Zât-ı İlâhî, denilince, “Cenâb-ı Hakk’ın, varlığı vacip, kadim ve baki olup, bütün sıfatları, fiilleri, isimleri sonsuz kemalde bulunan ve her türlü noksanlıktan münezzeh bulunan Zâtı” anlaşılır. Allah’ın bir sıfatı da, sonradan yaratılan hiçbir şeye benzememesi, onlara muhalif olmasıdır. İnsan ise gördüklerinin, işittiklerinin, bildiklerinin ve hayal ettiklerinin ötesine çıkacak güce sahip değildir. Onun için, Allah’ın zatı üzerinde düşünmek şirk kabul edilmiştir.
Akıl neyi anlarsa, hâfıza neyi alır, hayal neye ulaşırsa, bütün bunlar tıpkı, gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı varlıklar gibi birer mahlûk olurlar. Bu âletlerin hepsi yaratılmıştır. Elbette, bu terazilerin tartabildikleri de ancak mahlûk olabilir, Hâlık olamaz.
Ne göz her varlığı görür, ne kulak her sesi işitir, ne de akıl her şeyi anlar. İnsan aklı, henüz kendi mahiyetinin cahili, asıl bir mahlûk olduğunu hakkıyla anlamaktan âciz. Bu hâliyle kalkıyor, zât-ı ilâhiyi anlamaya, bu mukaddes sahada tahminler yürütmeye zorlanıyor.
Aslında aklın kendi mahiyetini bilmemesi insan için büyük bir irşad kapısı, büyük bir hidayet vesilesidir. “Henüz kendini lâyıkınca bilmeyen bir âletin öncülüğüne fazla güvenilmez” diye bir ikaz işaretidir.
Hiçbir akıl kendi mahiyetini bilemez ve yine hiçbir akıl kendi varlığından şüphe etmez. Bu, İlâhi hikmetin bir şifresidir. İnsan bu şifreyi çözerse, ne bu âlemin bir sahibi olduğundan şüphe eder, ne de O’nun kudsî zâtını anlamaya zorlanır.
alıntı