buharalıbilvanisli.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

buharalıbilvanisli.com

Sofilerin Buluşma Noktası Buhara
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
buharalıbilvanisli.com Son Konular
KonuYazanGönderme Tarihi
Salı Şub. 08, 2011 11:13 am
Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am
Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm
Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm
Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am
Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 9:37 am
Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm
Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am
Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am
Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm
Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm
Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am
Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm
Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am

 

 Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları Empty
MesajKonu: Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları   Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 2:58 pm


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İMAN VE İMANIN ŞARTLARI

Birinci Kısım

İman

İman Nedir?

«îman; Allah indinden gelen şeyleri kalp ile tasdik ve dil ile ik¬rardır.»
İman, lügatta; «mutlak tasdik» mânâsmdadır. Habercinin haberine, veya hüküm verenin hükmü¬ne, yani herhangi bir şeye hiç tereddüt etmeden, içten ve kssin olarak inanmak, onun doğru oldu¬ğunu kabul etmektir.
İslâm ıstılahında ise iman; Allah'a, Hz. Mu-lıammed (S.A.V.)in Allah'ın kulu ve resulü oldu¬ğuna, ve Onun, Allahü Teâlâ'dan alıp insanlara bildirdiği, kat'î delillerle bilinen şeylerin gerçek olduğuna yürekten vs kesin olarak inanmak, bun¬ların hak ve gerçek olduklarını kalp ile kabul ve tasdik etmektir.
Her iki tariften de anlaşılacağı üzere, «ma'ri-fet», yani bir şeyi sadece bilmek, iman için kâfi değildir. Bilgi ils yetinmeyerek, onu kalben tas¬dik etmek şarttır. Çünkü, «bilmek», herhangi bir şeyin, fert tarafından fiil haline getirilmeksizin, kişinin kalbinde bir anda belirivermesidir. Mese¬lâ; aya bakar bakmaz, onun ay olduğunu billver-nıek; peygamberin mu'cizesini görünce o anda kalpte onun peygamberliğinin bilgisinin beliriver-mesi böyledir. «Tasdik» İse bir şeyi tercih edip yapmak neticesinde meydana gelir. İnanılması ge-rsken şeylere kesin olarak inanmak, onları İtiraf etmek, kabul etmek ve tam bir teslimiyetle bağ¬lanmaktan ibarettir.
Bu -izahlardan anlaşılacağı üzere, «bilmek» ile «tasdik» arasında umumilik ve hususilik mü¬nasebeti, vardır. Ma'rifet, tasdik'e nazaran daha şümullü ve daha gensldir. Tasdik ise daha özel-dir. Zira nice kâfirler vardır ki, Peygamberimizin doğruluğunu bildikleri halde mü'min sayılmazlar çünkü kalplerinde tasdik yoktur. Tasdik olmayın¬ca itmi'nan olmaz; o da olmayınca insan mü'min sayılmaz. Bu ifadeleri, Kur'an-ı Kerim'in âyetleri de te'yit etmektedir:
«Kendilerine kitap verdiklerimiz, o peygamberi, öz oğullan gibi tanırlar. Öyle İken içlerinden bir gü¬ruh, kendileri bilip durdukları halde, yine mutlaka hakkı gizlerler.» [39]
«Vaktâ ki, âyetlerimiz böyle parlak olarak onla-geldi: 'Bu, apaçık bir büyüdür' dediler. Vicdanları da bunlara tam bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibir ile yine bunları inkâr ettiler. Fesatçıların enca¬mı, bak nice oldu.» [40]
îmanın lügat vs ıstılah mânâlarım dikkatle incelersek, aralarında, «tasdik» bakımından bir farkın olmadığını görürüz. Fakat, kapsadığı mev¬zular ve imanın hakikati bakımından, aralarında genellik ve özellik farkı vardır. Meselâ; «Küfür ve zulüm iyidir» diye bir hüküm verilse ve bunu din¬leyen bir kimse tasdik etss; dilcilere göre bu şa¬hıs, küfür ve zulmün iyiliğine iman etmiş olur. Istılahta ise bu sözler, küfürdür. Çünkü, İslâm ıs¬tılahına göre iman; Resulü Ekrem'in, Allahü Teâ-lâ'dan getirdiği kat'î olarak bilinen şeyleri tasdik etmektir. [41]

İmanın Çeşitleri

İslâm âlimlerim göre iman, «icmali» vo «taf¬sili» olmak üzere iki kısma ayrılır. [42]

İcmali İman

İnanılması gereken şeylerin tümüne birden ve kısaca inanmaya «icmali İman» denir. Bu da «Kclimc-i Tcvhid» de ifadesini bulmaktadır. «Al-lalı (C.C.) tan başka ilâh olmadığına ve Ilazrcti Muhammcd (S.A.V.)iu Allah'ın Resulü okluğuna» tam bir teslimiyetle inanmaktan ibarettir. Nite¬kim, İslâm'a yeni girmek isteğinde bulunan kim¬seye, Peygamberimizin zamanından günümüze ka¬dar, İslâm dini böyle telkin edilmiştir. Zaten, İs¬lâm Dini'nde, mü'min sayılabilmsk için bankaca bir merasim de yoktur. [43]

Tafsili İman

İnanılması lâzım gelen şeylerin hepsine, çok açık ve tafsilâtlı bir şekilde inanmaya, «Taİsifî İman» adı verilir. İmanın geniş şekli olan tafsili iman, üç dereceye ayrılır:
Birinci Mertebe :
Hasreti Allah'a, Resulüne, bir de ahiret gü¬nüne iman etmektir. Burada icmali imana, «ahi-t iman» da eklenmiş olduğu için, ondan daha olmaktadır.
İkinci Mertebe:
«Amentü» de ifadesini bulan; «Allah'a, meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahi ret gü¬nüne, Kadere, yani hayır ve şenin Allah'tan ol¬duğuna, Öldükten sonra tekrar diriltilip Mahşere gönderilmeye» iman etmek ve beraberinde «Kelime-i Şahadet getirmekten ibarettir. Bu, birinci mertebeye nazaran daha mufassaldır. Bunlara «İmanın Şartlan» adı verilir. Peygamber Efendi¬miz de, «İman nedir?» sualine, bu şekilde cevap vermiştir. [44]
Üçüncü Mertebe :
Kur'an-ı Kerim ve Hadis-î Şeriflerle, Resulü Ekrem Efendimizin Aliah'dan alıp tebliğ ettijn tevatürle sabit olan şeylerin hepsine, ayrı ayrı, Allah ve Resulünün istediği tarzda ve genişçe iman etmektir. Meselâ; namaz, oruç, zekât, hac, benzeri diğer emir ve yasaklan, helâli ,haramı; dinimizde ne varsa hepsini teferruatlı bir şekilde bilmek Ve tasdik etmektir. İmanın en geniş şekli budur. Bu tarz inanan bir kimse, Allah'ın çok sev¬diği bir kuldur. [45]

Taklidi İman Sahih Midir?

Delil istemeden ve araştırma yapmadan inan¬maya «Taklidi İman» denir. Bu şekilde inanan kimseye de, «Mukallid» adı verilir. Mukallid, ana¬sından, babasından veya herhangi bir kimseden, iman edilmek şeyleri duyar ve inanır. Bu imanı ebebiyle sevap alır ve cennete gider. Fakat kâinata göklere ve yer yüzüne bakıp, onları tetkik dip aklını kullanarak inanmayı terkettıgınden dolayı günahkâr olur. Şayet, bu şekilde inanmaya gücü yetmiyorsa; o zaman, nazar ve istidlali terkettiği için günahkâr da olmaz. [46]

Kalp İle Tasdik, Dil İle İkrar

İmanı tarif ederken, kalp ile tasdik etmenin şart olduğunu belirtmiştik. Bir kimsenin mü'min olup olmadığını bilebilmemiz için de, onun, ina¬nıp inanmadığını dili ile ikrar etmesi gerekir. Bir kimss, kalbinde tasdik olduğu halde, dili ile İkrar etmiyorsa, Allah indinde mü'mindir. Fakat, bile¬medikleri için Müslümanlar nazarında kâfirdir. Ona, Müslümanlara yapılan muamele yapılmaz, îşte bu konuda mezhepler, çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Bu görüşlerin en mühimleri şunlar¬dır: [47]

Kerrâmiyenin Görüşü

Korramiye mezhebine göre; iman, sadece dil ile ikrardan ibarettir, imanın rüknü bir tanedir, o da sadece dil ile ikrardır.
Halbuki; dili ile ikrar eden bir kimse kalp ile tasdik etmezse; insanlar arasında mü'mîn sa¬yılır ve kendisine, dinin dünyaya ait hükümleri tatbik edilir. Mü'min olma haklarından istifade eder. Ölünce, Müslümanlar gibi namazı kılınır ve Müslüman mezarlığına gömülür. Fakat, bu kim¬senin kalbinde tasdik olmadığı için, Allah indinde kâfirdir ve cennete giremez. Aslında bu münafıktır.
İddialarını ispat için Kerramiye, şunu ileri sürmektedir:
Resulü Ekrem Efendimizin, Onun ashabının ve daha sonrakilarin zamanında, bir kimse, Keli-me-i Şahadet'i dili ile söyleyince, onun Müslü¬man olduğuna hükmedilir ve kalp ile tasdik edip etmediği araştırılmazdı.
Bu iddiaya şöyle cevap verilir:
Eğer bu iddia doğru olsa, münafıkların da Müslüman sayılmaları lâzım gelirdi. Çünkü on¬lar da dil ile ikrar etmekt3dirler. Halbuki, müna¬fıkların Müslüman olmadıkları bir gerçektir. Zi¬ra kalplerinde tasdik yoktur. Nitekim, şu âyet-i kerime de buna işaret etmektedir:
«Onlardan ölen hiç bir kimseye ebediyyen dua etme. Kabrinin başında da durma. Çünkü onlar, Al¬lah'ı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular. Onlar fasık-lar olarak öldüler.» [48]
Gerçi, Resulü Ekrem ve Ondan sonrakiler, di¬li ile ikrar edenlere mü'min demişlerdir. Fakat, aynı zamanda münafıklara da, dilleri ile ikrar et¬tikleri halde, münafık demişler, yani onları Müs¬lüman saymamışlardır. Demek ki, sadece dil ile ikrar imanın tek rüknü olamaz. Nitekim, müna¬fıklar hakkında şöyle buyurulmuştur:
«İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman elmiş olmadıkları halde, 'Allah'a ve ahiret gü¬nüne inandık' derler. Halbuki, onlar inanıcılar değil¬dir.» [49]
Burada bahis konusu olan, Allah (C.C.) ile kulları arasındaki gerçek iman meselesidir. Yoksa bir kimse, dili ile ikrar etse, ona, Müslümanlara tatbik edilen hükümler tatbik edilir. [50]

Haricîlerin Ve Mutezilenin Görüşleri

Havariç ve Mutezile Mezheplerine göre ise, iman; kalp ile tasdik, dil ile ikrar, ve azaiar ile amelden ibarettir. Demek ki, bu iki mezhebe gö¬re imanın rükünleri üç tanedir. Ancak, bu iki mezhebin, birbirinden ayrıldıkları noktalar da vardır:
1. Her iki mezhebe göre de; bir kimse, kalbi ile tasdik dili Us ikrar ettiği halde, ilâhî emirleri yapıp yasaklardan kaçınmazsa, yani amel etmez¬se, Müslüman sayılmaz. Bu kimse, haricilere göre kâfir; Mûtezile'ye göre ise ne kâfir ne de Müslü-mandır; fâsıktır.
2. Mutezile, «İmanın bir rüknü olarak kabul edilen amelden maksat farz ve vacip durumun¬daki dinî vazifelerdir.» derken Hariciler, daha ile¬ri giderek nailleri de imanın bir rüknü olarak kabul ederler. Buna göre de. bir kimse farz ve va¬cipler gibi, nafile vazifeleri de terkedince iman¬dan çıkmış olur.
Bu görüşe göre, hiç kimsenin Müslüman sa¬yılmaması lâzım gelir. Çünkü nafilelerin hepsini bellemek ve yapmak zor ve hatta İmkânsızdır. Böyle olunca da, herkesin kâfir olması lâzım gelir ki bu, dinde bir zorlamadır.
Mûtezils Mezhebi, yukarıda izah edilen gö¬müşlerini bâzı âyet-i kerime ve Hadîs-i Şeriflerle ispata çalışır.
Birinci delilleri:
'... Allah, imanınızı zayi edecek değildir.» [51]
ayet-i kerimesindeki «İmaneküm» tabirindanmak sat «salâteküm» demektir, ve âyetin mânâsı şu¬dur: «Allah, Kudüs'e yönelerek kıldığınız namaz-lann mükafatını zayi etmiyecektir.» Öyle ise, na¬maz kılmak, imandan bir cüzdür, diyorlar.
Bunun cevabı şudur: «İmaneküm» tabirinden maksat, «namazın farz olduğunu kabul ve tasdik etmek» keyfiyetidir. Böylece, amelin imandan bir cüz olmadığı ortaya çıkar.
İkinci delilleri:
«Mü1 m in olan bir kimse zina etmez.» [52]hadîs-i şerifidir. Mutezile; «Amel imandan bir cüz olduğu için, bu kimse, amel edemeyince yani, zi¬na edince mü'minlikten çıkar» diyorlar.
Halbuki bu hadîsin gerçek mânâsı şudur: «Bir kimse mü'mîn-i kâmil olduğu halde zina et¬mez. Yani kâmil mü'mine zina yaraşmaz» Bizi, böyle mânâ vermeye sevkeden âmil, imanın kalp Us tasdikten ibaret olduğunu bildiren âyet-i keri¬melerdir. Bunları ilerde göreceğiz. [53]

Selef-İ Salibinin Görüşü

Selef-i Salîhîn âlimleri bazı hadisciler, imam Şafiî, İmam Malik ve benzeri değerli âlimler de; imanın kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla tatbik etmekten ibaret olduğunu söylemişlerse de, bundan maksatları Haricîler ve Mutezile gibi de-frldir Onlar, böyle demekle İman-ı kâmili kasdetmislerdir. Yoksa, amel etmeyen bir kimsenin kâfir olacağı görüşünde değildirler. [54]

Bazı Ehli Sünnet Âlimlerinin Görüşü:

Ehl-i Sünnetten bazılarına göre; İmanın rü¬künleri iki tanedir. Bunlar da, kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır. Bu âlimlere göre, bir kimse ölüm tehdidi altında, kalbinde tasdik olduğu halde, dil ile ikrar edilmesi lâzım gelen bir şeyi inkâr ede¬cek olursa imandan çıkmaz. Çünkü, samimidir. Fakat, bir kimsenin kalbinde tasdik olmazsa, o zaman kâfir olur. Fakat o kimse, bir mazeret ol¬madığı, bir tehdit karşısında bulunmadığı halde, İmanını sadece kalbinde tutar, yani kalben tas¬dik eder de, Müslüman olduğunu ömründe hiç kimseye söylemezse, yani dil ile ikrar etmezse, hem Allah ve hem de Müslümanlar nazarında kâ¬firdir. Çünkü imanını ilân etmesine hiç bir engel
yoktur.
Bu görüşte olanlar, bazı Ehl-i Sünnet kelam-cıları ile Hanefî Mezhebi'nden olan Şemsü'1-Eİm-metrs-Serahsî ve Fahrü'l-İslâm Aliyyü'l-Pezdevî'dir.
Bu âlimler, görüşlerini bazı âyet-İ kerime ve hadîs-l şeriflerle te'yid ederler:
«Kalbi iman üzere mutmain olduğu halde ikraha uğratılanlar müstesna olmak üzere, kim imanından sonra Allah'ı tanımaz, fakat küfre sine açarsa; işte, Allah'ın gazabı o gibilerin basmadır. Onların hakkı en büyük bir azaptır.» [55]
«Allah'tan başka Hah olmadığını sölyeyinceye kadar insanlarla mukatele etmekle emrolundum.» [56]
imam Azam hazretleri de imam, «kalp ile tas¬dik ve dil ile ikrar» olarak tarif etmiş ise da; imam Azamın dil ile ikrardan maksadı, o kimseye dün¬ya hükümlerini tatbik edebilmek içindir. [57]

Ekseri Muhakkikunun Görüşü

Bu âlimlere «Muhakkikim» denmesinin sebe¬bi, meseleleri etraflıca tetkik edip derinlemesine inceledikleri içindir. Bunlar da; meşhur imam Mâtürîdî, İmam Hasanü'l-Eş'arî, Imamü'1-Hare-meyn Yusuf el-Cüveynî ve imam Fahrüddin Râzî gibi büyük zatlardır. Bunlara göre, imanın asıl rüknü, inanılması lâzım gelen şeyleri kalben tas¬dik etmekten ibarettir. Dil ile ikrar, şart değildir. İkrar, sadece, o şahsa dünya hükümlerini tatbik edebilmek için lâzımdır. Ancak bir kimse, hiç bir mazeret yokken ikrarda bulunmazsa, imanını giz¬lediği için günahkâr olur. Kâfir olmaz.
Bu mevzuda, en isabetli olan ve beğenilen görüz budur. Âyet-1 kerimeler ve hadis-i şerifler de, bu görüşü ıte'yid etmektedir.
«... Onlar, o kimselerdir ki, Allah, imanı kalpleri ne yazmış, bunları kendinden bir ruh ile desteklemiş-tir...» [58]
«... İman henüz sizin kalplerinize gİrmemiştİr...» [59]
Allahım Kalbimi dininde ve sana itaatte sabit kıl-» [60]
Usame b. Zeyd, bir adamı, ölürkon kelimei şahadet getirmesine rağmen öldürünce, Peygam¬berimiz bu hareketi kınadı. Bunun üzerine Usame hazretleri, «Ya Resulallah, dili ile söyledi ama kal¬bi üe tasdik etmedi» deyince, Peygamber Efendi¬mi «Ya Üsame, sen onun kalbini yardın mı?» bu¬yurdu. [61]
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, İmanın hakiki rüknü, sadece kalp ile tasdikten ibarettir. Dil ile ikrar, ö kimseye İslımın hükümlerini tat¬bik edebilmek için lâzımdır. [62]

Amel İmandan Bir Parça Mıdır?

Ehl-i Sünnet inancına göre, ameller imanın cüz'ü değildirir. Bunu gösteren deliller şunlar-
dır:
1. Amel, imana dahil olamaz; çünkü, imanın hakikati tasdik; amelinki ise tatbiktir. Bu bakım¬dan, aralarında kül ve cüz münasebeti buluna¬maz.
2. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, amel¬ler daima iman üzerine atfolunmuştur. Gramor kaidesine göre ise, atfolan başka; kendisine bir şey atfedilen de başka olmak zorundadır. «...Ellezîne âmcnû ve amilü's-sâlihâti...» [63] şeklindeki ibareler Kur'an-ı Kerim'de sık sık geçer. Burada amel, imana atfedilmiştir. Amel, imandan ayrı dır.
3. Amellerin kabule şayan olabilmesi İman şarttır. Nitekim, şu ayet-i kerime bunu ifa^ de edsr.
«Kim, iyt iyi amellerde, bir mü'min olarak bulu. nursa...» [64]
4. Bazı ameller terk edildiği halde iman yi¬ne sabit kalmaktadır. Şu âyet-i kerime buna de¬lildir:
«Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dö-ğüşürlerse aralarını düzeltin...» [65]
Bütün bunlar, amel ile imanın ayrı şeyler ol¬duklarına delildir.
O halde, amel imandan bir parça değildir. [66]

Îman Artar Ve Eksilir Mi?

«Ameller artar ama (inanılma¬sı lâzım gelen şeyler bakımından) İman, ne artar ne de eksilir.»
İman, ziya'dslik ve noksanlık kabul etmez. Çünkü iman, tam bir teslimiyet ile tasdik etmek¬ten ibarettir. Bu ise, ziyadelik ve noksanlık kabul etmez. Bir kimsede tasdik varsa, mü'mindir; yok¬sa, kâfirdir.
Şu âyct-i kerime ise, imanın artmasından bahsetmektadir:
«Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı za¬man yürekleri titrer. Karşılarında Allah'ın âyetleri okununca bu, onların imanını arttırır. Onlar, ancak Rablerine dayanıp güvenirler.» [67]Bu ve benzeri âyetler, imanın nurunun ar¬tacağına işarettir. Aynı şekilde, kötü ameller de kalbi karartır ve imanın nurunu azaltır.
İman, artıp eksilmez. Ancak iman, kuvvetli veya zayıf olabilir. Meselâ, Peygamber Efendimi¬zin imanı ile diğer bütün insanların imanı bir de¬ğildir. Aynı şekilde; Hz. Ebû Bekir'in imanı ile di¬ğer insanların İmanı bir değildir. Bunun için ima¬nımızı amellerimizle takviye etmemiz lâzımdır.
Mü'minler, imanda ve Allah'ı tek tanımada eşittirler. Amellerde ise, birbirinden farklı du¬rumdadırlar. [68]

İmanın Sahih Ve Makbul Olmasının Şartları

İmanın sahih ve kabule şayan olabilmesi için üç şart vardır:
1. İman, ümitsizlik halinde olmamalıdır. Me¬selâ, bir kimse, son nefesinde, çekeceği azabı görür ve korkusundan iman ederse; bu kimsenin imanı makbul değildir.
2. Mü'min inkâr ve tekzip alâmeti olan şey-lerdfn birini yapmamalıdır. Meselâ, bir kimse, Al¬lah'a ve bütün peygamberlere inandığı halele; Hz. Muhammed'e inanmazsa veya namaz, oruç gibi ibadetleri inkâr ederse, mü'min sayılmaz.
3. Bir mü'min, dinî hükümlerin, yani emir ve yasakların, Allah'ın hikmeti icabı olduğunu kabul etmelidir. Meselâ, bir kimse herhangi bir ibadeti beğenmezse; diyelim ki, «Hac da ne imiş canım» derse; bu kimse doğrudan doğruya İslâm'dan çı¬kar. Onun için bu gibi şeylerden sakınmak lâzım¬dır. [69]

Tasdik Ve İnkâr Bakımından İnsanlar

Allah'ın gönderdiği ve Hz. Muhammed'in ge¬tirip bizlere bildirdiği, inanılması gereken esasla¬ra inanıp inanmama yönünden, insanlar üç gruba ayrılırlar:
1. Mü'mîn: İnanılması gereken esasları kal¬ben tasdik eden ve bu inancını dili ils ikrar eden kimselere «mü'mln» denir.
2. Kafir: İmanın esaslarını kalbi ile inkâr eden ve bu inkârını dili ile de ifade eden insanlara «kâfir» denir.
3. Münafık: İnanılman gersken prensiple¬re kalbi ile inanmayan ve tasdik etmeyen fakat, sırf mü'minleri kandırmak için, dili ile inandığını söyleyenlere de «münafık» adı verilir. [70]

İnanan Kimse, İmanı Hakkında Ne Demelidir?

Dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik etmiş olan kulun, '(Ben muhakkak müminim» elemesi doğrudur. Onun, ' <(Ben inşallah mü'tninim» demesi' doğru değildir.»
Eğer, bunu şek ve imanından şüphelendiği için .söylüyorsa; o kimss kâfir olur. Yoksa, bunu edebinden, yahut işi Allah'a bıraktığından, yahut da geçmiş ve şu anki durumunu değil de geleceği¬ni kastederek, veya kendini öğmemek ve kendi ha¬linden gururlanmamak maksadından dolayı söy¬lüyorsa, küfre girmez. Fakat yine de en doğru yo!, bu sözü terketmektir. Çünkü bu söz, insana şüp¬he vermektedir.
Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle buyurur:
«İşte onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir...» [71]
«Mü'minl.er, ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye sapmazlar..,» [72]

Dinî Hükümler Kendisine Ulaşmamış Kimsenin Durumu

Dağ başında ömrünü geçirmiş, peygamberden, kitaptan ve hiç bir şeyden haberi olmamış bir ada-mm durumu konusunda çeşitli görüşler vardır. Şöyle ki:
Ebu'l Haseni'l-Eş'arî ve ona tabî olanlara gö¬re; bu kimsî Allah'ı aklı ile bulmasa bile yine de mü'mindir. Çünkü, güzel ile çirkini ve iyi ile kö¬tüyü ayırabilecek kapasitede değildir. O halde bu kimse mazurdur.
Eş'arîler, bu fikirlerine şu âyet-i kerimeyi de¬lil olarak gösteriyorlar:
«... Biz, bir resul göndcrinceye kadar, hîç bir kim¬seye ve kavme azap ediciler değiliz.» [73]
İmam Ebu Mansur Mâtürîdî iss, İmam Azam'-dan naklen şöyle diyor:
«O kimse, kâinatı müşahede ettikten sonra Allah'a İnanmış ise, mü'mindir; yoksa değildir.»
Mâtürîdîler, Eş'arîlerin delil olarak gösterdik¬leri âyeti şöyle mânâlandınyorlar:
«Ayetteki azap, akıl İle idrak edilemeyen, usû! ve fürûa ait şeyler içindir. Mesela, namaz, oruç, hac böy¬ledir. Bunları, akıl kendi kendine bulamaz. Onun için Allah, peygamber göndermedikçe, bu ibadetleri yap¬madığı için kimseye azap etmez.
imam Mâtüridî, Hz. İbrahim'in yıldızlara, aya, güneşe bakıp Allah'ın varlığına inanmasını, fikri¬ne delil olarak göstermektedir:
«İşte İbrahim, üstünü gecebürüyüp örtünce, bir yıldız görmüş; 'Bu mu benim Rabbim?' demiş; o sö¬nüp gidince ise şöyle demişti: 'Ben, böyle sönüp ba¬tanları sevmem.
«Sonra ay'ı doğar halde görünce de, 'Bu mu be¬nim Rabbim?' demiş; fakat o da batıp gidince; 'An-dolsun, eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaymış, muhakkak sapıklar güruhundan olacakmışim' demiş¬ti.
Sonra, güneşi doğar vaziyette görünce «Bu, mu İmiş benim Rabbim? Bu, hepsinden de büyük1 demiş, batınca da; 'Ey kavmim, ben sizin eş koşa geldiğin iz bütün nesnelerden kat'iyyen uzağım, demişti...» [74]

İman Ve İslâm

«İman ile İslâm birdir.»
İman; Peygamber Efendimizin, Allah tarafın¬dan tebliğ buyurduğu kat'î surette bilinen emirler ve nehiylerin hepsini, kat'iyyetle tasdik etmektir.
islâm ise, Peygamber Efendimizin tebliğ bu¬yurduğu şeylerin zahiren ve batınen kabul edip güzel görmekle, Cenab-ı Hak'ka itaat edip emir¬lerine boyun eğmektir.
Lügat mânâları birbirinden farklı olmakla be¬raber, bu iki mefhum, İslâm ıstılahında aynı mâ¬nâya gelir.
Akla şöyls bir soru gelebilir:
«İman ve İslâm birbirinden ayrı mefhumlar¬dır. İslâm'ın şartlarının, yapılması gereken şeyler; imanın şartlarının ise, inanılması gereken şeyler olması, bu iki terimin birbirinden ayrı olduğunu göstermez mi?»
Bu sorunun cevabı şudur:
Namaz, oruç, zekât vs hac İslâm'ın şartları değil, onun meyveleri ve alâmetleridir. Bu durum, İslâm'ın, kalp ile tasdik etmek demek olmasına aykırı değildir. Nitekim Peygamberimiz, ashabına «îman nedir?» diye sorduklarında onlar da: «Al¬lah ve Resulü daha iyi bilir» dedikleri zaman şöy¬le buyuruyor: «Allah'a, ve Muhamnıed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve ga¬nimet malından beşte bîrini beytü'1-malc vermek¬tir.» [75]Görülüyor ki .Peygamberimiz, imanı ta¬rif ederken de amele yer veriyor. Peygamberimiz, başka bir tarifinde İse İmanı «amentıi» deki gibi anlatıyor. [76]
Hülâsa, en doğru Ehl-i Sünnet inancına göre; İman ile İslâm arasında bir fark yoktur.
Netice olarak denilebilir ki:
îman ferdin tereddütsüz kabul ettiği ve mut¬lak hak olduğuna inandığı akideye ideolojik yapı¬nın bağlanışıdır. İman, tereddüt ve şüphe taşıma¬yan bir bağlanıştır. İdeolojik ve tabiî varlığımız, imanın prensiplerinin değişik ölçülerle tesirleri al¬tındadırlar.
Başka bir deyişle iman, ideolojik varlığımı¬zın akideyi, yani doktrini tasdikidir. Bu tasdik nok¬tasına varabilmek için, bütün idsolojik yapı ve ta¬biî varlığımız müştereken çalışırlar. İnsanın ideo¬lojik yapısının en yüksek tezahürü olan iman, ta¬bii ve ideolojik yapının müşterek çalışması neti¬cesinde doğar.
İdeolojik yap'inm baş muhtevası olan iman, kâinat ve hayat hakkında bir fikir verir. Bu dü¬şünce, yani akîds, ferdin bütün düşüncelerinin kaynağı olur. Değerlendirmeler, akidenin mahsulü olan fikre göre yapılır.
îman, akla, hislere, ve hareketlerimize .tesir eder ve onları ksndi istikametinde çalıştırır. Doğ¬ruluğu tasdik edilen her inanç, fertte ve cemiyette düşünce, ilim, kültür, ahlâk, âdet, hareket ve ni¬zam şekline İnkılâb edsr.
İman, insan ile doktrin arasındaki rabıtadır. înanç, akide ile fert arasındaki parçalanmaz bağ¬lılıktır. Akîde ise, mü'min İçin en yüksek haki¬kattir. Ferdin, kâinat ve hayat hakkındaki ilk dü¬şünüşü demek olan akîde, insan hayatını baştan başa tesir altında tutar.
Farklı ideolojiler, İnsanın tabiî varlığını te-£İr altına almak için savaşırlar. Bir ideoloji, insa¬nin tabiî varlığı üzerinde, mutlak'a yakın bir te¬sir gösterirse; ideoloji yüksek bir iman haline gelmiş demektir. Bu durum, ferdin inanç, ekil, his ve hareketinin tamamen yeni ideoloji ile dolması de-ktir
inanç, bir kelime tasdikinden ibaret kalmış şuur ve hareketler ideolojinin muhtevası ile dol¬mamış ise, ideolojiye iman teşekkül etmemiş de¬mektir. Boyla bir iman, eksiktir. Fertte inkılâbı¬nı tamamlamamıştır. Zira, ideolojik inkilâp, fert¬te hiç bir farklı ideolojinin kalıntısını bırakmaz. Eğer fertte, farklı ideolojinin kalıntıları varsa; o insanda ideolojik inkilâp gerçekleşmemiştir.
Fertte akidesine bağlılık, yani iman varsa; bu akîde, fertta düşünce, his, hareket şeklinde yaşar ve ferdin hayatını tamamen kontrolü altına alır. Bu safhadan sonra fert, farklı ideolojilerin düş¬manı haline gelir. Farklı ideolojileri inanç, kültür ve hareket sahasından atıp yok etmeye başlar.
Her ideoloji, mü'minds bu inkilâbı tamam¬lar ve onu ideoloji savaşçısı haline getirir. Artık, İdeoloji, ferdin hayatını tamamen kontrolü altına almıştır. Fert, ideolojisine inanır, onu düşünür ve onu yaşar. Böylece, yaşayan bir İdeoloji doğar. Bu durumdaki inanca «Iman-ı Kâmil» denildiği gibi; bu inanca sahip olana da «Mü'min-İ Kâmil» adı verilir. [77]

Büyük Günahlar Ve İman

«Büyük günah, mü'min olan insanı imandan çıkarmaz ve küfre sokmaz.
İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre; büyük günahlar şunlardır:
1 — Haksız yere adam öldürmek.
2 — Namuslu kadına iftira etmek.
3 — Zina etmek.
4 — Harpten kaçmak.
5 — Sihir yapmak.
6 — Yetim malı yemek.
7 — Müslüman olan ana babaya asi olmak.
8 — Haramda ileri gitmek.
9 — Faiz yemek. (Ebû Hursyre'nin ilâvesi)
10 — Hırsızlık yapmak.
11 — İçki içmek. (Hz. Ali'nin ilâveleri) [78]

Saadet Ve Şekavet

«Bir kimse, saîd (günahsız) İken şakî (günahkâr); şakı iken de, saîd olabilir. Bu, fertte saadet ve şekaveti yaratma, Allah'ın sıfatlarındandır. Allah ve sıfatlarında ise değişme olmaz.» [79]

İKİNCİ KISIM

ALLAH'A İMAN

"Âlemi yoktan yaratan, Alîahü Teâlâ'dır. O Allah ki, Öncesiz, diri, kadir, âlim, işiten, gören, dileyen, muradedendir. Allah, araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, suret ve şekil değildir, mahdut değildir, bir şeyin parçası veya cüz'ü değildir, bileşik değildir, sınırlı değildir. Cins ve keyfiyet ile vasıflanmaz, mekân¬dan münezzehtir, üzerinden zaman cereyan etvıez. O'na hiç bir şey ben¬zemez. İlminden, kudretinden hiç bir şey hariç değildir.» [80]

Allah (C.C.) İn Sıfatları

"Allah'ın (C.C.) ezelî, ve zatıyla kaim, sıfatları vardır. Bu sıfatlar, zatının aynı da değildir, gayrı da de¬ğildir.»
Ehl-i Sünnetin bu inancı, bu sıfatlara malik birden fazla vücudun varlığı telâkkisini reddeder.
«Allah'ın ezelî sıfatlan; ilim, kudret, hayat, kuvvet, işitmek, gör¬mek, irade, meşiyyet, fiil, halket-rnek, nzıklandırmak ve kelâmdır.
"Allah, kelâm sıfatı ile konuşur. Kelâm, harf ve sesler cinsinden ol¬mayıp Allah'ın ezelî bir sıfatıdır. Allahü Teâlâ, bu kelâm sıfatıyla, ke-lâmedid, emredici, nehyedici ve ha¬ber vericidir"
Allahü Teâlâ'nın kelâmı olan Kutan, mahlûk değildir.»
Allah'ın kelâmı, mahlûk değildir; ancak harf ve seslerden ibaret olan Kur'an (Kitap), mahlûk¬tur.
aAllahü Teâlâ'nın kelâmı olan Kur'an, mushaf lavımızda (harfler ve kitabet şekliyle) yazılıdır. Kalpleri-mizde (hayal edilen lafızlarla) mah¬fuzdur. Dillerimizde okunur. Kulak¬larımızda duyulur. Fakat bunlara (mushaf, k:a'p dil ve kulaklara) hu¬lul etmez.
Tehvın, Allahü Teâlâ'nın ezelî sıfatıdır. Tckvîn; AJlahii Teâlâ'nın âlemi ve âlemin parçalarından her birini, tayin ettiği vakitte, icat et-mesûHr. Tekvin sıfatı, bize göre, ya¬ratman şeylerden ayrıdır.
İrade, Allahü teâlanın zatıyla, kaim olan ezeli bir sıfatıdır.»
Fiil ve tahlîk (halketmi) sıfatları da, Allah'ın ezelî sıfatlarındandır. Fiil, iş demektir. Tahlîk sı¬fatı ise, yaratmak mânâsına gelir.
Terzîk sıfatı da aynı durumda olup, rıziklandırma demektir. Bu sıfatlar, tekvin sıfatına râci-dirler.
irade sıfatı da, Allah'ın zatıyla kaim ezelî sı¬fatlarından biridir.
İrade, birbirine zıt İki oluştan (meselâ; var veya yok olmadan) birinin, muayyen bir anda, vukuunu tercih demektir.
Allahü Teâlâ, kendi iradesi hususunda Kur'-an'da şöyle buyuruyor:
«Onun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona ancak 'ol' demesinden ibarettir, O da oluverir.» [81]
«Sizi de, (elinizle) yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır.» [82]
Hülâsa; Allah, hayrı da şerri de irade eder. Fakat; «Allah, kullarının küfrüne razı olmaz.» [83]
âyet-i kerimesine göre, küfre ve şsrre rızası yok¬tur. [84]

Allah'ı Görmek Mümkün Müdür?

«Allahü Teâlâ'yı görmek, aklen caiz, naklen vaciptir. Allahü teâlâ, görülür. Fakat bu görülme, bir me¬kânda, b'r yönde, bir ışık yardımıy¬la değildir. Görenle Allah (C.C.) arasında bir mesafe de bahis konu¬su değildir.»
Yani, bu görünüşte yön, yer, mesafe, cephe, bahis konusu değildir.
Mezheplerin bu husustaki görüşleri şudur: [85]

Mûtezile'nin Görüşü

Dünya ve ahirette Allah'ı görmek mümkün değildir, ve Allah'ı kimse göremiyecektir.» [86]

Kerramîye Ve Müşebbihe'nln Görüşleri

Bunlar, ahirette Allah'ın, bir cihet ve mekân¬da, cisim olarak görüleceğini vehm ederler. Aslın-da bunlar, Allah'ın cismanî olduğuna inanırlar. [87]
Bu mezhepler, Peygamber Efendimizin haber vermiş olduğu sapık fırkalardan oldukları için, bunların Ehl-i Sünnete uymayan görüşleri kabul edilmez. [88]

Ehl-İ Sünnetin Görüşü

Allah'ı görmenin mümkün olduğu hususunda Ehl-i Sünnet âlimleri, iki çaşıt delil getirirler: [89]

1. Aklî Delil:

Biz, gözümüzü açıp baktığımızda, kendi zatı ile kaim olan boy, en gibi cevherleri; başkası ile kaim olan renk ve ışık gibi arazları görüyor ve birbirlerinden ayırt edebiliyoruz. Cevherlerda araz¬ları görmemizi temin eden sebep, ikisinin de müş¬tereken sahip oldukları «vücut» keyfiyetidir. Yani ikisini de, mevcut oldukları için görebiliyoruz. Eğer mevcut olmasalardı, görmemiz mümkün ol¬mazdı.
Netice olarak, «vücut» yani «var olma» key¬fiyetinde Allah (C.C.) da cevher ve araz müşte¬rektir. Yani, Allah vardır. O halde, görmeyi müm¬kün kılan «vücut» sıfatı, Allah (C.C.) hakkında da tahakkuk etmiş olduğundan Allah'ı görmak mümkündür. [90]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları Empty
MesajKonu: Geri: Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları   Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 3:00 pm

2. Nakli Delil:

Bu meseledeki delil, Kur'an-ı Kerlm'In şu ayet-i kerimesidir:
«(Musa dedi ki) 'Ey Rabbim, bana (zatını) göster de, seni göreyim' Rabbi; 'sen, beni elbette göremezsin/ Fakat dağa bak; eğer yerinde durabîlirse ondan son¬ra beni görebilirsin1 dedi.» [91]
Bu âyette, iki yönden, Allah'ı görmenin müm¬kün olduğunu Isbatlamaktadır. [92]
a — Musa (A.S.), Rabbhıden, O'nu görmek istedi. Eğer, Allah'ı (C.C.) görmek imkânsız olsa İdi, böyls bir istekte bulunmazdı. Zira, Hz. Musa'¬nın, imkânsız olduğunu bilerek, Allah'ı görmek istemesi muhaldir. Çünkü bu, mümkün olmayan birşeyi istemek olur ki, bir peygamber için abes¬tir. Eğer, Hz. Musa, Allah'ı görmenin imkânsızlı¬ğım bilmeyerek istemiş ise, cahillik olur ki, Allah. (C.C.) hakkında caiz olan ve olmayan şeyleri bil¬memek de peygamberliğe aykırı olur. O halde, Al¬lah'ı görmek caizdir ki, Hz. Musa, Rabbini gör¬meyi istemiştir.
b — Allah (C.C), kendisinin görülmesini da¬ğın yerinde durabilmesine bağlamıştır. Dağın ye¬rinde kalabilmesi ise mümkündür. Mümküne bağ¬lanan şey de mümkündür. O halde, Allah'ı görmek mümkündür.
«Allah'ı görme» meselesini, Ehl-i Sünnet üç yönden incelemektedir:
1 — Allah'ı ahirette görmek,
2 — Allah'ı rüyada görmek,
3 — Allah'ı dünyada görmek. [93]

Ahirette Allah'ı Görmek

Ehl-i Sünnet, ahirette mü'minlerin Allah'ı (C.C.) karşılıktan, mekândan ve cismaniyetten münezzeh olarak göreceklerinde müttefiktirler.
Fatih'in hocası Hızır Bey, şöyle der:
«Mü'minlerin, baş gözleriyle, Allah'ı görmeleri vu¬ku bulacaktır. Fakat, kör olanlar (kâfirler) O'nu gö¬remezler.» [94]
Yine bu meselede, Allame Ebu'l-Hasen Sira-cüddin Aliyyi-bni Osman da şunları kaydeder:
«Mü'minler, Allah'ı keyfiyetsiz, mahiyetini idrak etmeden ve misalsiz olarak görürler. Allah'ı görünce bütün cennet nimetlerini unuturlar. Siz, Mutezilenin bu husustaki batıl inancından sakının.» [95]
Aliyyülkari, bu beyitleri şerhederken ulema¬nın şu görüşlerini nakleder: [96]
1. İbnü Ebî Semre der ki: «Allah'ı görme meselesinde bu ümmetle diğer ümmetlerin mü'-minleri müsavidir.»
2. «Ahkâmü'l-Mercan» kitabı, İbnü Abdi's-Selâm'm' «Kavaidü's-Suğra» kitabından naklen şunları kaydeder: «Allah'ı görmek İnsanlara mah¬sustur. Melekler ve cinler, Allah'ı göremiyeccklcr-dir.»
3. Ebu'l-Haseni'l-Eş'arî, «İbâne» kitabında; «Melekler de ahirette Allah'ı görürler.» demekte¬dir. Beyhakî, İbnü'l-Kayyim, Celâlüddin Belkaynî, Celâlüddin Süyûtî de ayni görüşe sahiptirler.
Hatta Belkaynî, cinlerin mü'minlerinin de Al¬lah'ı görecekleri kanaatindedir.
Şeyhülislâm İbrahim Bsycûrî ise bu hususta şöyle der:
«Cinlerin mü'minleri de, diğer mü'minlerîe bera¬ber «Mevkıf» ta Allah'ı görürler. Bu, kesindir. Cen¬nette görmeleri ise kuvvetle muhtemeldir. Allah'ı akıl sahiplerinden başkası, meselâ hayvanlar göremezler. Cennet ehli. Cuma ve bayram günleri görürler. Mü'¬minlerin havassi ise, her sabah ve akşam Rablerinî göreceklerdir.» [97]
İmam Âzam Ebû Hanîfe ise, El-Fıkhu'1-Ekber kitabında; «Cennette mü'minler Rablerini baş göz¬leriyle görürler. Fakat aralarında mesafe, teşbih ve keyfiyet olmayacaktır.» demektedir. [98]

Ahirette Allah'ı Görmenin Naklî Delilleri

Kitaptan:
«Yüzler vardır; o gün terü tazedir. Rab'erini gö¬receklerdir.» [99]
Sünnetten:
Cerirü'bnü Abdillah (R.A.) dan rivayet edil¬diğine göre; Nebî (S.A.V.) bir gece, ayın ondör-dünde aya bakarak; «Muhakkak siz hepiniz, ahircttc Rabbinîzl şu kameri görüp de şüphe etmedi¬ğiniz gîbî göreceksiniz.» buyurdular. [100]
Bu «rü'yet» hadisini Hulefa-i Erbaa, Abdullah lbnü Abbas, Abdullah İbnü Mes'ud, Süheyb ve Enes gibi, ashabın büyüklerinden yirmi zat riva¬yet etmişlerdir.
İcmadan:
Muhalifler zuhur etmezden evvel, bütün üm¬met; sahabe, tabiin, tebe'ut tabiîn, hepsi ahirette Allah'ın görüleceği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu husuşdaki âyet ve hadislere de zahirleri üzeri¬ne mânâ vermişlerdir. Onların bu ittifakı, icrna delili olmuştur. [101]

Allah'ı (C.C.) Rüyada Görmek

Şerhü Mevâkıf, İmam Âmidî'den şunları nak¬lediyor:
«Rüyada Allah'ı (C.C.) görmek caiz midir, değil midir, meselesinde; bir kısım âlimler, caizdir; bit kısmı da caiz değildir kanaatindedirler. Bu meselede doğru olan: rüyada Allah'ı görmeye mâni bir şey yok¬tur. Fakat bu görme, hakikî bir görüş değildir.» [102]
Saadeddin Tsftazanî ise, Şerhü Akaid'de der ki:
«Rüyada Allah'ı (C.C.) görmek. Selefin bir çok¬larından hikâye edilmiştir. Rüyada Allah'ı görüş, bir çeşit müşahededir ki, kalp ile olur, göz ile değil.»
Bu kitaba haşiye yazan Ramazan Efendi, Se¬lefin bir kısmım şöyle anlatır:
«İmam Azam, Ebû Yezid, Hamzatü'l-Karî, Saha¬benin büyüklerinden Hz. Ömer (R.A.), Rablerİni rüya¬da gördüklerini nakletmîşlerdir.» [103]
Abdüllatİf el-Harputî ise, «Tenkihu'l-Kelâm fi Akaidi ehli'I-Isam» kitabında ulemanın bu husus¬taki görüşlerini şöyle açıklar:
Uykuda Allah'ı (C.C.) görmek meşalesinde Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ihtilâf varsa da, «Rabbimi en güzel surette gördüm», «Rüyanın en hayırlısı, kulun Rabbmi görmesi, veya Peygambe¬rini görmesi, yahut Müslüman olan ana - baba¬sını görmesidir.» hadis-i şeriflerine; sahabe, tabi-ûn ve din imamlarından nakledilenlere binaen ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden îmam Aml-dî, rüyada Allah'ın (C.C.) görülebileceğine hük¬metmiştir.
İmam Âzam'm (R.A.), doksan dokuz kere, rü¬yasında Rabbini görüpp, yüzüncü kere, «Ya Rab-bi, kulların azapdan nasıl kurtulacak?» diye sor¬duğu hikâyesi meşhurdur.
İmam Ahmed b. Hanbel ds Rabbini rüyada görmüş, Rabbine yaklaşmanın yolunu sormuş, «Kıır'nn okumalı» olduğu cevabını almıştır.
Kurra-İ Seb'adan Hamza, ve Muhammed b. AH Tirmizİ gibi daha birçok zevattan, rüyada Al¬lah'ı (C.C.) gördükleri rivayet olunmuştur.
Rüya tabircilerinin imamı Muhammed İbnü Sırın de, «Rüyada Rabbini gören kimsenin rüyası, onun cennete gireceği şeklinde tabir olunur.» demiştir. [104]
Yine aynı hususta, fıkıh kitaplarından olan Bezzaziye'de şu açıklama vardır: Küyada Allah'ı (C.C.) görmeyi, Rüknü'I-Islâm ve ekseri muta¬savvıflar caiz görürler. Ekseri meşayih ile Semar-kant ve Buhara'nın ekseri muhakkik (tahkikçi) âlimleri ise caiz görmezler. Hatta imam Mâtüri-dî, «Rüyada Allah'ı (C.C.) gördüğü iddiasında bu¬lunan, puta tapandan daha şerlidir. Zira, rüyada görülenler hayal ve misallerdir. Allahü Teâİâ ise bunlardan münezzehtir.» der. [105]
Tarikatü Muhammediye şerhi «Berika»' da büyük bilgin Hadimi, ihtilâfları beyan ettikten sonra, İmara Mâtürîdi'nin kavlini, bazı âlimlerin te'vil ettiğini yazmakta, aynı kitabın sarihi Recep Efendi ise, «Bu hususta susmak en güzeldir.» de¬mektedir. [106]

Dünyada Allah'ı Görmek

Bu hususta Seyyid Şerif Cürcanî, İmam Âmi-dî'nin şu açıklamasını naklederler: [107]
«Bizim devrimizdeki bütün imamlar, dünyada ve ahirette Allah'ın görülmesinin aklen caiz olduğunda müttefiktirler. Fakat, dünyada Allah'ın görülmesinin senı'an (yani âyet ve hadislere göre) caiz olup olma¬masında ihtilâf ettiler. Bir kısmı bunun caiz olacağı, bir kısmı da caiz olimyacağı Kanaatine vardılar.» [108]

Peygamberimiz Miraçta Allah'ı Nasıl Gördü?

Bu meselede Saadeddin Teftazanî şöyle der: Bazı selef, Mi'raç'ta Hz. Peygamberin, Rabbini baş gözüyle gördüğünü söylemişlerse de cumhur bu¬na muhaliftir. Sahih olan; Psygamberimizin, Rab¬bini baş gözüyle değil, kalp gözüyle görmüş olma¬sıdır. Kendisine, «Rabbini gördün mü?» diye so¬rulunca; «Kalbimle gördüm» buyurmuştur. [109]
Allâme İbrahim Lekkanî «Cevheretü't - Tev-hid» kitabında, Peygamberimizin, Rabbini baş gö¬züyle gördüğünü şu beytiyle ifade eder:
«Allah'ı görmek caizdir. Nebî (S.A.S.) ise, dün¬yada Rabbini görmüştür.»
Bu kitaba haşiye yazan İbrahim Beycurî ise, şu bilgiyi verir:
«Ekseri ulemaya göre; Muhammed (S.A.S.), Mi'-raçta Rabbini baş gözüyle görmüştür. Her ne kadar Hz, Ayşe (R.A.) bunu reddiyorsa da, İbnü Abbas (R.A.)'ın hadisi bu hususu doğrulamaktadır. İbnü Ab-bas'ın hadisi, Hz. Ayşeninkinden Önce gelir. Zİra «Müsbit» delili ile «Nâfb delili tearuz edince; Müs-bit tercih edilir. Bu, bir Usûlü Hadis kaidesidir. Aynı meselede, Ma'mer İbnü Raşid, «Ayşe, İbnü Abbas'dan daha bilgili değildir.» demektedir. Dünyada, baş gö¬züyle Allah'ı görmek, yalnız Resûlullah (S.A.S.)' için mümkün olmuştur. Bunun dışında, uyanık olarak, kim Allah'ı gördüğünü iddia ederse sapıktır -ve sözü batıldır. Hatta bazı âlimler, böyle bir iddiada bulu¬nan kimsenin kâfir olacağına kail olmuşlardır.» [110]

Baş Gözüyle Rü'yet Hakkında İhtilâf

Bu meseledeki ihtilâfın sebebi; Müslim'in Ebû Zer (R.A.)'den rivayet ettiği şu hadistir:
Resûluİlah (S.A.V.)'tan «Miraç gecesinde Hab-bini gördün mü?» diye soruldu. Resûlullah (S.A.V.) şu cevabı verdiler: «Nurun ennâ arâhu». Hadiste¬ki «ennâ» kelimesi, «elif» ve «nûn» harflerinin fet-hiyle de rivayet edildi, kesriyls de... Bu iki riva¬yet şekline göre ise, mânâ değişmektedir. Birinciye göre, (yani «ennâ» okunursa) mânâ, «O bir nur¬dur, nasıl görebilirim?» şeklindedir, ve «Resuîül-lab, Allah'ı baş gözüyle görmedi» diyenlerin delili olmaktadır. İkinciye göre, (yani «innî» okunur¬sa) mânâ, «O bîr nurdur, elbette gördüm» demek olur ki bu da, «Resûlullah, Allah'ı baş gözüyle gördü» diyenlerin delili olur. [111]
Ramazan Efendi, Şerhü Akaid Haşiyesi'nin 289. sayfasında «Allah'ı kalp ile görmeyi» şöyle izah eder:
«Allah (C.C.l, Muhnmmed (S.A.S.)'in baş gözünü kalbinde kıldı. Kalbi için göz yarattı. O da Rabbini, baş gözüyle gördüğü gibi gördü.» [112]

Rü'yet Hakkındaki Hadîsler

1. Ata tarikiyle İbnü Abbas (R.A.)'dan: «Onu kalbiyle gördü.» [113]
2. Mesruk'tan şöyle rivayet edilmiştir:
«Hz. Ayşe'nin (R.A.) yanındaydım. «Ey müminlerin annesi! Üç şeyi kim söylerse, Allah'a (C.C.) karşı büyük iftira etmiş olurmuş!.. Nedir onlar?» diye sorduğumuzda Hz. Ayşe, şöyle cevap verdi:
a) «Kim ki, Muhammed (S.A.V.) Rabbinl gördü, diye iddia ederse, Allah'a karşı büyük ifti¬ra etmiş olur.» Bunun üzerine ben; «Ey mü'min-lerin annesi, bana müsaade et, konuşayım: 'Andol-sun ki, O, onu apaçık ufukta görmüştü. [114] Âyetine ne dersin?» diye sorunca Hz. Ayşe, şu ce¬vabı verdi: «Bu meseleyi ResûluIIahtan (S.A.V.) İlk Önce soran benim... Resûlullah bana dedi ki; O Cebraiidir... Hem işitmedin mi, Allahü Teâlâ; «Ona gözler erişemez. O ise bütün gözleri ihata eder.» [115]buyurmadı mı? Ve hem sen işitmedin mi ki, Allah (C.C.) şöyle buyurdu: «(Ya) birvahy ile, ya bir perde arkasından, yahut bîr elçi gön¬derip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetnıes! ol¬madıkça, Aİlah'ın hiçbir beşere kelâm söylemesi (vaki) olmamıştır.» [116]
b) «Her kim ki; Resûlullah (S.A.V.), Allah'¬ın (C.C.) kitabından bir şeyi gizledi derse; Allah'-a büyük iftira etmiş olur.»
c) «Her kim ki Muhammed (S.A.V.) gaybı bilir iddiasında bulunursa, Allah'a (C.C.) büyük İftira etmiş olur.» [117]
3. Abdullah İbnü Şakîk tarikiyle Ebû Zer (R.A.)'den rivayet edilmiştir:
Resûluliah'a (S.A.V.), «Rabbİnî gördün mü?» diye sordum. Buyurdu ki, «Bir nur, onu nasıl gö¬rürüm?» Aynı tarikle, ikinci bir rivayette ise, «Bir nur gördüm.» buyurdu. [118]
Kadı îyaz, Şifa isimli kitabında şöyle der:
«Bir grup âlimin fikri, Hz. Ayşe'nin kavlincedir. İbnü Mes'ud'dan ve Ebû Hüreyre'den, meşhur olarak nakledilen de budur. Bunun üzerine, hadisciler ve fa-kihlerden bir kısmı, dünyada rüyetin mümkün olma¬yacağına kail olmuşlardır, ibnü Abbas'tan meşhur olan rivayet ise, Peygamber (S.A.S.)in, Rabbİni gözle¬riyle görmüş olmasıdır. Hatta İbnü Abbas, Hâkim, Nesâî ve Tabaranî, rivayetlerinde; 'AHahü Tcalâ, Mu¬sa'ya (A.S.) Kelâm; ibrahim'e (A.S.) hullet (dostluk); Muhammed'e (S.A.S.) ise rü'yet ile ihtisas buyurdu' demiştir. İmam Eş'ari ile ashabından bir grup da Peygamberin (S.A.S.), Allah'ı (C.C.) baş gözüyle gör¬düğüne kaildirler. Bazı meşayih de, Allah'ı baş gözüy¬le görme meselesinde tevakkuf eylemiştir. Şüphesiz, bu meselede hak olan da, tevakkuf, yani kat'î bir kanaat izharında bulunmayıp bu meseleyi Allah'a (C. C.) havale etmektir.
Şifa şerhinde Aliyyülkarî ise şunları zikreder:
«Resûlulîah (S.A.S.). Mi'raç gecesi Allahü Teâîâ'y' görmedi. Fakat Nevevî, «Fetâvâ^da rü'yetin vaki ol¬duğunu doğrulamış ve bunu muhakkikun'dan nakletmistir.» [119]

Allah (C.C), Ve Kulların Fiilleri

«Allahü teâlâ, kullarının iman, küfür, isyan ve İbadet (tâat) olan bütün fiillerinin yaratıcısıdır.»
MûtezİIe'nin ve rasyonalistlerin dediği gibi, kul; fiillerinin, harekatierinin yaratıcısı değildir.
Bu iddia sakattır. Zira, insan, fiillerinin neticeleni tafsilatıyla bilemez. Bilemediğine göre, fiille¬rin halikı olamaz.
Ayrıca, bu konuda nakli deliller şunlardır:
«Allah, her şeyi yaratandır...» [120]«Sizi de, (elinizle) ynpageldiğiniz şeyleri de Allah . yaratmıştır.» [121]
Cebriye'nin, zamanımızda fatalistlerin, «Allah her şeyin halikı olduğuna göre; kul, fiilleri yap¬mağa mecburdur, dolayısıyla ceza görmemelidir.»
demeleri de yanlıştır. Zira, fiillerin yaratılması, kulun talep ve kisbine tâbidir. Allah, kulun hangi liili yapacağını bilir, fert, iyi veya kötü işi ihtiyar eder ve Allah onu, o fiili, halkedar.
«Kulların bu fiillerinin hepsi r Allah'ın iradesi, dilemesi, hükmü, kazası ve takdiri iledir. Ancak, kul¬lar için, ihtiyarı filler vardır. Bu fi¬iller dolayısıyla sevap alırlar veya cezalanırlar.
Cebriye ve zamanımız fatalistleri, insanın ih¬tiyarî fiillerini reddediyorlar. Ve «Kulun hareketi,, cansız varlıkların hareketi gibidir.» diyorlar.
Şurası açıktır ki; insanın hareketi ihtiyarî; cansızların hareketi isa mecburidir. İnsan, ihti¬yar ettiğinin karşılığım görecektir. İnsanı irade¬siz bir mahlûk, suç işlemeye veya istememeye mecbur bir yaratık olarak görmek ve göstermek tamamen yanlıştır.
Her fert İçin, ihtiyarî fiillerinin bir karşılı¬ğı vardır.
«işledikleri iyi amellere bir mükâfat olarak..» [122]«Dileyen iman etsin; dileyen kâfir olsun..» [123]
âyet-i kerimeleri bunun delilidir.
«Kulların yaptığı iyi ve güzel olan fiillere Allah'ın rızan vardır. Fena olan fiillere ise, rızası yoktur.»
Zira; bir âyet-i kelimeye göre:
«Allah kullarının küfrüne razı olmaz.» [124]
«Kulların fiillerin meselesini iyice anlayabil¬mek için; meşhur âlim Hadimî'nin bu husustaki «Ef'âl-i ibâd» risalesini inceleyelim. [125]

Ef'al-İ Îbâd (Kulların Fiilleri)

Bu meselede mezheplerin görüşleri şöyledir: [126]

1. Ccbriye'nin Görüşü:

Kulların fiillerinde sadece Allah'ın kudreti müessirdir. Kullar, kendi fiillerinde, asla kudret sahibi değillerdir. Kulun herhangi bir işte dahli ve tesiri yoktur. Kul, cansız varlık durumunda¬dır. [127]

2. Esprilerin Görüşü:

Fiilde hem Allah'ın, hem de kulun kudreti vardır. Fakat kulun kudretinin tesiri yoktur. [128]

3. Mûtezile'nin Görüşü:

Kulun kudreti, fiilde, bilâ icap velâ ızdırar müessirdir. Kulun kudretini Allah yaratır. Kul da, kendi isteği ve kendi kudreti ile, kendi fiillerini yaratır. [129]

4. Filozofların Ve İmamü'l-Haremeyn'in Gö¬rüşü:

Fiilde kulun kudreti bil-îcap müessirdir. Fiil, kudrete muhalif olamaz. Yani, kudretin sarfedil-müsi ile beraber fiilin meydana gelmesi icabeder.
Filozoflara göre; kul, kendi fiilini yaratma¬ya mecburdur. Bu hususta muhtar değildir. Tef-tazanî, bu durumu «Şerhü Mekasıd»'da şöyle ifa¬de eder: Allah'ın kul için, bir kudret ve irade yaratması vaciptir. Kuldaki bu irade ve kudret de, fiiün meydana gelmesini gerektirir. îşte «Kul, fiilinin bil-îcap halikıdır» demenin anlamı budur. [130]

5. Ebu İshak İsferaînî'nin Görüşü:

Kulun fiilinde hem Allah'ın, hem de kulun kudreti bir arada bulunur. İki kudretin ikisi de, asıl fiilde müessirdirler. [131]

6. Kadı Ebu BekriI-Bakıllânî'nin Görüşü:

Allah'ın kudreti asıl fiilde; kulun kudreti de fiilin vasfında müessirdir. Fiil ise,.inat ve ma'sîyet» olarak vasıflanır. Meselâ; bir yetime atılan dayak fiilinin aslı, Allah'ın kadîm kudreti ile; bu daya¬ğın adalet veya zulüm, tâat veya mahiyet olma vakıfları ise, kulun sonradan olan kudreti ile hasıl olur. [132]
Bu görüşlerden asıl olan, Üstad Ebu tshak'ın görüşüdür. Mâtüridîlerin itikadı da budur. [133]
Kulun fiilinde iki kudretin de beraberce mü¬essir olması, Allah'ın âdetinin böyle cereyan etme-slndendir. Şöyle ki, Allah (C.C.), kulun, bir fiili yapmak istemesinin hemen akabinde o fiili yara¬tır. Kul bir fiili kasd ve irade etmeden ve Allah'ın kendisine verdiği kudreti sarfetmeden, Allah, o fii¬li yaratmaz. Fakat, kulun iradesi olmadan da, Al¬lah o fiili yaratmaya kadirdir. Lâkin cebr olma¬ması ve kulun, yaptığı fiilden dolayı ceza veya mükâfata lâyık olması sebebiyle âdet-i ilâhî böyle cereyan eder.
Meseleyi biraz daha derinleştirirsek, Allah (C.C.), başlangıçta, kulda bir kudret yaratmıştır. Kuldaki bu kudret ızdiraridir. Kul, bu kudreti, «bir işi yapmak veya yapmamak» isteğinden birisi¬ne satfetmede hürdür. İşte, kulun bu ihtiyarına nîradc-i Külliye» [134]denir ki, bu irade ve kud¬ret, mahlûktur. Kul, bu kudretini bir işi yapmak veya terketmeKten birisine sarîederek bu iki şık¬tan birini diğerine tercih eder. işte, kulun bu sar¬fı, hariçts mevcut değildir. Ne var, ne de yok ka¬bilinden olan şeylerdendir. Buna, «İrade-i Cüziy-ye», «Kisb», veya «Kasıt» denir.
Netice şudur ki; kul, kudretini bir fiile kat'iy-yctle sarîedince Allah (C.C), âdeti icabı, o fiili yaratır. Eğer, bu fiilin meydana gelmsslnde Al¬lah'ın yaratmasının yanında kulun da dahil bu¬lunmamış olsa idi; kulun infiradı da sahih olmazdi. O halde, kulun fiili, iki kudretin içtimai ile hasıl olmaktadır. Allah'ın kudreti İle hasıl olması, Allah'ın halkı (yaratması) dır. Kulun kudreti ile hasıl olması ise, kulun kisbi (seçip tercih etmesi) dir. Fiilin, makdur (takdir edilen), hüsün (güael) ve kubuh (çirkin) olarak vasıflanmasını gerekti¬ren şey ise, kisb'dir.
Fiilin, Allah'ın kudreti ile olduğu inancı, ce¬birdir. Kulun kudreti ile olduğu İnancı ise, tefviz, yani fiili kula bırakmaktır. Böylece, seleften nak-ledilegeten «Cebrü Mutavassıt» görüşü ortaya çı¬kar ki, Mâtüridîlerin kabul ettikleri görüş de bu¬dur.
Eş'arî Mezhebi'ne göre İse: Allah (C.C), kul¬da bir kudret icat eder. Kul da, bu kudrete uy¬gun olarak, kendi fiilini icat eder Burada mües¬sir, yalnız Allah'ın kudretidir. Kulun kudreti mü¬essir değildir. O, sadece fiilin mahallidir. Kullar, fiillerinde muhtar; ihtiyarlarında ise muzdardır-lar. Yani hür değil, mecburdurlar. Çünkü Eş'arî-ler, «İrade-i Cüz'iyye» nin mahlûk olduğuna kail¬dirler. Onlara göre, fiilin vukuu, ızdırarîdir. Ku¬lun, fiili yapmak veya terketmek hususlarından birisini tercih etmeye kudreti yoktur. Bunun için, her ne kadar Eş'ari, kendisinin «Cebrü Mutavas¬sıt» olduğunu iddia etmişse de, Eş'arîl-sre «Cebrü Mahz» denilmiştir.
Tekrar edecek olursak, Eş'arî Mezhebi'nin gö¬rüşünün özeti şudur: Allah (C.C), âdeti üzere, kulların fiillerini kudretlerine yakın olarak yarat¬tı. Bu halde, kulun fiili, Allah'ın kudretinin t3Sİri ve Allah'ın icadı İle olduğundan, Allah'ın mahlû¬kudur. Kulun kudretine yakın olduğu için de ku¬lun kisbidir. [135]

Eş'arî Ve Mâtüridî'nin İttifak Noktaları :

1. İki kudretin isbatında,
2. Allah'ın kudretinin, kulun kudretine mu-vaffık olmasında,
3. Fiilin, kul için «kisb» ve Allah için «halk»
olmasında,
4. «Cebrü Mutavassıt» olduklarını iddiada. [136]

Eş'arî Ve Mâtürîdî'nin İhtilâf Noktaları:

1. Mâtürîdîlere göre; kulun kudreti, Allah'ın âdetine muvafık olarak, fiilde müessirdir.
Eşarîlere göre ise; kulun, kendi fiilinde tesiri
yoktur.
2. Mâtürîdîlere göre; fiil, kuldan bil-ihtiyar (kulun ihtiyarı ile) sudur eder. Eş'ârîlere göre ise, fiil kuldan bil-ızdırar (mecburen) sudur eder.
3. Mâtürîdilere göre; kulda irade-i cüz'iyye vardır. Fakat hariçte mevcut değildir. îrade-i cüz'iyye, mahlûk da değildir.
Eş'ârîlere göre ise, irade-İ cüz'iyye da, kulda¬ki kudret vs. gibi, mahlûktur. [137]

Îstitâat

(Fiîllerin Yapılımasında Gerekli Güç)

İstitâat (kulun gücü), ferdîn fiilî ile başlar ve fiilin bitmesi ile so¬na erer. Kula verilen bu güç, fiili ya¬pan kudretin kendisidir.»
Ferdin herhangi bir İşi yapması, ancak Al¬lah'ın, o işin yapılmasını temin edecek güçte o fer¬de vermesiyle mümkün olur.
Fert, iradî vs gayri iradî bütün fiilleri yap¬mak için, bu kudrete muhtaçtır. Muayyen bir ha¬reketi yaptıran kudret, her şeye kadir olan Allah'¬ın, o fiilin yapılmasına mahsus olarak ferde ver¬diği kudrettir.
Mutezile, kulun, fiillerine kadir olduğu inan¬cındadır. Zamanımız felsefacilerinden bir çoğu da aynı kanaattedir. Mûtezile'nin başka bir kolu olan Dialektik - Materyalizm; maddenin ve vücu¬dun, kudretin esası olduğunu ileri sürer. Halbuki madde ve insan, âcizdir. Her, fiilinde, Allah'ın kendisine kudret vermesine muhtaçtır. Allah, ise Kadir-i Mutlak'tır.
«İstitâat (ferdin, bir şeye gücü¬nün yetmesi); sebeplerin, âletlerin ve azaların salim olmasıyla müm¬kündür.»
«Sebepler», ferdin dışındaki şartlardır.
Meselâ; namaz için vakit; zekât için nisap miktarı mal, bir fiilin yapılması için gereken gü¬cün verilmesinde sebeplerdir.
«Aletlrr ve azaların sağlam olması» İse; fer-din şahsında olan şartlardır. El, ayak veya zihnin normal çalışması gibi.
«Allah, kulun çücüniin yetme¬yeceği şeyi teklif etmez.»
Cenâb-ı Hak buyurur:
«Allah, hiç kimseye, gücünün yeteceğinden baş¬kasını yüklemez.» [138]
«insanın darbelenmesinin men akabinde; döğülende meydana gelen acı ve elem; insanın vurması¬nın hemen akabinde camın kuruma¬sı ve buna benzer şeylerin hepsi, Al~ lahû Teâlâ'nın yarattıktandır. Bu neticeleri meydana, getirmekte, ku¬lun bîr yaratma kudreti yoktur.»
Meseleyi biraz daha derinleştirebilmek için, mezheplerin bu husustaki görüşlerini tetkik edelim.
Ehl-i Sünnet İtikadına göre, kulların fiilleri¬ni Allah yaratır. Mutezile Mezhebi'ne göre İse, kul, fiillerini kendisi yaratır.
Fiillerin meydana gelmesinde, kulun da kud¬reti vardır. Ehl-i Sünnet İnancına göre, fiili mey¬dana getirmede, kulun kudreti müstakil değildir. Mûtezile'ye göre isa, müstakildir. Her iki mezhe¬be göre de, fiili meydana getiren kulun kudretini Allah yaratmıştır.
Bu meselede, üzerinde çok münakaşa edilmiş olan husus şudur: «Fiili meydana getiren ve Al¬lah'ın yaratmış olduğu kulun kudreti, fiil ile be¬raber midir? Fiilden sonra mıdır? Yoksa fiilden evvel midir?» [139]

Ehl-İ Sünnct'in Görüşü :

Kudret, kuvvet, güç ve takat mânâlarına ge¬len «istitâat», bir sıfattır ki; Allah (C.C.) bu sıfa¬tı, inran bir işi yapmayı kasdettiği anda — bu işi yapmak için gereken âbtler ve sebepler de salim ve tam olunca— yaratır. İnsan, «hayır» fiilini yapmayı kasdedince; Allah da hayır kudretini yaratır; «şer» fiilini kasdedince de; Allah şer kudre¬tini yaratır.
İşte bu kudret, fiil İle beraberdir. Allah (C.C.) tarafından, kul için, fiil İle beraber olarak yaratı¬lır. Fiilden evvel olamaz. Zira, fiilden evvel olsa idi; bir şey yapmak istediğinde, kulun Allah'a ih¬tiyacı olmaması gerekirdi. Bu halde ise, Mûtezllenin dediği gibi, kul, fiilinin halikı olurdu. Bu kud¬ret, fiilden sonra da olamaz. Zira, kudrst olmadan fiilin hasıl olması gerekir. Bu ise, muhaldir. Ceb¬riye Mezhebi, bu görüşü savunur.
Netice olarak; istitâat, kul için bir sıfattır ve bu kudret; kul, irade-i cüz'iyyesini sarfettiğl anda hasıl olur. Bu ise, dört kademede meydana gelir:
1. İrade-i külliye ki; bu iradenin kendisinde, takdir edilmiş şeylerin her birisine taalluk etm3 salâhiyeti vardır.
2. Bundan sonra, fiilin mevcudiyeti için şart olan bütün sebeplerin selâmeti gerekir.
3. Daha fonra kul; irade-i külliyesini belirli bir fiile sarfsder ki; bu sarf, irade-i cüzMyyedir.
4. Bundan sonra da, kulun, irade-i cüz'iyyesi¬ni fiile sarfı ânında Allah (C.C), fiil ile beraber, kulda kudret yaratır. Bu son sarf, Allah'ın, kulda kudreti yaratmasına sebeptir.
Kudretin aslını isbat, Cebriyye'yi; kudretin fiil ile beraber olduğunu isbat ise Mûtezib'yİ yı¬kar. [140]

Mütezile'nin Görüşü :

Bunlara göre; kula kudret, fiilden evvel ve-rilir. İnsan, bîr işe teşebbüs etmeden evvel do, o işi yapacak kudret kendisinde mevcuttur. Kul, bütün işlerini kendisinde mevcut olan bu kudret ile yapar ve yaratır. Kulun, iş ânında, Allah'ın kudretine ihtiyacı yoktur. Allah'ın da, o işte dahi yoktur.
Bunların en kuvvetli delili şudur: Teklif, ya¬ni emir ve yasaklar, fiillerden evvel hasıl olur. Meselâ; kâfir, iman etmekle mükelleftir. Namazı terkeden bir kimse de, vakit girdikten sonra na¬maz kılmakla mükellaftir. Eğer kudret, fiilden ev¬vel olmasa idi, âcize, kudret ve takati olmayan şey teklif edilmiş olurdu. Bu ise, batıldır. Bu hale göre; namaz fiilinden evvel, namaz kılma kudreti olmazsa; «namaz kıl» teklifi doğru olmaz.
Ehl-i Sünnüt'in, bu görüşe cevabı şudur: İs-titâat iki mânâda kullanılır:
1. Yukarıda boyan edildiği gibi, fiil ile bera¬ber olan kudret mânâsında. Bu istitâat, fiilden ne önce, ne de sonradır. Fiil île beraberdir ve fiilin müessiridir. İhtiyarî fiiller, bu istitâat ile meyda^ na gelirler.
2. İstitâat; hisler ve azalar gibi sebeplerin, âletlerin ve insan uzuvlarının selâmeti mânâsında da kullanılır. Emir ve nehiylerle Allah'ın teklifi, bu mânâya gelen istitâat üzerinedir. Bu hakte acizlik de gerekmez. Şu âyet-i kerime de, buna işaret etmektedir:
«Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Bey¬ti hncc (ve ziyaret) etmesi. Allah'ın İnsanlar üzerin¬de bir hakkıdır...» [141]
Netice şudur ki, âdet ve sebeplerin salim ol¬ması mânâsına gelen ve önceden kulda mevcut olan istitâat, teklifin, yani emir ve nehiylerin verilmesinin sıhhati içindir. Fiil ile beraber olan İs¬titâat isa, kulun sevaba veya azaba müstehak olmasının sebebidir. [142]

Dalalet Ve Hidayet

Allahü Teâlâ, dilediği kimseyi sapıklıkta; dilediği kimseyi hidayet¬te kılar.»
Allah hidayet ve sapıklığı halkeder, insan da kazanır. Kul, kurtuluşu veya sapıklığı seçer. Al¬lah da onu halkeder.
«Allah kul için, sadece hayırlı olanı yaratmalıydı denemez.» [143]

Günahlar, Ve Allah'ın Affı

«Allahü Teâlâ, kendisine koşanı afetnıez.»
Bugün, türlü maskeler altında, insanlar Al¬lah'a şirk koşmağa teşvik -odiliyor. Materyalistler maddeyi, rasyonalistler aklı; natüralistler (tabiiy-yûn) tabiatı; şehvetperestler şehveti (seksi) ve ne¬fislerini; sapık mistik telâkkiler insanı; bazı siya¬sî görüşler, bir milletin tamamını veya bir sınıfı yahut da bir azınlığı, hâkimiyetin menşei sayarak ilâhlaştmyorlar. Ve Allah'a, zaMnda, sıfatlarında ve fiillerinde ortaklar koşuyorlar. Allah, hangi şe¬kilde'olursa olfun, kendisinden başka Allah kabul edeni, yani müsriği affetmez.
Şirkten başka, dilediği kimsele¬rin, büyük veya küçük günahlarını affeder.
Helâl olarak kabul edilmediği takidrde, Allah dilerse, büyük güna¬hı da affeder.»
Büyük günahı helâl kabul etmek ise küfürdür. Küçük günahları helâl sayan da kâfir olur. [144]

Rızık Meselesi

«Haram edilmiş şeyler de nzıktır.»
Rızık Cenâb-ı Allah'ın canlılara yemeleri için, verdiği her şeydir.
Bir şeyin nzık olması, onun haramlık vasfını kaldırmaz. «Allah, insanı rızıklandırdığına göre, Allah'ın insana nzık olarak verdiği bizatihi haram olan (şarap veya domuz eti gibi) şeyler, haram değildir» demek küfürdür.
«Helâl olsun, haram olsun; her¬kes kendi rızkını yer. Bir insanın kendi rızkım yememesi, veya baş¬kasının onun rızkını yemesi tasav¬vur edilemez.
Allah'ın, bir mahlûk için, tayin ettiği şeyi, başkasının yemesi imkânsızdır. [145]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları Empty
MesajKonu: Geri: Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları   Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 3:01 pm

ÜÇÜNCÜ KISIM

MELEKLERE İMAN

Melekler, Allah'ın kullan olup, Allah'ın emri ile hareket ederler.»
«...Bunlar (Melekler) Allah'ın emri ile hareket ederler.» [146]
«Onların, erkeklik ve dişilik va¬sıflan yoktur.»
Meleklerin kesin sayılan yakkmda kat'î bir bilgimiz yoktur. Onu, aniak, Allah biiir. Kur'an-ı Kerim'de ve Peygamberimizin hadîs-i şeriflerinde İsimleri zikredilen melekler şunlardır:
Meleklerin Peygamberi durumunda olan dört büyük melek:
1. Cebrail: Vazifesi, Allah ile Peygamberler arasında elçiliktir.
2. Mikâil: Görevi, tabiat olaylarını idare et¬mektir.
3. İsrafil: Vazifesi, Sûr denilen bir vasıta ile, kıyametin ve öldükten sonra bütün canlı var¬lıkların dirilecekleri zamanın geldiğini haber ver¬mektir.
4. Azrail: Bunun da vazifesi» canlıların ru¬hunu almaktır.
Bu dört büyük melekten başka; Cennetin bek¬çisi Rıdvan, Cehennemin bekçisi Mâlik, İnsanların sevaplanm ve günâhlarını tesbit eden Hafaza Me¬lekleri, kabirds sual soran Münker ve Nekir, isim¬lerini bildiğimiz meleklerdir. [147]

DÖRDÜNCÜ KISIM

KİTAPLARA ÎMAN

«Allah'ın peygamberlerine inzal etmiş olduğu kitaplar vardır. Bu hi¬tanlarda emrini, nehvini, mükâfatı¬nı ve azabını beyan edip açıklarım-tır.»
Allahü Teâlâ, Cebrail vasıtasıyla, bütün pey¬gamberlere emir ve yasaklarını bildirmiştir. Bun¬ların bazıları kitap haline gelmiş ve zamanımıza kadar ulaşmış, büyük bir kısmı ise günümüze ula¬şamamıştır. Allahü Teâlâ'nın bazı peygamberlere gönderdiklerine «Suhuf» (sayfalar) denir. Bir ri¬vayete göre bunlar;
1. Âdem Peygambere 10 sayfa,
2. Şît Peygambere 50 sayfa.
3. İdris Peygambere 30 sayfa,
4. İbrahim Peygamber 10 sayfa olmak üze¬re cem'an 100 sayfadır.
«Mukaddes Kitaplar» olarak bildiğimiz dört büyük kitap ise, «Kütübü Erbaa» diye isimlendi¬rilir. Bu kitaplar da, şu peygamberlere gönderil¬miştir:
1. Tevrat, Hz. Musa'ya,
2. Zebur, Hz. Davud'a,
3. İncil, Hz. İsa'ya,
4. Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed'e.
Tevrat, Zebur ve İncil, peygamberler tarafın¬dan getirildikleri, yani Allah'ın gönderdiği şeklini muhafaza edememiş, insanlar tarafından tahrif edilmişlerdir. Bu husus hem tarihî, hem aklî hem de nakli delillerle sabittir.
Ayrıca, Kur'an-ı Kerim, kendisinden önceki kitap ve dinleri neshetmiş, yani hükümlerini yü¬rürlükten kaldırmıştır.
Kur'an-ı Kerim, Peygamber Efendimizin en büyük mucizesi, tahriften ve taklitten uzak yegâ¬ne hak kitap olarak, günümüze kadar, bir harfi dahi değişmeden gelmiştir.
Kur'an-ı Kerim'İn Peygamberimize gönderil¬mesi 23 senede tamamlanmış, Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebu Bekir zamanında bir araya toplanmış, Hz. Osman zamanında nüshalar halinde çoğaltılarak, İsl&m'ın o zamanki merkez¬lerine gönderilmiştir.
Kur'an-ı Kerim, çsşitli zaman ve çeşitli yer¬lerde inzal edilen 114 sûre ve 6666 ayetten müte¬şekkildir. [148]

BEŞİNCİ KISIM

PEYGAMBERLERE İMAN

«Resullerin gönderilmesinde hikmet vardır. Allahü Teâlâ, beşer İçinden bazılarını, beşeriyete müjdeleyici ve korkutucu resuller olarak göndermiştir. Bu resuller; insanlara, din ve dünya işlerinden, muhtaç ol¬dukları her şeyi açıklamışlardır.»
Resuller, insanların ezelden ebede kadar ihti¬yaç duyacakları her şsyi bildirmişlerdir. İnsanın, kendisine, başkalarına, din vazifelerini ve takip edeceği hareket şeklini gösteren ebedî kanunlar getirmişlerdir. Bunlar imana, kültüre, hayat niza¬mına ve amsllere dair olan ölümsüz kaidelerdir. Dini kabul, onun muhtevası olan imanı, kültürü, hayat nizamını ve amelleri de kabul demektir.
«Cenâb-ı Allah, peygamberleri, tabiat kanunlarını yırtan mucizeler¬le te'yid etmiştir.
Mucize; peygamberden, Allah'ın izni ile sadır olan fevkalâde haldir.
«Peyqamberlerin ilki, lîz. Adem ve sonuncusu, Hz. Muhammed (S.A.V)dir.
Âdem (A.S.) in ilk insan ve ilk peygamber ol¬duğu hususunda kitap, sünnet vs İcma'da deliller vardır. Bunu inkâr eden, (Darwinistler ve aynı düşüncede olanlar) kâfir olur.
Hz. Muhammed (S.A.V.) in son peygamber olduğunu inkâr eden de kâfir olur.
«îsa (A.S.)'nm yer yüzüne ineceği hadis-i şe¬rifte zikredildiğine göre; son peygamber, Hz. İsa olmaz mı?» şeklindeki sual yanlıştır. Zira, Hz. İsa, yer yüzüne, Hz. Muhammed'e tâbi olarak gelecek¬tir. Çünkü, onun şeriati neshedilmiştir. Onun İçin vahy ve hüküm koymak yoktur.
«Peygamberlerin sayılarının ne olduğu konusunda münâkaşa etme¬melidir. Zira, Altahü Teâlâ buyur¬muştur ki; «Andölsun ki, senden ev¬vel de peygamberler gönderdik. On¬ların içinden, sana kıssalarını bildir¬diğimiz kimseler de var; sana bildir¬mediğimiz kimseler de var.» [149]Eğer adet zikredilirse; zikredilen adet¬ten fazla peygamber gelmiş geçmiş¬se onlar inkâr edilmiş; zikredilen adetten as peygavıber gelmişse pey¬gamber olmayanlara peygamberlik izafe edîkniş olur.
Peygamberlerin hepsi, Allah'¬tan aldıklarım tebliğ etmişler ve ha¬ber vermişlerdir.»
Peygamberler, insanlığın kurtuluş yolunu; bü¬tün insanlara, her türlü eziyetlere rağmen bildir¬mişlerdir. Onlar tebliği gerekli her şeyi açıklamış¬lardır. İşte, bu tebliğ edilenler, kurtuluşun tek yo¬ludur.
Bazıları, «Peygamberler kurtuluşu muzun esas¬larım herkese değil, sadece bazı insanlara bildirdi¬ler. Biz de, o kendisine sır tevdi edilen kimselerden öğrenerek kurtulabiliriz.» derler. Bunlar, pey¬gamberleri, tebliğ vazifesini yapmamış olmakla it¬ham stmiş oluyorlar. Bu da tam bir küfürdür.
«Peygamberler sadıktırlar ve na¬sihat edicidirler.
Peygamberlerin en efdali, Hz. Muhammed (SA.S.)'dir.n
Allah (C.C.), Kur'an-ı Hakiminde, İslâm Ümmeti'ni en hayırlı ümmet olarak bildirir. Ümme¬tin hayırlı oluşu, dinlerinin yüksekliği sebebiyle¬dir. Dinin yüksekliği ise, o dinin peygamberinin yüceliğine işarettir.
Peygamberler de bizim gibi birer insandır¬lar. Fakat, Allah tarafından seçilmiş kimseler ol¬dukları için, diğer insanlardan ayrı, bazı vasıfla¬rı vardır. Peygamberlerin bu sıfatlarını şöyle özet¬leyebiliriz:
1. «Sıdk» (Doğru olmak): Peygamberler, as¬la yalan söylemezler. Onlar, dürüst insanlardır.
2. «Emanet» (Güvenilir olmak): Peygamber¬ler, güvenilir kimselerdir. Asla emanete hiyanet etmezler.
3. «İsmet» (Günah işlememek): Peygamber¬ler, günah işlemezler. İnsanlık iaabı oîan ufak te¬fek hataları da, Allah tarafından düzeltilir.
4. «Fetanet» (Zeki olmak): Peygamberlerin hepsi de, İnsanların mutlaka en zekileridiriler.
5. «Tebliğ» (açıklamak): Peygamberler, Al¬lah'tan almış oldukları emirleri insanlara mutla¬ka ulaştırmışlardır. Hiç bir şey gizlememişler ve hiç bir şey de ilâve etmemişlsrdir.
Peygamberlerin kesin sayılarını ve İsimlerini bilmiyoruz. Bunlardan, Kur'an-ı Kerimde ismi ge¬çen peygamberler şunlardır:
1. Hz. Adem 14. Hz. Harun,
2. Hz. İdris, 15. Hz. Davut,
3. Hz Nuh, 16. Hz. Süleyman
4. Hz. Hud, 17. Hz. Eyyub,
5. Hz. Salih, 18. Hz. Zülkifl,
C. Hz. Lût, 19. Hz. Yunus,
7. Hz. İbrahim, 20. Hz. İlyas,
8. Hz. İsmail, 21. Hz. El-Yesa,
9. Hz. İshak, 22. Hz. Zekeriya,
10. Hz. Yakup, 23. Hz. Yahya,
11. Hz. Yusuf, 24. Hz. İsa,
12. Hz. Şuayb, 25. Hz. Muhammed
13. Hz. Musa,
Bunlardan başka, peygamber veya velî olduk¬ları hususunda, İslâm âlimlerinin ihtilâf ettikleri Hz. Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn'in isimleri de, Kur'an-ı Kerim'de zikredilmektedir. [150]

Şefaat

«Peygamberlerin ve hayırlı kim¬selerin büyük günah işlemiş olanla¬ra da şefaat edecekleri (âyet ve ha¬dislerle) sabittir.»
«Hem kendinin, hem erkek mii'minîerlc kadın mü'minlerin günahının yarhğanmasını.iste.» [151]
»Artık şefaat edici (melekler, peygamberler ve salihler)in hiç bir şefaati onîara fayda veremeyecek.» [152]
Câbir (R.A.) den:
«ümmetimden büyük günah işlemiş olanlar için de şefaatim vardır.» [153]

Kul Ve Vazifeleri

«Kul, kendisinden emir ve ya-saklamalann kalkacağı bir duruma ulaşamaz.»
Bazı sapıklar; «kul aşırı sevgiye (aşka ulaşın¬ca ve kalbi temizlenince, artık onun ibadet etme¬sine, dinîn emirlerini tutup yasaklarından sakın¬masına lüzum yoktur» derler. Bu, kâfirce bir inançtır. İnsanların en temiz kalbine malik olan Peygamber (S.A.V.) ibadstten, taatten vaz geçmiş midir?
Bazı sapık kimseler de, «tnsan muayyen bîr mertebeye (fena îilîah'a) vardıktan sonra; Terdin ibadetine, taatına lüzum kalmaz» derler. Bunun te'vlle gelen bir tarafı yoktur. Buna İnanan kâ¬firdir. [154]

Mahlûkların Fazilet Dereceleri

Beşerin resulleri, meleklerin re¬sullerinden daha faziletlidir. Meleklerin resulleri de, (Peygamberler ha¬riç) bütün beşerden daha efdaldir. Mü'minterin umumu ise, meleklerin umumundan faziletlidir.» [155]

İnsanların En Faziletlileri

«İnsanların en efdali, peygamberimizden sonra, Ebu Bekir Sıddik (R.A.)'tır. Ebu Bekir'den sonra, Omerü'l-Faruk' (R.A.)tur. Sonra Os¬man zü'n-Nureyn' (R.A.) dir. Sonra da, Aliyyül'Murtaza (R.A.) dır. Hu-lefa-i Raşidın'in hilâfetleri de, bu sı¬raya göre olmuştur.» [156]

Sahabeye Karşı Nasıl Bir His Duyulur?

«Sahabe, ancak hayırla yadedilir.»
Bu konuda Peygamberimin şöyle buyurur:
«Ashabıma kötü söz söylemeyiniz. Sizden biriniz, Uhııt Dngı kadar altını sadaka olnrnk verse; gene do ashabından birisinin (ulaşmış olduğu yüce derecenin) boyuna, hatta yan boyuna ulaşamaz.» [157]
«Allah!.. Allah!.. Ashabım hakkında (fena konuş¬mayınız) Allah'tan korkunuz. Benden sonra onlara garazla, haklarında kötü lâf etmeyiniz. Kim onları severse, benî sevdiğinden dolayı sevmiştir. Kim onlara eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet ede¬ne ise, Allah'ın azap etmesi yakındır.» [158]
Sahabeye ta'n etmek eğer kat'i delillere- ay¬kırı ise, küfürdür. Kafi delillere aykırı değilse; bid'at ve fısktır. [159]

Aşere-İ Mübeşşere

«Peygamber (S.A.S.yin cennetle müjdelediği aşere-i mübeşşere'nin, cennete gideceklerine şehadet edilir.»
Tİrmizî ve Ahmet b. Hanbel'in tahric ettik-lsri bir hadîs-i şerife göre, Aşere-i Mübeşşere şun¬lardır.
1 — Uz. Ebu Bekir.
2 — Hz. Ömer.
3 — Hz. Osman.
4 — Hz. Ali.
5 — Hz. Talha.
6 — Hz. Zübeyr
7 — Hz. Abdurrahman îbnü Avf.
8 — Hz. Sad îbnü Ebî Vakkas.
9 — Hz. Sa'd îbnü Zeyd.
10 — Hz. Ubeyde îbnü Cerrah.
(Allah, cümlesinden razı olsun) [160]

ALTINCI KISIM

AHİRETE İMAN

Kıyamet Alâmetleri

«Hz. Muhammed (S.Â.S.)'in kı¬yamet alâmetlerinden olarak; Deccâl'tn, Dâbbe-i Arz'ın, Ye'cüc ve Me'ciic'ün çıkması; Hz. İsa'nın gökten inmesi ve güneşin batıdan doğması hakkında verdiği haberler haktır.» [161]

Ölüm Ve Ecel

«Öldürülen bir kimse, eceli İle ölmüştür. Ölüm de, (hayat gibi) bir varlıktır.
Ölüm, tıpkı hayat gibi Allah'ın bir yaratığı¬dır. Beşeriyet İçin, ölümü yaratmak, veya yok et¬mek İmkânsızdır.
Zira, Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır.
«O (Allah! Ölümü de, dirimi de yaratandır:.,» [162]
Öldürülen bir adam için, «daha fazla yaşaya¬caktı» denemez. Ölümün eceli (vakti), değişmez. Çünkü:
«O ecelleri gelince; ne bir saat geri bırakabilirler, ne öne alabilirler.» [163]

Kabir Azabı Kabirde Nimetlenmk Kabir Suali

«Kâfirlere ve müminlerden bazt günahkâr olanlara kabir azabı; itaat edenleri kabirde nimetlendirmek; ve Nekifin suali [164], kitap ve sün¬net ile sabittir (gerçektir).»
«(Kabir azabından biri de) ateştir ki, onlar sabah, nkşam arzolunacaklar. Kıyametin kopacağı gün de, "Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun' deni¬lecek.» [165]
İbnü Abbas (R.A.) tan: Nebî (S.A.V.), iki kab¬rin yanından geçerken buyurdu ki:
«Muhakkak, bu ikisi de azap görüyorlar. Gördük¬leri azap da, çok büyük olan bir iş için değil. Onlar-dnn birisi, idrardan sakınmaz ve temizlenmezdi. Di¬ğeri ise, lâf getirip götürerek halkın arasını ifsat ederdi...» [166]
Âyet ve hadislerle sabittir ki, kabir azabı, haktır. Fakat, azabın keyfiyeti bize bildirilmemiş¬tir.
«Ölü, idrak edemez; dolayısıyla azap müm¬kün değildir» diyenler kâfirlerdir. Zira, Allah'ın, cansız telâkki ettikleri maddeye, bu azabı hisse¬decek bir hayatiyst vermesi, kâinatı yoktan var eden Allah'ın kudreti yanında, hiç mesabesinde bir iştir. [167]

Öldükten Sonra Dirilme

«Öldükten sonra dirilmek, hak¬tır.»
Allah buyuruyor:
«Sonra siz, kıyamet gününde tekrar düİtilip kal¬dırılacaksınız...» [168]
Şüphesiz ki; kâinatı yoktan var eden, kuru tanelerden hayat dolu bitkiler çıkartan, birer damla sudan canlılar meydana getiren Allah; öl¬dükten sonra, kulları yeniden tsrkip etmeğe ka¬dirdir.
«Amellerin ölçülmesi, haktır.
Cenâb-ı Allah buyurmaktadır:
«Herkesin dünyada yapıp ettiğini tartmak da, o gün haktır.» [169]
«Ahîrette kula verilecek olan ki¬tap, haktır.»
Bu kitapta kulların tâat (hayır) lan ve hata¬ları bildirilir:
«...Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki, neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak.» [170]
«Artık kitabı sng eline verilmiş olana gelince; der ki: 'Alın okuyun kitabımı. Çünkü ben hakikaten he¬sabıma kavuşacağımı zannetmiştim (bitmiştim)',
«Kitabı sol eline verilmiş olana gelince; o da der ki: 'Ah keşke benim kitabım verilmescydi'.» [171]
«(Kitabı sağ eline verilen kimse) kolayca bir he¬sap ile muhasebe edilecek o.
«Ama kitabı arkasından (solundan) verilen kim¬se; derhal helakini temenni edecek, o şiddetli ateşe girecek.» [172]
«Ahirette, Allah'ın kullarına su¬al sorması, haktır.» [173]

Kevser Havuzu

«Kevser havuzu haktır.
Cenâb-ı Hak buyurur:
«(Habibim) Biz sana, hakikaten, kevseri verdik.» [174]
Resulü Ekrem ise; şöyle buyurmuşlardır;
«Benim havzım, bir aylık yoldur. Onun suyu, süt¬ten daha beyazdır. Onun kokusu, miskten dîılıa güzel¬dir. Bardakları, semanın yıldızları pibidir. Ondan içen kimse arttk ebediyyen susamaz.» [175]

Sırat Köprüsü

«Sırat köprüsü, haktır»
Bu, Cehennem üstüne kurulmuş bir köprü¬dür. Cennetlikler geçer; cehennemliklerin ayağı kayar.
Peygamberimizin bildirdiğine göre:
«...Mü'minler sıratı göz açıp yumuncaya kadar (kısa bir zamanda): şimşek gibi, rüzgâr gibi, kuş gibi, ata veya (diğer) binitlere binmiş gibi geçerler...» [176]

Cennet Ve Cehennem

«Cennet ve Cehennem, haktır. Cennet ve Cehennem, yaratılmıştır ve şu anda da mevcutturlar.» [177]
«Ey Âdem, sen eşinle beraber Cennette yerleş...»
Ayrıca, Cennet ve Cehennemin hazırlandığını bildiren âyetler vardır:
«O (Cennet), takva sahipleri için hazırlanmıştır.»
«O (Cennet), takva sahipleri için hay.ırîammşhr.» [178]
«O (Cennet), Allah'a ve Peygamberine iman eden¬ler için hazırlanmıştır..» [179]
«O (Cehennem ateşi) kâfirler için hazırlanmış¬tır.. [180]
«Cennet ve Cehennem sonsuz¬dur. Hiç bir zaman yok olmazlar ve içindekiler de yok olmayacaklardır.»
Cenâb-ı Allah buyuruyor:
«Onlar (iman edip de iyi işler yapanlar), orada (Cennetlerde) ebedî kalıcıdırlar.» [181]
«Onlar (o inkâr edip kâfir olanlar ve zulmeden¬ler), orada (Cehennemde) ebedî kalıcıdırlar.» [182]

Günahkâr Mümin Cehennemde Ebedî Kalmaz

«Büyük günah işlemiş olan mü'minler (tevbe etmeden ölseler dahi), Cehennemde ebedî kalmayacaklar¬dır.»
Allah buyuruyor:
«Allah, mü'min erkeklerle mü'mîn kadınlara da -kendileri içlerinde ebedî kalıcılar olmak üzere- alt¬larından ırmaklar akan A.dn Cennetlerini ve çok gü¬zel meskenler vaadetti.» [183]

Dualarımız Ve Kabulü

Dirilerin ölülere dun etmelerin¬de ve onlar için sadaka vermelerin¬de ölülere fayda vardır.»
Peygamberimiz (S.A.V.) buyurur:
«Müslümanlardan bir gnıp, bir ölünün namazını kılınca ona şefaat etmiş olurlar.» [184]
«Allah (C.C.), dualara icabet eder ve hacetleri bitirir.»
«Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin; size icabet (ve duanızı kabul) edeyim.» [185]
Duada esas; niyetih sadık, halis olması ve kalbin huzurudur.
Resulüllah buyurur:
«Allah'a dua ediniz. Kabul edeceğine inanınız. Bi¬liniz ki; Allah, gafil ve (dünyaya iyice) dalmış kalp-, ten dua kabul etmez.» [186]

YEDİNCİ KISIM

KADERE İMAN

Kaza Ve Kader Nedîr?

Kaza ve kader kelimelerinin İslâm ıstılahın¬da ifade ettikleri m&nk şudur:
«Kader», ezelden ebede kadar olmuş ve ola¬cak şeylerin hepsinin zamanının, yerinin ve na¬sıl olacaklarının Allah tarafından ezelde bilinme¬si ve bu bilgiye uygun olarak takdir ve irade edil¬mesidir. Kader, Allah'ın «ilim» ve «irade» sıfatla¬rı île ilgilidir. Allah, ilim sıfatı ile, olacak şeyleri bütün teferruatı ile bilir, irade sıfatı ite şöyle ve¬ya böyle olmasını tercih ve takdir eder. işte bir şsyin, ezelde Allah tarafından bilinmesine ve öy¬lece tercih ve takdir edilmesine «kader» denir.
«Kaza» ezelde, Allah tarafından bilinen ve takdir edilen şeylerin, zamanı ve yeri girdiğinde, ezeldeki bilgi ve takdire uygun olarak, Allah tara¬fından yaratılmasıdır. Kaza, Allah'ın «Kudret» ve «Tekvin» sıfatları ile ilgilidir. Allah, kadere uy¬gun olarak, her şeyi kudret vs tekvin sıfatları ile yaratır.
Kâinatta her şey, kaza ve kadere bağlıdır. Allah'ın takdir ve iradesinin dışında hiç bir şey olmaz.
«Kadere îman»; iyi-kötü, hayır-şer ne varsa hepsinin Allah tarafından ezelde takdir edilip za¬manı g:Iince de yine Aîlah tarafından bu takdire göre yaratıldığına inanmak demektir.
Kaza ye Kadere iman, İslâm'ın inanç esasla¬rının en mühimlerinden biridir. İslâm mütefekkirleri ve kelâm âlimleri, Kaza ve Kader mesele¬sinde çeşitli görüşlere sahip olmuşlar, bu konuda birçokları yanılmış ve temel inançtan sapmışlar¬dır.
Kaza ve Kader meselesindeki ihtilâf; «kulla-rm krndi fiillerini halk (yaratma)» meselesinde¬ki ihtilâftan doğmuştur.
Kaza ve Kader kelimeleri, umumiyetle, ikisi de bir arada kullanılır. Bu kelimelerden; biri di¬ğerinin lâzım'ı olmakla beraber; mezhepler ara¬sında kullanılışlarında ihtilâf vardır. Meselâ, bi¬zim (Matüridîlerin) Kaza diye tarif ettiğimizi, Eş'arîler Kader diya tarif ederler.
Rağıp'a göre: Kader, takdir; Kaza da, tahsil etmek ve kesin olarak hükmetmektir.
Başka bir deyimle Kader, ölçmek için hazır¬lanan şey; Kaza ise, fiilen ölçmekten ibarettir.
Kader, bir şeyin esası; Kaza da onun tafsilâ¬tıdır. Meselâ; Kader, bir devletin divan'mdaki İc¬mal defteri; Kaza da o deftere göre, vazife sahip¬lerine Boytü'İ-mal'in tevzi ve taksimidir.
İbnü'1-Esîr, «El-Bİdaye Ve'n-Nîhaye» İsimli eserinde şöyle demektedir:
«Kader, takdir; Kaza ise, halk (yaratma) manası¬nadır. Bunlar, birbirinin mütelâzımıdır. Yani, bunlar birbirlerinden ayrılmayan iki emirdir. Kader, esas (te¬mel); Kaza ise bina mesabesindedir. Kim ki, birbirin¬den ayırmak isterse Kaza ve Knder binasını yıkmış otur.»
Yani, İbnül-Esîr'e göre; Kaza ve Kader aynı mânâya geliyor. [187]

Kaza Ve Kaderin Kuranda Kullanılışı

Kaza ve Kader, Kur'an-ı Kerim'de birkaç mânâda kullanılmıştır. [188]
1) Kaza ve Kader, «halk» (yaratmak) mâ¬nâsına gelir. Şu âyetlerde olduğu gibi:
«Bu suretle onları, yedi gök olmak üzere, 2 günde vücuda getirdi (yarattı)» [189]
«(Allah) onda (arzda), arayanlar İçin dört günde müsavî gıdalar takdir etti (yarattı).» [190]
2) Kaza ve Kader, «Emir ve hüküm» mânâ¬sına gelir. Şu âyetlsrde böyledir:
«Rabbin, kendin başkasına kulluk etmeyin, ana ve babaya iyi muamele edin diye hükmetti...» [191]
«Aranızda ölümün keyfiyetini, zamanım, mekânım ve ecellerin miktarını biz (tayin, hüküm ve) takdir ettik.» [192]
3) Kaza ve Kader, «İlân ve Beyan» mânâ¬larına da gelir. Şu âyetlerde olduğu gibi:
«Biz. Kitapta İsrail Oğullarına şu haberi verdik (beyan ettik); 'Siz, arzda muhakkak iki defa fesat çı¬karacak ve muhakkak (bana karşı) büyük bir serkeş¬lik yapıp kabaracaksınız.» [193]
«(Lut'un) karısı başka. Biz ocun mutlaka geride kalan (helak olan) kimselerden olmasını takdir (ve ilân) ettik.» [194]

Matüridilere Göre Kaza Ve Kaderin İstılah Manaları

Kader: Allahü Teâlâ'nın, ezelden ebede ka¬dar olmuş ve olacak şeylerin zamanını, mekânını, vasıflarını, şekillerini ve her türlü özelliklerini ezelde bilip ve bilgisi üzerine tahdid ve takdir et¬mesidir.
Kaza: Allahü Teâlâ'nın ezelds, ilmi üzerine takdir ve tesbit etmiş olduğu şeyleri, zamanı ge¬lince, ezeldeki ilim ve iradesine uygun olarak icat etmesi ve yaratmasıdır.
Kader, Allahü Tsâlâ'nın ezelî olan İlim ve İrade sıfatına; Kaza da Tekvin sıfatına racidir. [195]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar

haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 355
Kayıt tarihi : 02/07/10
Nerden : ANKARA

Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları Empty
MesajKonu: Geri: Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları   Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları Icon_minitimeCuma Ekim 01, 2010 3:04 pm

Kaza Ve Kader Hakkında Ehli Sünnetin Görüşü

Kaza ve Kader kelimelerinin lügat ve ıstılah mânâları beyan edildikten sonra Ehl-i Sünnet Mezhebinin Kaza ve Kader hakkındaki tezi şöyle hülâsa olunabilir:
Cenâb-i Hak, eşyayı yaratmazdan Önce, eşya¬nın -miktarlarını, ahvalini, halkın amellerini, ken¬di iradeleriyle yapacakları hayır ve serleri Ilm-i ezelîsiyle bilip, ezelî iradesiyle levh'i mahfuz'da, ilk yarattığı kalemle yazmıştır. Ezelde İlim ve İradeye muvafık olarak takdir edilen şeyler de, zamanı gelince, harfiyen kaza olarak meydana gelmektedir.
«Herşcy ezelde takdir edilip, Lcvh-i Mahfuz'-da yazılmış olduğuna, zamanı gelince de kaza olarak icat edileceğine, takdir ve kazada hata olmıyacağına göre; insan, yapmış olduğu işlerden nasıl sorumlu tutulur?» şeklindeki soruya cevap vermeden önce, insanların fiillerini kısaca tetkik edelim.
İnsanların fiil ve hareketleri ikiye ayrılır:
a) İhtiyarî fiiller.
b) Gayri ihtiyari fiiller.
İnsanların gayri ihityarî olan fiil ve hareket¬leri, kendi ihtiyar ve iradeleri olmaksızın, sadece Allah'ın yaratması ile olduğu için, insan bunlar¬dan sorumlu tutulmaz. İnsanın açlık hissetmesi, vücudundaki kanın dolaşımı, organların çalışması vs. gibi işler, bu kabildendir. Bunlardan ne sevap, ne de günah hasıl olmaz.
İhtiyarî fiiller ise; insanların ihtiyar ve İra¬desi vasıtası ile yaratılır. İnsanlar, bu hususta bir kisb2, bir irade-i cüz-iyyeye ve bir kudrete sa¬hiptirler. İnsanlar, kendi iradelerini ve kudretle¬rini sarf eder, akabinde Allah (C.C.) da o fiilleri yaratır. Yoksa, insan kendi fiillerini yaratmaz. Binaenaleyh, insanların bu kabil hareket ve fiil¬leri, kendi irads ve ihityarlarma müstenit oldu¬ğundan, cebir lâzım gelmez. Bu fiillerin yaratıcı¬sı Allah olup, kul olmadığından tefviz (yani ku¬lun, fiillerini yaratmış olması) de lâzım gelmez.
Yalnız, Allah (C.C), her hususta, olan ve olacak olan her şeyi sebeplere bağlamıştır. Kul, bu sebeplere tevessül edince, Allah (C.C.) da o şe¬yi yaratır ve vücuda getirir. İlâhî sünnet ve tarz¬da cereyan eder.
Şimdi, asıl sorunun cevabına gelelim: «Fiil ve hareketlerimiz ezelde takdir edilmiş ve Levh'a yazılmış olduğuna göre; bu İşleri yapmak zorun¬da kalmıyor muyuz? Öyleyse niçin sorumluyuz?»
Evet, herşey ezsîde Allah'ın irade ve ilmiyle takdir edilmiş ve yazılmıştır. Fakat ehemmiyetle bilmemiz gereken husus şudur: «İlim Maluma Tâbidir.» Bilgi, ancak hadiselere ve eşyaya uy¬gun olursa, ona ilim denir. Uygun olmazsa cshil denir. «İlim Malûma Tâbidir.» Yani, ilim (bilmek) malûma (bilinen şeylere ve hadiselere) tâbidir. İlmin, hadiselerde tesiri yoktur. Meselâ biz güneşin neredsn ve ne zaman doğacağını bi¬liriz. Güneşin ise söylediğimiz zamanda doğması, bizim bilgimizden dolayı değildir. Veyahut, meteo¬roloji istasyonlarının, âletleri ve tecrübeleri ile, bugün rüzgârın hangi yönden eseceğini bilmeleri¬nin ve bunu daha önceden tesbit etmelerinin, rüz¬gârın aynı yönden esmesinde tesiri yoktur. Yani, onlar bildi ve yazdı diye rüzgâr o yönden esmiş, veya yağmur yağmış değildir. Zatsn yağmur ya¬ğacağı ve rüzgâr o yönden eseceği için onlar bil¬miş ve yazmıştır.
«İlim malûma tâbidir» genel kaidesinin izahı, budur. Hak Teâlâ da, he şeyi kaplayan ilmi ile, dünyaya gelen ve gelecek olan bütün İnsanların; irads ve kudretlerini nasıl kullanacaklarını, iyiyi mi, fenayı mı seçeceklerini, irade ve kudretlerini kullanmalarının sonunda neticelerin ne olacağım eksiksiz bir ilimle bilir ve bu bilgisi üzerine, ezel¬de, insanın her fiilini takdir eder ve Levhi Mahfuz'a yazdırır. Netice; ezeldeki takdiri ilâhî ve ya¬zı, ilm-İ İlâhî'ye tâbidir. Yani, Allah nasıl olacağı¬nı ve geleceğini bildiği için öylsce takdir edilmiş¬tir. İlm-İ ilâhî ise, malûma tâbidir.
Cenâb-ı Hak, nasıl olacak ise öylece bilmiş, bildiği gibi hüküm ve takdir etmiştir. Hülâsa; Al-lahü Teâlâ, insanların ne şekil hareket edecekle¬rini bildiği ve takdir ettiği için insanlar hareket etmiş değillerdir. Ancak, Allah (C.C.), insanları kendi irade-i cüz'iyyelerini nasıl kullanacaklarını ve dolayısıyla nasıl hareket edeceklerini tamamen bildiği için, öylece takdir edip yazmıştır.
Başka bir deyimle; İnsan, hayır ve şerri, ezel¬de yazıldığı ve takdir edildiği için işlemiyor. İnsa¬nın, kendi iradesi ile hayır veya şer işleyaceği, Al¬lah tarafından bilindiği için, ezelde öylece yazılıp takdir ediliyor. Bunun için de insan, işlediği ha¬yırlarından sevap, ve mahiyetlerinden günah ka¬zanıyor ve sorumlu tutuluyor.
Bu hususu iyics aydınlatmak için, Hz. Ali (R.A.)'nin «Kaza ve Kader» hakkındaki görüşle¬rini inceleyelim [196]:
Hz. Âli (R.A.) Sıffin savaşından dönünce, bir ihtiyar kalkıp, «Ya Ali! Bize haber ver- Şam seferine gitmemiz Allah'ın kaza ve kaderi ile mi¬dir?» diye sordu. İmam Ali: «Evet, tohumu yarıp canlandıran, insanı yaratan Allah'a yemin olsun ki, altığımız. İndiğimiz lıcr vadi, çıktığı¬mız her yokuş, Allnh'ın kaza ve kaderi iledir.» bu-yutunca; ihtiyar adam, «Bu halde, ben Allah'ın hiç sevap vereceğini ümit etmiyorum.» dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali, şöyle buyurdu: «Dur, ey ihtiyar! Allah sizin yürümenize de, geri dönüşünüz halinde, dönmenize de büyük ecir verir. Siz, hiç bir harekete zorlanmazsınız. Hiç bir şeyi yap¬maya da mecbur değilsiniz.» Bu sözleri işiten ih¬tiyarın, «O halde, kaza ve kader bizi nasıl sevke-diyor?» demesi üzerine Hz. Ali (R.A.) kızdı ve şun¬ları söyledi: «Yazıklar olsun sana! Sen, kaza ve kaderi, kendi ümitlerini ve hareketlerini ilzam eden bir kaza onları gerekli kılan bir kader mi zannettin? Hayır, öyle değildir. Eğer böyle olsay¬dı (yani, insan, kaza ve kaderin icabı olarak bir şeyi yapmak zorunda olsaydı); sevap, azap, va'd, vaîd, emir, nehiy, günahkârı kınamak ve iyilik yapanı övmek gibi hususlar batıl olurdu. Bu gö¬rüş ise; puta tapanların, şeytan ordularının söz¬leridir. Bunlar, bu ümmetin kadercileri ve mecu-sileridir. Şüphesiz ki Allah (C.C.), hayır olan şeyleri emreder, fenalıkları yasak eder, kolay ola¬nı teklif eder, zorla itaat ve zorla isyan ettirmez. Peygamberleri, halka, abes olarak göndermedi. Yerleri, gökleri ve ikisi arasındakilerini bâtıl ola¬rak yaratmadı.» İhtiyar adam «Buna göre, bizi yürüten kaza ve kader nedir?» diye sorunca, Hz. Ali, «Allah'ın emir ve hükmüdür. Bu ise, kulun kisb ve ihtiyarına bağlıdır.» buyurdu. [197]

Kaza Ve Kader Değişir Mi?

Resulü Ekrem (S.A.V.), bir gün, yıkılmaya yüz tutmuş olan bir binanın yanından geçerken aür'atle yürüyünce, kendilerine sorulan «Ya Re-sulallah, Allah'ın kazasından mı kaçıyorsun?» sualine, «Allah'ın kazasından, Allah'ın kaderine iltica ediyorum» diyerek cevap vermişlerdir.
Hz. Ömer (R.A.), Şam'a gittiğinde, orada ve¬ba hastalığı bulunduğunu İşitince, geri dönmüş¬tü. Bunun üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrah; «Ya Ömer, Allah'ın kazasından mı kaçıyorsun?» deyin-C3; Hz. Ömer, «Evet Allah'ın kazasından yine Al¬lah'ın kaderine kaçıyor ve iltica ediyorum.» ceva¬bını vermiştir.
Bunlardan anlaşılıyor ki; kader, kaza haline gelmedikçe, Allah tarafından değiştirilmesi umu¬lur.
Kur'an'ı Kerim'de; «Allah ne dilerse (onu yapar, bazısını) mahveder, (vücuda getirmez. Ba¬zısını da) vücuda getirtir. Ana kitap (Levh-i Mah¬fuz), O'nun nezdindedir.» [198] buyrulmuştur.
Bu âyet-i kerimede «değişmez» denilen şey; Levh-i Mahfuz, kader ve ezelî olan İlm-1 ilâhîdir. Değişen ve tağyire uğrayan ise, kazadır.
Peygamber Efendimiz, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurmuşlardır:
«Allah bir kavmi aziz, bir kavmi zelil kılar. Biri¬sinin menfaatini kaldırır, öbürününkini arttırır.» [199]
Hz. Ömer ise, imhası mümkün olan kazalar¬dan dolayı şöyle dua ederdi:
«Allahim!... Eğer ismimi şakı divanına yazmışsan ismimi oradan sil!... Eğer saidler divanına yazmışsan onu orada sabit kıl!... Zira sen; 'Allah ne dilerse mah¬veder veya vücuda getirir. Ana kitap, O'nun nezdin¬dedir.' buyurdun. Senin bu sözün haktır.» [200]
Bir gün, bir kimse Hz. Ömer'e (R.A.); Ya Kba Alniurrahniiiti! Bir kavini şarap içiyor, zina ediyor, hırsızlık ediyor ve bir de; 'Bizim yaptıkla¬rımızı Allah biliyor. Bizim için kurtuluş yoktur diyorlar ne dersiniz?» diye .sorunca Hz. Ömer, kızarak şu cevabı verdi: «Sühhanallahî.. Evet on-lamı yapacaklarım ve yaptıklarım Allah (C.C.) bilir. Fakat Allah'ın bilmesi onîan, o işlere zorla¬maz ki.»
Allah'ın İlmi, haberi ve iradesi, bir şeyin ol¬masını veya olmamasını gerektirerek failin kud¬retini kaldırmaz. Allah'ın bir şeyi haber vErmesî, o şey üzerine haberin mânâsının hükmüdür. Hü¬küm, hâkimin iradesine bağlıdır. İrade de, ilme tâbidir. İlim ise, malûma tâbidir. Malûm da, ya¬pılan ve failden çıkan fiillerdir. Bu fiiller, failden, ihtiyarı ile çıkmaktadır. Şu halde sevabı ve veba¬lı faile râcidir.
Bu mesele ile ilgili olarak; «Bütün kötülük¬ler ve bunlardan biri olan küfür de Allah'ın irade¬siyle olduğuna göre aynı zamanda, Allah'ın kaza¬sı ile tlc olması İnzınv.lir. Küfür ile Allah'ın kaza¬sı Ho olmuş oîtır. K nza ya nz:\ iso. vaciptir. Bu hal¬de, küfre do ifi.zı ohmmalı mitlır? Halbuki küfre rızatım küfür olduğu husufumla ittifak vardır.» sökündeki bir düşünceye verilecek eevap şudur:
Vacip olan, kazaya rızadır; kaza olunan şeye değil. Burada iki hal vardır:
1. Küfrün faili ve mucidi.
2. Küfrün mahalli.
Küfrün faili, mucidi ve yaratıcısı Allah'tır. Küfrü Allah yarattığı için kazadır ve bu kazaya rıza gerekir. «Allah niçin küfrü yarattı?» diye iti¬raz edilarnez. «Şeytanı, domuzu neye yarattı?» diye itiraz edilemez. Bunların hepsinde hikmet vardır.
Küfre mahal olmak, yani küfrü ihtiyarımızla kesbederek küfre girmek ise; kula racidir. Küfre mahal, yani kâfir olmaya rıza ise, küfürdür.
Şu halde; küfre rıza ile, küfrü Allah'ın yarat¬mış olduğuna rıza arasında fark vardır. [201]

İmam Âzamın Görüşü [202]

Dünya v-s ahiretteki her şey, Allah'ın dileme¬si, ilmi, kazası, kaderi ve Levh-i Mahfuz'a yazma¬sıyla, olur. Fakat, Levh-i Mahfuz'a yazılan, vasfe-dilerek yazılmıştır; hükümle değil. Yani Levh-i Mahfuz'a hayırlar, mahiyetler, itaatler, fiiller, ira¬deler, hasılı her şey vasıflarıyla yazılmıştır. Mü¬cerret, sebepsiz ve vasıfsız hüküm verilerek yazıl¬mamıştır.
Meselâ; «Ahmet, mü'min olsun ve hayır işle¬sin; Avram ise kâfir olsun ve şer işlesin» şeklinde, hükümlü olarak yazılmamıştır. Eğer böyle olsay¬dı; Ahmet mü'min olup hayır işlemeğe; Avram da kâfir olup şer istemeğe mecbur olurdu. O za¬man, ilâhî emir ve yasaklara lüzurı kalmazdı. Fakat, Levh-i Mahfuz'a yazılan yazı; vasıflıdır. Çünkü, Ahmet kendi irade ve ihtiya/ı ile kendi kudretini sarfederek mü'min olmadı ister. Allah Ahmet için imanı yaratır o da mü'mîn olur. Avram İse yine, kendi İrada ve İhtiyarı İle kâfir olmayı is¬ter, kudretini küfre sarfeder; Allah da, onun için küfrü yaratır. Levh-i Mahfuz'a da öyle yazılır. Böylece, kul üzerine bir zorlama olmaz.
Allah, hiç kimseyi küfür-lman, hayır-şer üze¬re cebretmez. Yani onların kalbinde İman veya küfrü, amellerinde de hayır veya şerri zorla yarat¬maz. Ancak kulun, ihtiyarını, rızasını, muhabbe¬tini ve kudretini sarfetmesi ile yaratır. [203]

[39] El-Bakara Sûresi, âyet. 146.
[40] En-Neml Sûresi, âyet. 13-14.
[41] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 55-60.
[42] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 61.
[43] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 61.
[44] Buharl, 2/37; Müslim, J/l; Ebu Davıtd, 39/15: Tirmizi 38/4; Nesât 5/1; İbnü Aİace. Mukaddime. /9; Mümed. J/27.
[45] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 61-62.
[46] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 62-63.
[47] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 63.
[48] Et-Tcvbe Sûresi, âyet. 84.
[49] El-Bakara Sûresi, âyet. 8.
[50] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 63-65.
[51] El-Bakara Sûresi, âyet. 143.
[52] Müslim. J/100; Buuhart 46/36; Ebu Davud. 39/15; Tir-mizl 38/11; Nesâl 45/48; İbnil Mace. 36/3; Müsned. 2/243.
[53] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 65-66.
[54] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 66-67.
[55] En-Nahi Sûresi, âyet. 106.
[56] Buharl. 2/17; Müslim, 1/32; Ebu Davud. 15/95; Tir-mizû 38/1; Nesâî. 25/1; lbnil Mace, Mukaddime; ned, 2/50.
[57] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 67-68.
[58] El-Mücadile Sûresi, ayet. 22.
[59] El-Hucurat Sûresi, âyet. 14.
[60] Ibnü Mace. 34/2.
[61] Buharı 24/1; Müslim, 1/158; Ebu Davud. 9/1; Tirmizi. 44/88; Ibnü Mace. 36/1
[62] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 68-69.
[63] Et-Bakara Sûresi, âyet. 277.
[64] Taha Sûresi, âyet. 112.
[65] El-Hucurat Sûresi, âyet. 9.
[66] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 69-70.
[67] El-Enfal Sûresi, âyet. 2.
[68] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 70-71.
[69] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 71-72.
[70] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 72.
[71] El-Enfal Sûresi, âyet. 4.
[72] El-Hucurat Sûresi, âyet. 15.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 72-73.
[73] El-İsra Sûresi, âyet. 15.
[74] El-En'am Sûresi, âyet. 76-78.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 73-74.
[75] Ebu Davud. 39/15.
[76] Buharî. 2/37; Müslim. 1/1.
[77] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 74-77.
[78] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 77-78.
[79] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 78.
[80] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 79-81.
[81] Yasin Sûresi, âyet. 82.
[82] Es-Saffat Sûresi, âyet. 96.
[83] Ez-Zümer Sûresi, âyet. 7.
[84] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 81-83.
[85] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 83.
[86] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 83.
[87] Saadeddin Teftazanî. Şerhü'l-Mekasıd. C. II, îst. 1305. s. 111.
[88] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 84.
[89] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 84.
[90] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 84.
[91] El-A'raf Süresi, ayet. 143.
[92] Teftazanî. a.g.c, C. II, s. 111-114; Seyyid Şerif Cür-canî, Şerhü'LMevakıf. C. II, İst. 1331, s. 368, 370.
[93] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 85-86.
[94] Hızır Bey,Ntmiyye, İst., 1291, Beyit. 28.
[95] Ebu'l-Hasen Siracüddin b. Osman, Bed'u'UEmall. 1010, Beyit, 20-21.
[96] Aliyyülkarî, Şerhül-Eman. İst. 1010. s. 14.
[97] İbnü'ULekkanî, Ccvhcrctü't - Tevhıd Haşiyesi.
[98] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 86-87.
[99] El-Kıyame Sûresi, âyet. 22-23.
[100] Buharî. 9/15; Müslim. 5/37; Ebû Davud. 34/20; Tİr-mizi, 36/15; İbnü Macc, Mukaddime.
[101] Teftazanî, a.g.c-, C. I., s. 116.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 87-88.
[102] Cürcanî, a.g.e., C. II, s. 368.
[103] Ramazan Efendi, a.g.e.. S. 179.
[104] Harputî. a.g.e., s. 280.
[105] îbnü-1-Bezzazi'I-Kerderî, Fetevayt Bezzaziye. C. III, Mısır, 1310, s. 356-357.
[106] EI-Hac Recep b. Ahmed El-Vesiletü'LAhmedİyye Ve'z-Zeriatü's-Sermadiyyc Fî Şerhit Tarikati'UMu-hammediyye C. I, îst. 1326, s. 214-216.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 88-90.
[107] Cürcanî, a.g.e., C. II, s. 368.
[108] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 90.
[109] Taftazanî Şerhü'l-Akaid. îst., 1308, s. 120; Teftazanî. Çerhü'l-Mekastd. s. 123.
[110] Îbrahimü'l-Beycurî, Ttıhfetü'l-Mürid Alâ Cevhereti't Tevhİd. îst, 1326, s. 61-62.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları:91.
[111] Ramazan Efendi Şerhü'UAkaid Haşiyesi, îst. 1308. s. 178-179; Abdüliatif Harputî, Tenkihu't-Kelâm Fi Akaidi Ehli'l-tslâm. İst., 1327. s. 279.
[112] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 92.
[113] Müslim. C. I, s. 158.
[114] Et-Tekvir Sûresi, âyet. 23.
[115] En'am Sûresi, ayet. 103.
[116] Eş-Şûra Süresi, âvet. 51.
[117] Müslim. C. II, s. 159.
[118] Buhari C. VI. s. 50; Müslim. C. I. s. 161.
[119] Aliyyülkarî, Şerhü'ş-Şİfa. C. 1, ist. 1307, s. 418.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 92-94.
[120] Ez-Zümer Sûresi, âyet. 62.
[121] Es-Saffat Sûresi âyet. 96.
[122] El-Vakıa Süresi, âyet. 24.
[123] Kehf Sûresi âyet. 29.
[124] Ez-Zümer Sûresi, âyet. 7.
[125] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 94-96.
[126] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 96.
[127] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 96.
[128] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 96.
[129] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 97.
[130] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 97.
[131] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 97.
[132] Harputî, a.g.e., s. 296.
[133] A.g.e., s. 296.
[134] Bunu, Allah'ın iradesi olan «Irade-İ Külliye» ile karıştırmamalıdır.
[135] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 97.
[136] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 100.
[137] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 100.
[138] El-Bakara Sûresi. Ayet. 286.
[139] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 100-102.
[140] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 102-103.
[141] Al-i İmran Sûresi, âyet. 97. 104.
[142] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 103-105.
[143] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 105.
[144] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 105-106.
[145] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 106.
[146] El-Enbiya Süresi, âyet. 27.
[147] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 107-110.
[148] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 111-114.
[149] El-Mü'mİn Sûresi, âyet. 78.
[150] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 115-120.
[151] Muhammed (SA.S.) Sûresi âyet. 19.
[152] El-Müddcssir Sûresi, âyet. 48.
[153] Ebu Davud. 34/23; Tirmiıl 35/11; îbnil Mace. 37/37.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 120-121.
[154] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 121.
[155] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 121-122.
[156] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 122.
[157] Buharl 62/6. Müslim. 44/54; Ebu Davud. 34/11; Tirmizî. 46/58.
[158] Tirmizî. 46/58.
[159] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 122-123.
[160] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 123.
[161] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 125-127.
[162] El-Mülk Sûresi ayet. 2.
[163] El-A'raf Sûresi, âyet. 34.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 127.
[164] Kabirde Ölüye Rabbi, Dini ve Peygamberi hakkında meleklerin sorduğu sorular.
[165] El-Mü'min Sûresi, âyet. 46.
[166] Buhari 4/55; Müslim. 2/34; Ebu Davtıd. 1/11; Tirmizi 1/53; Nesâl 1/26; îbnü Mace. 1/26.
[167] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 128-129.
[168] El-Mü'min Sûresi, âyet. 16.
[169] El-A'raf Sûresi, âyet. 8.
[170] El-îsra Sûresi, âyet. 13.
[171] El-Haakka Sûresi, âyet. 19-20, 25.
[172] El-İnşikak Sûresi, âyet. 8, 10-12.
[173] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 129-130.
[174] El-Kevscr Sûresi, âyet. I.
[175] Buhari 81/52; Müslim. 43/9; Tirmizî 35/15; Mace, 37/36.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 130.
[176] Buhari 97/24; Müslim. 1/81; Tirmizî 36/20.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 131.
[177] El- Bakara Sûresi, âyet. 35; Et-A'raf Sûresi. Ayet. 19.
[178] Ali İmran Sûresi âyet. 113.
[179] El-Hadid Sûresi, âyet, 21.
[180] El-Bakara Sûresi, âyet. 24.
[181] En-Nisa Sûresi, âyet. 122.
[182] En-Nisa Sûresi, âyet. 169.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 131-132.
[183] Et-Tevbe Sûresi, âyet. 72.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 132.
[184] Nesâî. 21/78.
[185] El-Müminun Sûresİ. âyet. 60.
[186] Tirmizî.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 132-133.
[187] Îbnü'l-F.sîr, a.g.e., (Ebu Abbas Zeynü'd-Din Ahmed b. Ahmcd b. Abdüllatif F.z-Zcbîdî, Ei-Tecridü's-Sarih Ter-cemesi. C. XII. s. 241-242'den naklen)
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 135-138.
[188] Cürcanî, a.g.e., C. III, s. 313.
[189] Fussilet Sûresi: âyet. 17.
[190] Fussilet Sûresi, âyet 10.
[191] El-İsra Süresi. âyet. 23.
[192] El-Vakıa Sûresi, âyet. 60.
[193] El-İsra Sûresi, âyet. 4.
[194] El-Hicr Sûresi, âyet. 60.
Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 139.
[195] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 140.
[196] Cürcanî, a.g.c., C. III, s. 313; Tcftazant, a.g.c, C.II, s. 143; Harputî, a.g.e., s. 305.
[197] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 140-144.
[198] Er-Ra'd Süresi. âyet. 39.
[199] Zcbidî, a.g.e.f C. VI, s. 224-225.
[200] Süleyman Vehbi Efendi, Mecmialül-Maarif. Konya, 1327, s. 123 .
[201] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 144-147.
[202] Ebu'l-Münteha, El-Fıkhü't-Ekber ve Şerhi. İst. 1308.
[203] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 147-148.
[204] Yunus Sûresi, ayet. 62-64.
[205] Fahruddin Er-Razi, Tefsirü Kebir. C.V. s. 682; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili. C. IV, s. 2730.
[206] Et Bakara Sûresi, âyet. 257.
[207] El-A'raf Sûresi âyet. 196.
[208] El-Maide Sûresi, âyet. 55.
[209] Teftazanî, Şerhü'l-MekasuL C. II, s. 203.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Ömer Nesefi Akaid ders-2 İman ve Şartları
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
buharalıbilvanisli.com :: Fıkıh Kaynakları :: Akaid Kaynakları-
Buraya geçin: