşler, bazı küreler üzerinde yaşayan canlılarda hayatî tesirler mey¬dana getiriyor.
Hülâsa; kâinatta seyyarelerin haraketi, canlı varlığın maddeye; maddenin canlı varlığa dönüş¬mesi, kâinatın büyük bir İntizam içinde hareket ettiğini gösterir. [19]

Kainat Hakkinda Yanlış Telâkkiler

İmana vasıl oluş, hayat ve kâinat gerçeğini tetkik etmeğe bağlıdır. Eğer «kâinat bir gerçek değildir» denirse; imana vasıl oluşun birinci ve te¬mel basamağı kaybolur. Görünen realiteyi kabul etmeyen düşünüş, müşahede edilemeyen gerçeği kabul edemez. İlmin mevzuu olan eşya inkâr edi¬lirse, ilim inkâr edilir; ilim inkâr edilince de iman yıkılır.
Eşya realitesinin inkârı, Yunan Felssfesinds temellerini bulur:
Heraklit, eşyanın varlık şeklindeki tasavvuru¬nu yanlış addeder. Zenon'a göre ise, hiç bir şey yoktur. Eşya gerçeğinin inkârı, eski Yunan'dan zamanımıza kadar intikal etmiştir.
Birinci mesele ise, eşya gerçeğinin insan ta¬rafından bilinip bilinemeyeceğidir.
«Eşyanın var olduğunu veya mevcut olmadı¬ğını anlayamayız» diyenler, Septiklerdir. Bunlar, eşyanın mevcudiyetinin, insan tarafından idrak edilemiyeceğini iddia ederler. Bir kısmı, «eşyanın varlığı, insanın tasavvuruna bağlıdır» derken; di¬ğer kısmı, eşya realitesini ne tasdik, ne .de inkâr ederler.
Dünya tarihinin başlangıcından beri, insan¬lar, kâinatı izaha teşebbüs etmişlerdir.
Kâinatı rasyonel izahın ilk denemeleri, Yü-nan'da başlar. Hind, İran ve Mısır telâkkileri, Yunan felsefî düşüncesine değişik nisbette tesir eder ve Yunan'da kâinatı izah denemesi başlar. Yunan felsefesi, kâinatın izahında, bir «İlk Sebep» ara¬maya koyulur. Böylece, kâinatın ilk sebebi olarak «îde», «Madde», «İrade» gibi mefhumlar gösteri¬lir. Bu durum, bütün felsefî münakaşaların teme¬lini teşkil eder. Felsefe, kâinattan ayrı bir varlığa malik, kadir ve fail olan Allah telâkkisini redde¬derek, kâinatı bir ilk prensiple izaha çalışır. Bu izah, monist bir karakter alınca, kâinatı fikir ve¬ya madde ile izahın garipliklerine düşülür.
Felsefe sahasındaki bütün kavgalar, bu nok¬tada düğümlenir. Kâinatı birusebebe irca temayü¬lü, materyalistler ve ruhçular arasında kavga ha¬line gelir.
Ruhçu görüş, kâinatın maddî varlığını bir ha¬yal olarak kabul eder. Görülsn ve var olan kâina¬tı, İde'nin gölgesi diye vehmeder. Ruhçu görüş, realiteyi hayal olarak vasıflandırır.
Sistemli İfadesini Platon'da bulan bu görüş, orta çağlarda «Yeni Eflatunculuk» şeklinde yaşar. Onsekizinci asırdan zamanımıza kadar bazı filo¬zoflarda, bu görüşü ihya gayreti görülür.
Aynı görüş, îslâm âleminde de ihtilâflara yol açan bir şskil alır. Ruhçu Panteizm, Batınî telâk¬kilerin kâinat görüşü şeklinde belirir. Yeni Eflâtuncu görüşler Farabî, îbn Sîna, îbn Rüşd ka-naliyle, Aristo'nun şerhleri ve Kabbala'mn tesir¬lerini muhtevi olarak etkilerini artırır.
Bu telâkkiler, başka bir kanaldan da müessir olmakta devam edsrler. Bu saha, mistisizmedir. Bazı mistiklere izafe edilen eserlerde, İdealist ve¬ya Materyalist Panteizm, en sarih şeklini alır. Böy-
lece, İslâmi bir maske altında saklanan falsefe te¬lâkkileri, tahribatlarına devam ederler.
Bu tahribata karşı, İslâm âleminin muhtelif yerlerinde, devir devir reaksiyonlar zuhur eder. is¬lâm'ın bulandırılmadan yaşanmasını temin gaye¬sini güdsn bu cereyanlar, «Ehl-i Sünnet» reaksi¬yonlarıdır.
Kâinatın «İde» ile izahının karşısında, felse¬fe sahasında, materyalizm boy gösterir. Materya¬lizm, kâinatı vücuda getiren ilk sebebin, madde olduğu kanaatindedir. «Madde, kendi kendine vü¬cut vermektedir» derler. Bu hal ise açık bir hata¬dır.
Akıl, bir eserin, kendi dışında bir sebep neti¬cesinde doğduğunu kabul eder. Bir netice, kendini doğuran bir sebebin mahsulü olabilir. Bir sebe¬bin, kendi kendini doğurması mümkün değildir. Yani yağmur, kendiliğinden yağmaz. Güneş, ken¬diliğinden ışık vermez. Organizma kendiliğinden hareket etmez. Cisim, kendiliğinden harekete geç¬mez.
Fiziğin ilk prensiplerinden biri, bir cismin ha¬rekete geçmesi için, bu cisme dıştan bir kuvvetin tatbik edilmesi gerektiğidir. Kâinat ise, çok kü¬çük ve çok büyük parçacıkları ile, tam ahenkli bir hareket içindedir. Bu duruma göre; bir canlı varlığın veya maddenin hayatını temin eden ha¬reket, kâinat manzumesinin dışında bir kuvvete zarurî olarak muhtaçtır. Bu kuvvet, madde veya onun türevleri olamaz. Zira madde, hareket için, kendi dışında bir kuvvete muhtaçtır. Kuvvet mev-zuunun, kuvvetin ilk kaynağı olması muhaldir.
Şu hale göre; hareket için kendi dışında bir kuvvete muhtaç olan madde, kâinatın ilk prensibi olamaz. Kâinat, kuvvetin tatbik edildiği ve tahrik edildiği muazzam bir makineye benzer. Kâinatı harekete geçiren ve onu bir arada tutan dışında bir kuvvete muhtaçtır.
Madde, ne kendini yaratmaya, ne de yok et¬meye muktedir değildir. Maddenin, tahayyül öte¬si küçük parçacıklarını bir arada tutan ve hare¬ketlendiren kudrete, madde boyun eğmiştir.
Materyalistler, maddeyi tam bir tahlile tâbi tutmadıklarından, onu kâinatın ilk sebebi zan¬nettiler. Materyalizmin tarihi, şunu isbat!ar: Materyalizm, ilmin değil; vehmin eseridir. Mad¬de hakkında tam bir bilginin hasıl olmasına im¬kân olmayan devirlerden beri materyalizm var¬dır. En basit müşahede ve deney usullerinin bili¬nebildiği ilk çağlarda materyalizm, hiç bir ilmî temele dayanmıyordu. Materyalizm, sadece, ma¬teryalist filozofların zihin çarpıklıklarının va in¬san zaafının bir mticesi olarak mevcut olabildi.
Avrupa'da, Hıristiyanlığın kurduğu ve da¬yandığı ruhçuluk yıkılınca; rnhçuluğun ikiz ve negatif kardeşi olan materyalizm hortladı. Ve bir ilim kılığına girmeyi becerebildi.
İlimlerin metodu olan,, kâinat ve hayat ka¬nunları hakkında toplu ve sistemli bir fikir de¬mek olan felsefede ruhçuluk yıkılınca; Avrupa'da başka bîr sistem bulunmadığından, materyalizm liderliğe geçti. Böylece, ilimlerin metodu, hayat ve kâinatın izahı materyalistleşti.
îslâm dünyasında ise; saadet zamanının îslâm düşünce ve hayatı, uzun darbslerin sonunda kuvvetten düşmüştü. Hıristiyan, Yahudi ve müş¬rik kuvvetlerin, asırlardan beri yaptıkları dinî, fikrî ve askerî hücumların aracılığı İle çökmeye başlayan İslâm düşüncesi; ilimlere metod, kâinat ve Imyafcı izah, insanlığa fikrî ve manevî lidsrlik vasıflarında durgunluk ve hareketsizlik çağına gelmişti. Bu sebepten, ne kendisini ne Avrupa'yı, ne de dünyayı kurtarmak hizmetini deruhte ede¬meyecek halde bulunuyordu.
Hulhukf, elde tahriften âzâde bir kitap bulu¬nuyordu. İnsanlığın kurtuluş yolunun tek orijini dlan bu kitabın, yeniden hayatı yorumlaması bek¬leniyordu. Ne yazık ki, Osmanlı Devlet Teşkilâtı ile b^ıabor bütün küitür müesseseleri, bunu başarabilecek takatten düşmüşlerdi.
Gaye yönünden vuzuhunu kaybeden tefekkü¬rümüz, vasıtaları bakımından da eksikti. Kâinat ve hayatı iznha, kâinatın kuvvetlerini ulvî gayesi¬ne vn.sıtn yapmaya-yönelmesi gereken düşünce, he¬defini kaybetmişti.
Ayrıca, mücerret akılcılık, diğer ilim kaynak ve mo'oîllnrını tasfiye etmişti.
Bu şartlar altında, Osmanlı İdeoîojisPnin, Av¬rupa'ya ve dünyaya rehherlik etmek imkânı kalmiyordu. Burum neticeni olarak; kâinat ve hayatı innh v? nnu zaptetmek ihtirası ila dolu Avrupa kuvvetleri tarafından yutulması mukadderdi. Çünkü. Osmanlı İdeolojisi çökmüştü.
Felsefenin kıskacı altında, ruhçuluk ve maddecilik ifratları arasında, diînva bocalamaktadır. Bu iki fikrin ortak hatası, kâinatı ilk sebebe irca etmek gafletidir. Kâinatı Yoktan var Men, onu dsvam ettiren ve yok edecek oînn kudretin Allah olduğunu İdrak etmemekMr. Bütün bir dünvayı zindan haline getiren, iste bu iki sakat akîdedir. İşte, bu sapık telâkkiler karşısında İslâm bilgi esası eşyanın var ve onun mevcudiyetinin in¬sanlar İçin bedahet dereessinde bilinen bir husus olduğunu ifade ediyor. [20]

İslâm'da Alem Telakkisi

«Âlem, bütün ktsımlarıyla son¬radan yaratılmıştır. Âlem, yoktan varedilmiştir ve zamanı gelince yok olacaktır.,»
Kâinatın, kendi kendine var olduğuna inan¬mak, yani maddenin öncesiz ve sonrasız olarak var olduğuna inanmak, küfürdür- Bu telâkki, maddeyî Allahlık sıfatlarını yakıştırmaktır. Eski Yunan ve zamanımız materyalistleri bu kanaat¬tedirler.
Kâinatın ezelî ve ebedî bir varlık olduğunu iddia eden bu materyalist görüşler, hakikatle ça¬tışma halindedir ve gerçek ilim tarafında n yalan¬lanmaktadır.
islâm'a göre; kâinat, ne sübjektif ide (yani ferdin hayali); ne de objektif İde (yani İsandan önce mevcut olan ideler âlemi) değildir. Kâinat, objektif olarak varolan, sınırlı bir varlıktır. İnsan beyninin icat ettiği bir varlık değildir. İnsandan evvel ve İnsandan müstakil olarak vardır.
Kâinatta görülsn sonsuz intizam ve ahenk, ancak, sonsuz bir iradenin kudretiyle mümkün¬dür. Kâinatın devamı için gerekli olan bu kud¬ret, bir an verilmezse kâinat binası yıkılır. Aza¬metle duran dağlar, taşlar, atılmış pamuk gibi olur. Güneş, ılığını veremez olur. Sema, kâğıt parçası gibi dürülür. Bu, kâinatın sonudur. Bu akıbet, bizim bilemediğimiz bir zamanda kâinatın yaratıcısı olan Allah'ın kudratiyle gerçekleşecek¬tir.
Şu halde; kâinat, Allah (C.C.) tarafından ve yoktan varedilmiştir. Yine, Allah (C.C. ) tarafın¬dan tayin edilmiş bir vakte kadar devam edecek¬tir. Zamanı gelince kâinat binası yıkılacaktır.
«O halde âlem ayan ve arazdır.
Ayan; zatıyla kaim olan şeydir. Ya mürekkep olur ki, cisimdir. Ya¬hut, cevher gibi, gayri mürekkep olur ki, bölünmez en küçük parçadır.
Araz; renkler, (kımıldama, dur¬ma, birleşme ve ayrılmadan ibaret olan) kevnler, tadlar, kokular gibi kendi zatıyla kaim olmayan; cisim¬lerde ve cevherlerde sonradan olan şeydir. [21]

İKİNCİ BÖLÜM

İSLÂM'IN BİLGİ TELAKKİSİ

İslam'da Bilgi Kaynakları

«Yaratıklar için ilim kaynakla¬rı üçtür :
1 — Selim Hisler (Beş duyu): Bunlar; işitmek, görmek, koklamak, tatmak dokunmaktır. Bu beş duyu, fonksiyonlarının icabettirdiğl hissi duyarlar.»
Hiss-i selim, bilginin kaynaklarından biri olarak zikredilmiştir. Bu husus, «islâm Bilgi Eşan¬lamının, tecrübe ve müşahedeyi bir metod olarak kabul ettiğini gösterir. Bütün ilim dallarında, beş duyu vasıtasıyla kavranan gerçek, ilmin mevzuu¬dur.
İnsanın ilk bilgi vasıtası, elbette duygu va-hayatı bu vasıtalarla bilebiliriz. Ancak, duygu va¬sıtalarımızın duyarlığı, kâinatta normal yaşama¬mızı temin edecek şekilde ayarlanmıştır.
Gözlerimiz, muayyen dalga boyundaki ışık demetini alabilmekte ve dünya, bize berrak ha¬liyle görülmektedir. Eğer bu ayar bozulmuş ol¬saydı, meselâ enfraruj ışınlarını alabilseydik, dün¬ya acaîp bir bombelik İçinde gözükecekti.
Kulağımız da, muayyen frekanstaki sesleri alabilir. Bu hududun alt ve üstündeki sesleri du-yamayız.
Duygu vasıtalarımızdan olan cildimiz için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Beyaz ışığı vücudumuz hissedebilmekte, fakat kozmik şualar vücudu baş¬tan başa geçtikleri halde onlan hissedememekte-yiz.
Misâlleri çoğaltmak mümkündür. Şu halde, duygu organlarımızın duyarlık derecesi mahdut¬tur. Tıpkı bir makinenin taşıyabileceği yükün, bir telin geçirebileceği elektrik yükünün mahdut olduğu gibi.
Buna göre, duygu organlarımızla alınabile¬cek bilgiler de mahdut, ciacaktır. [22]

Akıl Nedir?

2 — Akıl: Akıl ile ilk bakışta hasıl elan bügi zarurî bilgidir. Bir şeyin tamamının, parçasından bü¬yük olduğunu bilmek gibi. İstidlâlen sabit olan ilim ise, Iktisabîdir.
Akıl, insanı öteki canlı varlıklardan ayıran özellikbrin en Önemlilerinden birisidir. Akim ma¬hiyetini bilemsyiz. Ancak, onun yaşayışımızdaki tesirlerini bilebiliriz. Bu bakımdan, aklın tarifi konusunda ihtilâflar vardır:
Filozoflara göre, «akıl latif bir cevherdir. Bil¬gilerimizin doğru veya yanlış clduklan, bu cev¬herle ayirdedilir.» Fakat, bu tarif doğru değildir. Çünkü; eğer akıl cevher olsa idi, onun kendi ba¬şına ve akim sahibi olan insan mevcut olmadan da, var olması gerekirdi. Böylece bir durum ise, ba¬tıldır.
Bazıları da; «Akim mânâsı ilimdir. Araların¬da fark yoktur. Meselâ; V.u şey biliniyor' demekle,
şu şey akla uygundur demek aynıdır» demişler¬dir.
Hakikatte, bu fikir de yanlıştır. Zira Allah (C.C.), ilim ile vasıflanabilir, ama Allah'a akıl sı¬fatı verilemez. Yani, Allah'a, âlim denilebilir; fa¬kat âkil denilemez. Bazı kereler aklın ilim mânâ¬sında kullanılması umuma teşmil edilemez.
Bazı alimler de, aklı şöyle tarif etmişlerdir:
«Akıl, insanda bulunması gerekli olan bir kuv¬vettir, însan bu kudretle eşyayı idrak eder. Kendi¬sinde bu kuvvet mevcut olduğu için de, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmek, insan üzerine bir va¬zife olur.»
Şeyh Pezdevî, îmam Bakıllanî, Şemsü'1-Eim-mc ve bilumum Eş'arî âlimlerinin, akıl hakkında¬ki görüşleri İse şudur:
Akıl bir nurdur. Bu nur İle, hakikate varma¬nın yolu, din ve dünya meseleleri aydınlığa kavu¬şur. Göz, nasıl, görülen şeyleri ışık sayesinde id¬rak edebiliyorsa; insanın kalbi de, aklın nuru ile idrak eder.
Bir insanda aklın mevcut olup olmadığı, iyi ve kötü olan şeylerden birini seçmesi ile belli olur. Şöyle ki: İnsan neticesi iyi olacak bir işi yapar; sonu kötüye varacak bir işi de terkeder. Bir işi yn-pmak veya terketmek ise, iki maksatla olur. Cînyc. ya hayır, menfaat ve iyi netice elde etmek¬tir; yahut da, hayvanlarda olduğu gibi, herhangi haklı bir sebep yoktur. Akıl ise, hayrı, faydalı ola¬nı ve iyi akıbeti seçer. Buradan çıkaracağımız ne¬tice şudur ki; yapılan işin hayır ve iyi netic? üze¬rine bina edilmiş olması, bu işi yapan kimsede ak¬lın mevcut olduğunu gösterir.
Akıl, insanın yaratılışında bilfiil mevcut değildir. Yeni doğan çocuk, mutlak mânâda akla sa¬hip olmadığı gibi, akıllı hareketlerde de bulun¬maz. Nitekim şu âyet-i kerims bu hükmü doğru¬lamaktadır:
«Allah, sizi analarınızın karnından, kendiniz hiç bir şey bilmiyorken çıkardı. Size şükredesiniz diye kulaklar, gözler, gönüller verdi. Tâ ki şükredesi¬niz.» [23]
Fakat, çocukta aklın mevcudiyetine istidat vardır. Bu istidada «lîilkııvve akıl», veya «tabiî akıl» denir. Akıl insanda azar azar ve yavaş yavaş ortaya çıkarak mükemmel hale gelir. Buna da «müstefâd», yani «kâmil akıl» adı verilir. İnsan¬daki akıl, kemal derecesin çıkmazdan evvel, ek¬siktir. Nitekim, çocuklardaki akıl böyledir. Akıl, zamanla gelişir ve meydana çıkar. Akıl, herkeste eşit seviyede olmayıp, kiminde az, kiminde İse bi¬raz daha fazla olarak yaratılmıştır. Zamanla ge-îiş:n bu aklın bölümlerinin, nasıl ve ne zaman mükemmel hale geldiğini bilebilmek zordur. İn¬sanoğlunun bilgisi, bunu anlamaya kâfi gelmez. Aklın hakikatini ve kemal derecesini ancak Allah (C.C.) bilir. Cenâb-i Hak, bizim bu husustaki bil¬gimizi kolaylaştırmak için, akim zahirî sebebi olan bulûğ çağına gelmeyi, aklın mükemmel hale geldiğinin İşareti olarak bildirmiştir. Dinin emir ve yasaklarına uyma mecburiyeti de, âkıl-bâllğ olanlar için konulmuştur. Gerçekten de, ak¬lın gelişmesi bulûğ çağında olmaktadır. Çünkü, nefsin kuvvetleri ve bu arada akıl, insan bünye-r.inin olgunlaşması ile beraber mükemmel hale gelirler. [24]

Aklın Mahalli Nedir?

Aktın nerede bulunduğu meselesinde de çe¬şitli fikirler ortaya atılmıştır:
Âlimlerden bazılarına göre; akıl, dimağda; aklın nuru ise kalptedir. Gözle görülemeyen şey¬leri idrak eden, işte bu aklın nurudur. Kamil akıt, sahibini, dünyada buhran ve rezillikten, ahirette ise pişmanlıktan kurtarır.
Bir kısım bilginler de; «Akıl, ruhların; ruh¬lar da bedenlerin hayatıdır» derler.
Hz. Ali (R.A.), kendisine akim mahalli so¬rulduğunda, filozofların tslakkilerinin tam aksine olarak şöyle demiştir: «Akim yeri kalptir. Ziyası İse dimağdadır.» İslâm âlimlerine göre, doğru olan da budur.
Şu da bilinmelidir ki; Allahü Teâlâ, melek¬lere yalnızca akıl vermiş, şehvet vermemiştir. Hayvanlara da şehvet vermiş, akıl vermemiştir. İnsanlara ise hem akıl, hem de şehvet vermiş¬tir. Bu sebeple, aklı şehvetine hâkim olan kim¬se,- meleklerden daha üstündür. Şehveti aklına hâ¬kim olan İnsan ise, hayvanlar mertebesinde, hat¬ta onlardan daha aşağıdır. [25]

Akıl, Güzeli Ve Çirkini Bilebilir Mi?

Dinin emrsttlğl şeylerde bir güzellik; yasak ettiği şeylerde de bir çirkinlik sıfatının bulunma¬sı gerekir. Aksini düşünmek, Allah'ın sıfatlarına aykırıdır. Zira, dinî hükümlerde emredici ve ya¬saklayıcı olan, bizzat Allahü Tîâlâdır. Allah'ın, çirkini emretmesi, güzeli de yasak etmesi gibi bir durum düşünülemez.
Bir şeyin güzel veya çirkin olduğu hükmü, üç sebepten dolayı verilebilir:
1. Bir şey, insanın yaratılışına uygun ve hoş gelir., yahut insana nefret verir. Sevinç ve keder, acı ve tatlı, böyledirler.
2. Bir şey, ya mükemmeldir; veya noksandır, îlim ve cehalet gibi.
3. Bir şey, ya dünyada takdir ile karşılanır ve ahirette sevap kazandırır, yahut da dünyada kö'ü görülür ve ahirette de azaba sebep olur. îba-det etmek ve günah işlemek, böyledir.
Birinci» ve ikinci bölümlerde zikredilen güzel ve çirkin olan şeyler, aklî olup hilâfsız akıl İle bi-Hn:bilirler. Üçüncü kısmın akıl tarafından bili¬nip bilinemeyeceği konusu ise akaid mezhepleri arasında tartışma sebebi olmuştur. Bu hususta¬ki görüşler şunlardır: [26]

1 — Mûtezile'nin Görüşü :

Mutezileye göre, iyilik ve kötülüğe, hâkim olan, akıldır. Bir şeyin iyi mi, yoksa kötü mü ol¬duğu, akıl ila bilinir. Bunun için nakle, yani ki¬tap ve sünnet gibi dinî delillere lüzum yoktur. Al¬lah'ın, iyiliği yaratması, aklen şarttır. Aklın yap¬tığı şey güzel; terkettiği şey de kötü demektir. Akhn güzel gördüğü şeyler farz; çirkin gördüğü şeyler ise haramdır. Meselâ akıl; Allah (C.C.)'ı İlâh, nefsini de kul olarak bilmeyi; ihsanda bulu¬nan kimseye teşekkür etmeyi; suda boğulmakta veya ateşte yanmakta olan bir kimseyi kurtar¬mayı güzel gördüğü için bütün bu fiiller farzdır. Bunların zıddı ise, aklen kötü oldukları için ha¬ramdırlar.
Bu raszhebe göre, dinî delillerin, bir şeyi farz kılma veya haram etme kudreti yoktur. Farz veya haram olma meselesinde, dinî deliller sadece bi¬rer emaredirler. Çünkü, dinî delillere nesh (hükümden kaldırma) ve tebdil (hükmünü değiştir¬me) arız olabilir. Akıl ise, bizzat ve her şeyi farz veya haranı kılar. Aklın koyduğu hükümlerde nech vs tebdil olamaz. Binaenaleyh, dinî deliller, farz ve haram olan şeyleri bildirmemiş olsalar bi¬le akıl, noterin farz ve nelerin de haram olacağı¬na hükmederdi. Bir şeyin farz veya haram olma keyfiyeti, dinî delillers dayanmaz. Farz kılma ve haram etme hususunda akıl, şerl delillerden üs¬tündür.
Yine Mutezile; akhn idrak edemediği, hak¬kında iyi veya kötü hükmü veremediği konularda biİ3 dinî delillerin hüküm vermesini kabul et¬mezler. Bu sebepten, ahirette Allahü Teâlâ'nm görüleceği meselesini inkâr ederler. Halbuki, ahi¬rette Allah'ın görüleceği hususunda âyst ve na¬dirler vardır. Fakat akıl, Allahü Teâlâ'yı görme¬yi kabul etmediği iğin Mutezile de, «Allah görülemez» demektedir. Bu hususta ileri sürdükleri aklî delil ds şudur:
«Görülen bir şeyin bir yönde ve bir mekânda, bîr cisim ve şekil olarak gö/ükmcsİ lâzımdır. Bunlar ise. Aliah'm vasıflarına aykırıdır. Dolayisiyle akıl, Allah'ın görüleceği meselesini kabul etmez.»
Mutezile, «günah» ve «küfür» gibi şevlerin. Allah'ın iradesi İle olacağını da kabul etmez. Bu gibi çirkinlikleri Allah'm İradesine izafe etmenin akıllı kimselerce kötü görülecsğini; dolayısı ile her şeyin Allah'ın .iradesi ile olacağı hakkında âyet, hadis ve dinî hüküm bulunmayacağını iddia ederler.
Aynı zamanda bunlar; bir İnsanın iman et¬meye ve dinin hükümlerine uymaya mecbur olabilmesi İçin, -sadece akıllı olmasını şart koşarlar. Yani: «Fertle bu vazifeleri yükleyen, yalnız başı-na, fertte bulunan akılda-. Akıl, şer'î delillerden üstündür: İman ve teklif, akıl sahibi olanlara te¬veccüh eder. Buna göre; bir kimse, büyük olsun, küçük olsun, eğer akıllı ise İman etmesi lâzım¬dır. Bu hususta hiç bir mazeret kahul edilmez. Akıllı olan çocuğun da iman etmesi farzdır. Bir dağın başında yetişmiş, kendisine davet ulaşama¬mış ve dinin sesini duymamış olan bir kimse, ak-'ı olduğu halde, iman etmeden Ölürse cehenneme gider. Çünkü bu kimsede, iman etmesini zorunlu kılacak olan akıl mevcuttur.» derler.
Aklı başlı başına bir delil, emir ve yasakların mucip sebebi olarak kabul srîen Mutezile, iddiala¬rına delil olarak, Hz. İbrahim'in, babasına ve kav¬mine karşı söylediklerini belirten şu âyet-i keri¬meyi gösterir:
«Bir zaman İbrahim, atası Azere 'Sen putları Tan¬rı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bîr sapıkhk içinde görüyorum' demişti.» [27]
Bu söz henüz Hz. İbrahim'e vahiy gelmeden söylenmişti. Akıl bir delil olmasa idi; İnsanlar Al¬lah'ı bllmrmekte mazur sayılırlar ve sapık olmaz¬lardı. Nitekim, yine Hz. İbrahim (A.S.), daha kendisine vahiy gelmeden Rabbmı buldu ve bildi.
Bir başka, âyette de; «Onlar, Allah'ın gökler¬de ve yerdeki o muazzam mülkü saltanatına, Al¬lah'ın yarattığı herhangi bîr şeye, belki ecelleri¬nin yaklaşmış olduğuna da hiç bakmadılar mı?» [28]
diye kâfirler azarlanmaktadır. Halbuki onlar, Allah'ı bilme meselesinde mazur olsalardı; Allah'ın mülkü saltanatına dikkat etmediklerinden dolayı azarlatımazlardı, tarzında fikir tayan ederler. [29]

2 — Eş'arîler'in Görüşü

Eşyanın güzel ve kötü olduğu, dinin delille¬ri ile bilinir. Bir şey, emredildiğl için güzel; ve yasak edildiği için- çirkindir. Bu meselede, aklın hiç bir müdahalesi ve itibarı yoktur. Yani güzel¬liği Ve çirkinliği bilmede, dinîn delilleri olmadan, akıl hiç bir işe yaramaz. Eşyanın farz veya haram kılınmasının mucip sebebi sadece şer'î delillerdir, akıl değil.
Eş'arüere göre; kentlisine dinin daveti ulaş¬mayan bir kimse, iman etmeden öisî mazurdur. Yalnız, şirke inanmış olan, mazur olmaz. Esarîlerin, bu hususta delil olarak İleri sürdükleri âyet, şudur:
«...Biz. bîr resmi gonderinceye kadar (hiç bîr kim¬seye ve kavme) aznp ediciler deliliz.» [30]
Bu âyette, bir kavme peygamber gönderil¬meden azap edilmeyeceği bildiriliyor. Üzerlerinden azap kalkan insanlardan, küfrün hükmü de kal¬kar. O irrnnlar, fıtratları olan İslam üzere baki kalırlar. Kâfir değildirler.
Başka bir âyette ise, Allahü Teâlâ şöyle bu¬yurmaktadır:
Biz peygamberleri rahmet müjdeciler! ve azap habercileri olarak gönderdik. Tâ ki. peygamberlerden. sonra, insanların Allah'a karşı (özür diye ileri süre¬bilecekleri) bir bahaneleri olmasın.» [31]
Bu âyette de, insanların, resuller gelmazden önce, iman etmedikleri takdirde mazur sayılabi¬lecekleri haber veriliyor. Eğer, Allah'a imanın mucip sebebi akıl olsaydı, peygamb2rler gönderil¬meden önce de inanmayan insanları, Allah, mesut tutardı. [32]

3 — Mâtüridîlerin Görüşü

Mâtürîdîlere göre; akıl, dinin emir ve yasak¬larına muhatap olma ehliyetini isbat için, mute¬berdir. Zira, akıl olmadan dinin hükümleri an¬laşılamaz. Dinin emir ve yasakları akla hitap eder.
Akıl, insana Verilmiş olan nimetlerin en bü¬yüğüdür. İnsan, bu özelliği sebebiyle hayvanlar¬dan ayrılır. Akıl, bütün mükevvenatın yaratıcısı Allahü Teâlâ'yı, din ve dünya meselelerini bilmek için bir vasıtadır. Allah'ı bilmak ise, bir mü'min için nimetlerin en büyüğüdür.
İnsanların akılları, Mûtezile'nin dediği gibi, herkese eşit olarak değil de, muhtelif olarak ve¬rilmiştir.
Eşyanın bir kısmının güzel, bir kısmının çir¬kin olması, ve fiillerin bir kırmimn fara, bir kıs¬mının da haram olması, akıi vasıtasıyla bilinir. Mutezilenin iddia ettiği gibi, bunların farz v?ya haram olmasını icabettiren şey, akü değiidir. Akıl ancak, iyi-kötü, haram-helâli bilmek için bir va¬sıtadır. Eşyayı güzel ve çirkin, fiilleri farz ve ha¬ram kılan, Allah'dır.
Akıl, insanda başlı başına hâkim değildir. Bu sebeple, akıllı ve küçük bir çocuk, iman etmek-mükellcf olamaz. B'akat, iman edecek olursa, imam muteberdir.
Akıl, ne tamamen muteberdir ve ne de ta¬mamen itibarsızdır. Nitekim, akıllı fakat küçük olan bir çocuk, sadece aklı sebebiyle dinin emir ve yasaklarına uymak zorunda değildir. Ama aynı çocuk, İslâm'a veya küfre inansa, bu inancı sahih ve muteber olur.
İmam Azam Ebu Hanîfe ile İmam Mâtûrîdî, Allah'ı bilme hususunda aklı delil kabul ederler:
«Hiç bir kimce,yaratanını bilmemede mazur sayı¬lanın?. Zira yerler, gükler, diğer yaratıklar ve insanın yaratılışı gibi deliller; yaratıcı, kadir ve âlim bir var-Imm vücuduna delâlet etmekledir. Fakat bu kimse, dinî meseleleri bilmemekle mazurdur. Çünkü, dînî meseleleri bilmek, Allahu Teâlâ'nm bildirmesine bağlıdır.»
«Akıl ile nakil karşılaştığında akıl tercih ctlî-lir ve nakil tc'vîl edilir» sözü, nakil, müteşâbi-hat-ı zanniyeden olduğu zamandir. Aksi haleb akıl, nakil üzerine tercih edilemez. [33]

Netice

Dünya ve ahiret işlerinin selâmetle yürüme¬di, cemiyetin nizam ve intizamının en güzel şe¬kilde muhafaza-edilebilmesi için, şu bsş şeye dik¬kat edilmelidir:
1 — Nefsi muhafaza.
2 — Nesli muhafaza.
3 — Malı muhafaza.
4 — Dîni muhafaza.
5 — Aklı muhafaza.
Îmâm nazarında akıl, dinin temeli, yaratılış hikmetinin aslıdır. İslâm Dini, akl-ı selimin ne¬ticesinden başka bir şey değildir. Bu hususta Hazreti _Ali, (R.A.), şöyle buyurmuştur:
«Din akıldır; akıl da dindir. Eğer, akıl, dini anlamaktan âciz kalırsa; akıl değildir. Eger din, aki-ı selim dairesinden uzakliişırsa; din değildir.»
İdeolojik yapımızın esaslarından olan aklımız, hakikati bulmak ve değerlendirmeler yapmak için mükemmel bir vasıtadır. Ancak, sadece akıl ile, kâinatı ve hayatı tam izah imkânı mevcut de¬ğildir.
Akıl, ideolojik yapının en mühim unsurların¬dandır. Binlerce yıldan beri gelişen ilim ve felse¬fe, kâinatı izahta tamamca çaresiz kalmışlardır.
İlim, eşya ve insansı fenomenlerini formüle etmeğe gayret eder. Her ilim, kendi sahasındaki muazzam ilerlemelerine rağmen, kâinatı izah va¬zifesini felsefeye bırakmıştır. İlim şimdi, eşya ve hayatm uyduğu kanunları bulmağa çalışmakta¬dır.
Felsefe ise, hayat ve eşyanın izahını uzun za¬mandan beri yapma gayretindedir. Fakat felsefe çalışmaları, kâinatı ve eşyayı izah hususunda, b'rhîrlnl nakzeden binlerce nazariye arasında bo¬calamaktadır.
Müşahede vo muhakemenin en verimli çalişmaları, İnsan aklının bu uğurda harcanması, kâi¬nat ve hnyatı izah hususunda insana hiç ümit vermemiştir.
Eger, felsefe ekolleri, kâinatın izahında birleşebilselerdi bu, akim da eksikliğinin bir işareti olurdu. İnsan muhakemesinin yüksek vs fakat zayıf şekilleri olan felsefî kanaatler, birbirini ya¬lanlamakta yıkmaktadır. Bu hal ise; akim, tıp¬kı duygularımız gibi, mahdut kabiliyetleri oldu¬ğunu ortaya çıkarmaktadır. Akıl, bilgi kaynağı ol¬mak bakımından müşahede vasıtalarımıza naza¬ran büyük «kâinat ve hayatın doğru izahı» mese¬lesi önünde ise küçük kalmaktadır.
Eğer, ideolojik yapımız, duygularımız ve aklı¬mızda iktifa ederse, vehimlerden kurtulamaz. Zi¬ra ideolojik yapının en mühim unsuru olan iman, kâinat ve hayatın tam izahı demektir. Bu izah ise, sadece duygularımız ve akılla yapılmaya çalı¬şılırsa; vehim vehmi takip eder, vs ideolojik yapı karanlıklar içinde kalır,
İnsan, bütün ideolojik ve tabiî yapısını kur¬taracak bir aydınlığa muhtaçtır. Beş duyumuzun ve aklımızın eksiklikleri karşısında bunalan var¬lığımız, Allah'ın göndereceği habere muhtaçtır. Bu haber ise; insanlar arasından seçilmiş, insan ta¬biatında ve fakat, Allah'ın haberini almaya isti¬datlı olarak yaratılmış bir insan vasıtasıyla veri¬lir. Bu ferdin, insanlığa tebliğ ettiği emirler, ya¬saklar ve hayat düsturları, mutlak hakkın ifade¬leridir.
3 — İlim kaynaklarının üçün¬cüsü, Doğru Habefdir. Bu da iki çe¬şittir :
A. Mütevatir Haber : Mütevatir haber; yalan üzerine ittifakları düşünülmeyen bir teplumun naklet¬tiği haberdir. Bu haber çeşidi de, za¬rurî olarak, bilgiyi icabettirir. Eski zamanlarda yaşamış hükümdarlar ve uzak memleketler hakkındaki bu gibi.»
Tevatürün şartlan üçtür:
a) Sağlam bir hisse dayanmak: Haberi nak¬ledenler, bu haberi beş duyudan biri vasıtasıyla kavramış olmalıdırlar. Bir efsanenin nakli, bir bil¬gi nakli sayılmaz.
b) Nakledenler arasında ittifak bulunmak: Hz. İsa'nın katli haberi, bir tevatür olamaz. Zira, tam bir görüşe müstenit değildir, ve nakledenler arasında ihtilâf vardır.
c) Kat'î naslara aykırı olmamak: Yahudile¬rin dinlerinin ebedî kalacağı, ve Hz. İsa'nın kat¬ledilmiş olduğuna dair haberler, âyetlere aykırı¬dır:
«Hak din, Allah indinde İslâm'dır (müslümanhk-lır.) Kitap verilenler (başka suretle değil), ancak ken¬dilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihîirasdnn dolayı, ihtilâfa düştü. Kim, Allah'ın âyetlerini İnkur ederse; şüphesiz ki, Allah, hesabı pek çabuk gören¬dir.» [34]
«Ve: 'Biz, Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Me¬sih İsa'yı öldürdük' demeleri sebebiyle (tlir ki, ken¬dilerini rahmetimizden koğduk.) Halbuki onlar onu öldürmediler; onu asmadılar da. Fakat, (Öîdiuü'cn ve asılan adam) kendilerine (tsa) gibi gösterildi. Ha¬kikaten (Isa ve onun katli) hakkında kendileri de ili-tiiâfa düştüler. (Bu noktada) kat'î bir şek ve şüphe içindedirler. Onların buna ait hiç bir bilgileri de yok¬tur. Ancak, (kupkuru bir) zanna uymak (ladırlar). Onu yakinen öldürmemişlerdir.» [35]
Tevatürün şartlarını taşıyan bir haber de il¬min kaynaklanndandır.
«B. Mucize ile rfsaleti sabit olan Resulün Haberi: Bu da, istidla¬li ilmi meydana getirir. Resulün Ha¬beri ile hasıl olan bilgi, kat'iyyet ve gerçeklik konusunda, tevatürle sabit olan bilgi gibidir.»
İslâm bilgi esaslarına göre bilgi kaynaklan, yukarıda zikredilenlerden ibarettir. İnsan duyu¬larının tesbit ettiği vakalar üzerine, Resulün Ha-beri'ni kendine prensip etmiş aklın teksifi, ilmi meydana getirsn ve kuran üç kaynaktır.
Akıl, hasselerimizin tesbitlerini düşüncesinin mevzuu yapar ve Resulün Habsri'nin direktiflerine göre ilmini kurar.
Akıl, hissedilen âlemi beş duyu vasıtasıyla kavrar, tesbit edsr. Akü, bu tesbiti, Resulün Ha¬beri ile mânâlandınr, değerlendirir.
İslâm bilgi esaslarının bu şekli, diğer bilgi nazariyelerinde kat'iyyen görülmez. Bilgi kaynağı olarak muhtelif esaslar sayılmıştır. Bazıları, mü¬şahedeyi bilginin kaynağı olarak göstermişler; «müşahede edilmeyen hiç bir şey, gerçek değildir» demişlerdir. Bunlar, kaynak olarak, sadece mü¬şahedeyi ve tecrübeyi kabul ettikleri gibi, İlim metodu olarak da yine müşahedeyi kabul etmiş¬lerdir. Buna, «Tecrübî Metod» denir. On-dokuzun-cu yüzyılda hakim olan ve materyalisti ere e kabul edilen metod, budur.
Bazıları sa, sadsce aklı, bilginin kaynağı ola¬rak kabul ederler. Bunlar, rasyonalistlerdir. Bunların ilim metodu, «Mantıkî Muhakeme»dir.
Dikkat edilirse; rasyonalizm de, pozitivizmde, ilim menbaını, ya akıl veya müşahede olarak ka¬bul ederler. Halbuki, bu iki kaynak, tek başlarına gerçîği bulamazlar.
Ancak, beş duyunun kavradığı şeyleri tesbit eden ve bu tesbitleri Resulün Haberi ile değerlen¬diren akıl, gerçeği bulabilir. [36]

Îlham, İlim Kaynaklarından Mıdır?

Bazıları, «Sadık haber, akıl ve beş duyu vası¬tasıyla meydana gelen ilim, gerçek ilim değildir. Gerçek bilgi; ancak, ferdin, kendini, muayyen zahidâne hareketlerle aşması anında sezinlediği gerçektir. Bu yolun haricinde bilgi öğrenme im¬kânı yoktur» derler. Eski Yunan'dan zamanımıza kadar, bu telâkki, ısrarla ileri sürülmüştür.
«islâm'a göre ilham; bir şeyin sıhhatini bilme sebeplerinden değil¬dir.»
îlham, feyiz yoluyla kalbe bir mânanın ko¬nulmasıdır. Mutasavvıflar ve Rafizîler, ilhamı bir ilim kaynağı olarak kabul ederler. Bu iddialarına delil olarak: «Sonra da, oba hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene M...» [37]âyeti¬ni gösterirler.
Aslında, buradaki İlham, umumî mânada kul¬lanılmış olup, «resuller ve kitaplar vasıtasıyla bil¬dirme» demektir. [38]


En son haydarı kerrar tarafından Cuma Ekim 01, 2010 2:57 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Ömer Nesefi Akaid ders-1 İslamda Bilgi Kaynakları Empty
MesajKonu: Geri: Ömer Nesefi Akaid ders-1 İslamda Bilgi Kaynakları   Ömer Nesefi Akaid ders-1 İslamda Bilgi Kaynakları Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:56 pm

[17] El-Bakara Sûresi, âyet. 146.
[18] Yunus Sûresi, âyet. 101.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 25-28.
[19] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 28-29.
[20] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 30-35.
[21] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 35-36.
[22] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 37-40.
[23] En-Nahl Sûresi, âyet, 73.
[24] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 40-42.
[25] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 43.
[26] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 43-44.
[27] El-En'am Sûresi, âyet. 74.
[28] El-A'raf Süresi ayet. 185.
[29] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 44-47.
[30] El-İsra süresi âyet. 15.
[31] En-Nisa Sûresi, âyet. 165.
[32] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 47-48.
[33] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 48-49.
[34] Al-i İmran Sûresi, âyet. 19.
[35] En-Nisa Sûresi, âyet. 157.
[36] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 49-54.
[37] Eş-Şems Sûresi, âyet. 8. 54.
[38] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 54.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Ömer Nesefi Akaid ders-1 İslamda Bilgi Kaynakları
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
buharalıbilvanisli.com :: Fıkıh Kaynakları :: Akaid Kaynakları-
Buraya geçin: