buharalıbilvanisli.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

buharalıbilvanisli.com

Sofilerin Buluşma Noktası Buhara
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
buharalıbilvanisli.com Son Konular
KonuYazanGönderme Tarihi
Salı Şub. 08, 2011 11:13 am
Cuma Ocak 28, 2011 9:56 am
Salı Ocak 11, 2011 10:43 pm
Salı Ocak 11, 2011 10:41 pm
Çarş. Ocak 05, 2011 8:01 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:57 am
Çarş. Ocak 05, 2011 7:40 am
Salı Ocak 04, 2011 6:58 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 6:32 pm
Salı Ocak 04, 2011 9:37 am
Ptsi Ocak 03, 2011 7:15 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 7:02 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:55 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:43 pm
Ptsi Ocak 03, 2011 6:27 pm
Perş. Ara. 30, 2010 10:23 am
Perş. Ara. 30, 2010 8:27 am
Paz Ara. 26, 2010 2:53 pm
Paz Ara. 26, 2010 2:43 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:11 pm
Cuma Ara. 24, 2010 1:34 pm
Cuma Ara. 24, 2010 8:50 am
Perş. Ara. 23, 2010 1:19 pm
Perş. Ara. 23, 2010 8:12 am

 

 37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
gespenst

gespenst


Mesaj Sayısı : 588
Kayıt tarihi : 24/06/10
Nerden : ANKARA

37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Empty
MesajKonu: 37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI   37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Icon_minitimeCuma Haz. 25, 2010 7:32 am



HABBAB BİN ERET'İN MÜSLÜMAN OLMASI

Habbab bin Eret, Ümmü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının azadlı kölesi idi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görüşür ve konuşurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü'l-Erkam'a yerleşmediği bir sırada gelip Müslüman oldu.
O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hazret-i Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâmla şereflendiğini kahramanca ilân ve izhar etti.
Kureyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca onu da eziyet ve işkencelere tabi tuttular. Ümmü Anmar hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hazret-i Habbab, geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gönlü îmân ateşiyle çoktan tutuşmuştu.
Bir gün çıkıp Resûlullahın huzuruna geldi. Ümmü Anmar'dan ve başının ızdırabından şikâyet etti.
Peygamber Efendimiz:
"Ya Rab! Habbab'a yardım et!" diye duâ etti.
Bu duânın hemen akabinde Ümmü Anmar şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.



Hz. Habbab Ateş Alevi İçinde

Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Habbab'ın gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar.203
Seneler sonraydı... Hz. Ömer, İslâmın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri ezâ ve cefâyı kastederek:
"Yeryüzünde şu meclise bundan daha layık ve müstehak olan, sadece bir tek adam vardır," diye konuştu.
Hz. Habbab merak edip,
"Yâ Emire'l-Mü'minîn! Kimdir o?" diye sordu.
Hz. Ömer,
"Bilâl'dir" diye cevap verdi.
Hz. Habbab,
"Yâ Emîre'l-Mü'minîn! O benim kadar işkence çekmemişti. Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl'i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da" dedikten sonra müşrikler tarafından ateş içine yatırılmasını şöyle anlatmıştı:
"Birgün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırt üstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!"
Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından sırtı alaca olmuştu.



Peygamberimize Başvurması

Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îmân ve İslâmiyetinden zerre kadar ta'viz vermiyor, Allah ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu.
O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda değildi. Maruz kaldığı ezâ ve cefâlardan dolayı Resûlullaha başvurmaktan başka elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna çıkarak,
"Ya Resûlallah! Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah'a duâ etmez misin?" dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi:
"Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup, kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Testere ile tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi.
Allah, elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San'a'dan Hadramut'a kadar tek başına giden bir kimse, Allah'tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiç bir endişe duymayacaktır.
Fakat siz acele ediyorsunuz."204



As bin Vail'e Verdiği Cevap

Hz. Habbab'ın azılı müşriklerden As b. Vâil'den mühimce bir alacağı vardı. Birgün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik,
"Muhammed'i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim" dedi.
Hz. Habbab,
"Ben herşeyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem" diye cevap verdi.
Bunun üzerine As bin Vâil,
"Ben, öldükten sonra dirilecek miyim?
Eğer böyle birşey olacaksa, sabret. Diriltilip, malıma ve evlâdıma tekrar kavuştuğum o gün sana olan borcumu öderim"205 diye küstahça konuştu.
As bin Vâil'in bu sözleri üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
"Şimdi şu âyetlerimizi ve 'Elbette bana mal ve evlad verilecektir!' diyen adamı gördün mü?"
O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmânın huzurunda bir söz mü almış?
Hayır, öyle değil, biz onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız.
Ve o söylediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir." 206
Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur'ân-ı Kerimi okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu.
Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kızkardeşinin evine hışımla girdiği zaman da yine bu fedakâr Sahabî onlara yeni inen âyetleri okuyor ve öğretiyordu.

203. İbni Sa'd, Tabakât: 3/165
204. Buharî: 4/238-239
205. İbni Sa'd, Tabakât 3/164-165
206. Meryem Sûresi, 77-80

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
gespenst

gespenst


Mesaj Sayısı : 588
Kayıt tarihi : 24/06/10
Nerden : ANKARA

37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Empty
MesajKonu: Geri: 37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI   37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Icon_minitimeCuma Haz. 25, 2010 7:32 am




38 - PEYGAMBERLİĞİN İLÂNI VE DÂVETİN BİRİNCİ SAFHASI

Bütün insanlığa hitap edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din, elbette gizli kalamazdı. Madem, insanlığı maddî manevî huzura kavuşturmak için bu din gönderiliyordu. Öyle ise açıktan açığa insanlara bildirilmesi ve tebliğ edilmesi zaruri idi.
Cenâb-ı Hak, kâinatta her şeyi tedric kanununa bağlamıştır. Bu kanuna riâyet ve itâat etmeyenlerin zamandan alacakları cevap hiç şüphesiz muvaffakiyetsizlik olacaktır.
Resûlullah Efendimiz de, Allah'tan aldığı talimât üzere bu kanuna riâyet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslâmiyeti açıktan açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arzediyordu.
Bu hareketiyle onun İslâma muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslâm safında yer almış ve davasına güç vermişti.
Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devamında bir maslahat kalmamıştı. Zira, Kureyşli müşrikler tarafından her şey az çok duyulmuştu ve üstelik İslâm davası bir çok kimseyle bir derece güç kazanmıştı. Buna binâen mukaddes İslâm davasını açıklamanın ve tevhid hakikatlarını bütün âleme duyurmanın zamanı artık gelmişti.



Yakın Akrabaları Dâvet

Halkı, İslâma açıktan davete, nereden başlayacağı Resûl-i Ekreme bizzat Cenâb-ı Hak tarafından vahiy ile bildirildi:
"Önce en yakın akrabâlarını azaptan sakındır." 207
Resûl-i Ekrem, bu işe girişmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu sebeple bir müddet evinden çıkmadı. Bu esnada birgün Hz. Ali'yi yanına çağırarak şöyle dedi:
"Yâ Ali, Cenâb-ı Hakkın, yakın akrabamı azabla korkutmamı emir buyurması, bana çok güçlük verdi.
Ben iyi biliyorum ki, ne zaman onlara bu işi açmaya kalksam; onların beni, hoşlanmadığım birşeyle ithama kalkışacaklarını göreceğim."
Görülüyor ki, Resûlullah Efendimiz, dâvâsını açıktan açığa akrabalarına anlatmaya kalkıştığı takdirde onların ithâmlarına maruz kalacağı edişesini taşıyordu. Bunun için de bir müddet evine kapanıp, düşünmeyi uygun görüyordu. Hatta onun uzun müddet evinden çıkmadığını gören, başta Hz. Safiyye ile diğer halaları, durumunu öğrenmek için ziyâretine geldiler. Efendimiz onlara,
"Benim hiçbir şeyden şikâyetim yok. Rahatsız falan değilim. Fakat Allah, bana yakın akrabamı, azabla korkutmamı emretti. Abdülmuttaliboğullarını toplayıp, onları Allah'a îmâna davet etmek istiyorum" dedi.
Halaları,
"Dâvet et, ama sakın, onlardan Ebû Leheb'i dâvet edeyim deme. Çünkü o, senin dâvetine asla icabet etmez" diye konuştular. Sonra da,
"Biz nihâyet kadınız" diyerek Resûlullahın yanından ayrıldılar.
Dâvâsını açıklama emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ali'ye şu emri verdi:
"Bize sadece bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur. Sonra da Abdülmuttaliboğullarını topla, onlarla konuşacağım. Emrolunduğum şeyi onlara bildireceğim."
Hazret-i Ali, emri derhal yerine getirdi.
Sabah olunca, Ebû Talib'in evinde, dâvet edilmeyen Ebû Leheb de dahil, bütün amcaları ile birlikte ikisi kadın kırk beş kişi toplandı.



Bir Mû'cize

Kapta bulunan et bir kişilikti. Sadece bir insanı doyuracak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı.
Resûl-i Ekrem, eti parçaladı ve ziyâfette bulunanlara,
"Bismillah, buyurun" dedi.
İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Bir de ne görsünler, çok az eksilmiş haliyle et yine yerinde duruyor. Hayrette kaldılar.
Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gördüler. Şaşırdılar!
Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben şöyle dedi:
"Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik. Arkadaşınız sizi büyük bir büyü ile büyüledi." Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve topluluğu dağıtmak için ileri geri konuştu.
Peygamber Efendimiz, konuşmaya fırsat bulamadan davettekiler dağıldılar.
Resûl-i Ekrem, neticesiz kalan bu ziyafetten sonra, ikinci bir ziyafet daha tertipleyerek yine Hazret-i Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir araya topladı. Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve şöyle bir giriş yaptı:
"Hamd yalnız Allah'a mahsustur. Ben de Ona hamdederim. Yardımı ancak Ondan isterim. Ona inanır, Ona dayanırım. Şeksiz şüphesiz bilmekle beraber size de bildiririm ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur."
Sonra da maksadını şöyle açıkladı:
"Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip âilesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!) yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam.
Sizi Ondan başka ilâh olmayan Allah'a îmâna dâvet ediyorum. Ben de Onun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanlığa, gönderdiği Peygamberiyim."
Maksadını böylece hülâsa eden Resûl-i Ekrem Efendimiz sözlerine şöyle devam etti:
"Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bu da, ya devamlı Cennette veya temelli Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler sizlersiniz."208
Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince, Ebû Talib ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"Sana, severek ve candan yardım edeceğiz. Öğütlerini benimsedik ve kabullendik. Sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar senin atanın oğullarıdır. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, onlardan koşacak olanların and olsun ki en çabuğu da benden başkası değildir.
Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an dahi geri durmayacağım. Nefsimi Abdülmuttalib'in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım. Artık, ben onun öldüğü dinde öleceğim."
Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin hoşlanmayacağı hiçbir şey söylemediler. Sadece biri müstesna: İslâm dâvâsının başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb. Ortaya atıldı ve şöyle dedi:
"Ey Abdülmüttaliboğulları, bu vallahi bir kötülüktür. Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz onun ellerini tutup bundan vazgeçirin. Eğer, siz bugün ona itâat edecek olursanız, zillet ve hakarete uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkışırsanız, öldürülürsünüz."
İslâmın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman halası Hz. Safiyye'den geldi:
"Ey kardeşim! Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yaraşır mı? Vallahi, bugün yaşayan âlimler, Abdülmüttalib'in neslinden bir peygamberin çıkacağını haber veriyorlar. İşte o peygamber budur" dedi.
Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahça şu karşılığı verdi:
"And olsun ki, bu boşuna bir umuttur. Zaten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı ve köstek mesabesindedir. Kureyş âileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi, biz onların yanında yutulacak bir lokma gibiyiz."
Ebû Leheb'in bu konuşmasından Ebû Talib fazlasıyla rahatsız oldu:
"Ey korkak," dedi, "vallahi biz sağ oldukça, ona yardım edeceğiz ve onu koruyacağız."
Sonra da Resûl-i Ekrem Efendimize dönerek,
"Ey kardeşim oğlu! Dâvet etmek istediğin zaman bilelim; silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız."209
O âna kadar sadece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa kalkarak şöyle bir konuşma yaptı:
"Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde benim size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum. "Ben, sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki; o da: "Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve eşhedü enne Muhammede'n-Resûlullah [Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in, Onun resûlü olduğuna şehadet ederim] demenizdir."
Sonra da,
"O halde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek, vezirim ve yardımcım olur?"210 diye sordu.
Kimseden ses çıkmadı. Bütün başlar öne eğildi. Gözler, Peygamberimize bakacak takatı kendilerinde bulamıyorlardı. Sadece biri vardı, Resûlullahın mübârek gözlerine dikkatle bakan. Bu, henüz 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat, Peygamberimiz ona,
"Sen otur" dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de cevap sadece Hz. Ali'den geldi:
"Yâ Resûlallah! Sana, ben yardımcı olurum. Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de." 211
Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı gülümsedi: Sonra da hâdiseyi ciddiye almadan toplantıyı terk ettiler.
Hz. Ali'nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebiyy-i Muhterem Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi alamamaktan dolayı ise ne üzüldü ve ne de ye'se kapıldı. Zira, vazifesinin sadece hak ve hakikatı tebliğ etmek olduğunu biliyordu. Hidâyeti ise ancak Cenâb-ı Hak verebilirdi.

207. Şuâra Sûresi, 214
208. Taberî, Tarih: 2/217; İbni Kesîr, Sîre: 1/457-459
209. Halebî, İnsanü'l-Uyûn: 1/285
210. Taberî, Tarih: 2/217; İbni Kesîr, Sîre: 1/459
211. Taberî, Tarih: 2/217; İbni Kesîr, Sîre: 1/459
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
gespenst

gespenst


Mesaj Sayısı : 588
Kayıt tarihi : 24/06/10
Nerden : ANKARA

37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Empty
MesajKonu: Geri: 37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI   37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Icon_minitimeCuma Haz. 25, 2010 7:33 am



39 - DÂVETİN İKİNCİ SAFHASI: MEKKELİLERE SAFÂ TEPESİNDEN İLK HİTAP

Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan îmân ve İslâma davet, inanmış ruhları sevinci ile okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönülleri ise telaşa sevkediyordu.
"Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir." 212
İlâhî fermanı gelince Fahr-i Kâinat, âdeta yerinde duramaz hale gelmişti. Hemşehrilerine maddî, manevî saâdetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu.
Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ Tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslâm dinini ilân etti.213
Safâ Tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Rasûlü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile:
"Yâ Sabâhâh! [Ey Kureyş topluluğu, buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var!]" diye seslendi.
Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlike ile karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?
Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ Tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen "Muhammedü'l-Emîn" dedikleri zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?
Merakla,
"Ey Muhammed! Bizi buraya niçin topladın? Neyi haber vereceksin?" diye sordular.
Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pür dikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delilerle dolu şu beliğ hitabeyi irad etti:
"Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz; düşmanı görünce âilesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp âilesine zarar vermesinden korkarak, "Yâ sabahâh!" diye haykıran bir adamın benzeri gibidir.
Ey Kureyş topluluğu! Size bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var. Sabaha veya akşama, üzerinize hücûm edeceklerini söyleyecek olursam, bana inanır mısınız?"
O âna kadar "Muhammedü'l-Emîn" dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatın dışında hiç bir şey duymadıkları Resûl-i Ekreme hep bir ağızdan,
"Evet," dediler, "biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalan ile itham edilmiş bir insan değilsin."
Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana, 'En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut' emrini verdi. Sizi 'Allah bir, Ondan başka İlâh yok' demeye davet ediyorum."Ben de Onun kulu ve resûlüyüm. Eğer, dediklerimi kabul ederseniz, Cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki; siz 'Allah bir, Ondan başka ilâh yok' demedikçe, size ben ne dünyada, ne de âhirette bir faide temin edemem."214
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin akıl, kalb ve ruhlara hitap eden konuşması karşısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak,
"Helâk olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?" diye âdice bağırdı.
Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sadece fısıltı halindeki konuşmalarıyla dağıldılar.
Bu hareketleriye Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı haketmiş oluyordu. Resûlullaha olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mal oldu. Çünkü, Cenâb-ı Hak, inzâl buyurduğu Tebbet Sûresiyle korkunç âkıbetini şöyle haber veriyordu:
"Kahrolsun Ebû Leheb! Zâten kahrolup gitti. Ne malı, ne de kazandıkları ona fayda vermedi. Yakında alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı olarak beraber girecek. Boynunda ise bükülmüş bir ip olacak." (Leheb: 111/1-5)
Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah nûrunu tamamlayacaktı.
Bu sebeple de, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin hareketlerden asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli ve vakarlı bir şekilde devam ediyordu.



Peygamber Efendimize Revâ Görülen Eziyet Ve Hakaretler

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safâ Tepesinde açıktan açığa peygamberliğini ilân ettikten ve halkı İslâma davette bulunduktan sonra Kureyşli müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat artırdılar.
Peygamber Efendimiz, onları "Tevhid"e çağırıyordu. Onlarsa, "Atalarımızın dini" dedikleri putperestlikte ve şirkte direniyorlardı.
Efendimiz, onları fazilete, dünya ve âhiret saâdetine dâvet ediyordu. Onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saâdetten uzak durmaya çalışıyorlardı.
Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kudsiyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu. Onlar, insanın şeref ve haysiyetini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler içinde, günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı.
Resûl-i Ekrem, onlar için ebedî saâdet, bekâ, likâ, Cennet istiyor ve onları bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya dâvet ediyordu. Onlar ise, kendilerini ebedî şekâvete, Cehenneme götürecek davranışların içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.
Hazret-i Resûlullah, dâveti ile, onları esfel-i safilîne düşmekten, kıymetsizlikten ve fâidesizlikten kurtarıp alâyı illiyyîne, kıymete, bekâya, ulvi vazifeleri yapabilme makamına çıkarmak istiyordu. Onlarsa tam tersine, kıymetsizlikler içinde yuvarlanmaya, esfel-i sâfilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı.
Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahr-i Alem Efendimizin, dâvetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki bütün imkânlarla, onu tesirsiz hale getirmeye; sebat ve metanetini, cesaret ve gayretini kırmaya çalışacaklardı. Bunun için de, türlü türlü işkencelere, eziyetlere, hakaret ve su-i kastlara teşebbüs edeceklerdi.
Şüphesiz bu durum, sadece Peygamber Efendimize mahsus değildi. Her peygamber, kendi zamanında, gönderildiği kavmi ve ümmeti tarafından nâhoş karşılanmış, hakîr görülmüş, eziyet ve işkencelere tâbi tutulmuştur. Bu ortak özellikleri yanında, bütün peygamberlerin diğer bir müşterek vasıfları da bütün bu eziyet, hakaret, işkence ve sû-i kastlara rağmen, davalarını anlatmaktan geri durmamaları, inançlarından asla taviz vermemeleri; aksine eziyet ve işkencelerin artması nisbetinde me'mur bulundukları hakikatları duyurmaya daha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyetle çalışmış olmalarıdır.
Fahr-i Âlem Efendimize, hakaret ve eziyet edenlerin başında Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil geliyordu. Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takip ediyor ve halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu.
Birgün Hazret-i Resûlullah, Ukaz Panayırında halkı Allah'ın birliğine îmâna ve peygamberliğini tasdike davet edip:
"Ey ahali, 'Lâilâhe illallah' deyin, kendinizi kurtarın" diyordu. Peşi sıra gelen Ebû Leheb ise halka,
"Ey ahalî! Bu yeğenimdir, yalan söylüyor, ondan uzak durun"215 diye sesleniyordu.
Bu, ibret dolu bir tablodur: Yeğen Allah'a îmâna ve saâdete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halkı onu dinlememeye çağırıyor!
Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu. Birgün, komşusu olan Peygamber Efendimizin kapısına pislik ve kokmuş şeyler atmıştı. O sırada Hazret-i Hamza, henüz îmân etmemiş olmasına rağmen, yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb'in başına dökmüştü.
Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sadece;
"Ey Abd-i Menâfoğulları! Bu nasıl komşuluk" diyerek sitem ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp atıyordu.
Kur'ân'ın, Cehennemde cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, bâzan de, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve huzursuz etmek için taşa tutuyordu.
Ebû Leheb, Resûl-i Kibriyâya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemiyordu. Birgün, oğlu Uteybe'ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Uteybe, Peygamberimizin yanına vardı. O sırada Efendimiz Necm Sûresini okuyordu. Bunu duyan Uteybe,
"Necmin Rabbına andolsun ki, ben senin peygamberliğini inkâr ediyorum" dedi ve küstahça Kâinatın Efendisine doğru tükürdü.
Resûl-i Ekrem, bu çirkin harekete sadece şu bedduâ ile cevap verdi:
"Yâ Rab, ona bir itini musallat et."
Resûl-i Ekrem Efendimizin, ne duâsı ve ne de bedduâsı Allah tarafından karşılıksız bırakılmıyordu. Uteybe'ye yaptığı bu bedduâ da bir müddet sonra gerçekleşti. Yemen tarafında Havran denilen yerde arkadaşları arasında uyurken, bir arslan gelip kendisini parçaladı!
Duâlarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mûcizelerinin bir bölümünü teşkil eder.
Ümmü Cemil, İslâm dâvâsının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû Leheb'in karısı idi. Kur'ân'ın tabiriyle "Cehennem oduncusu" bu kadın, İslâm daveti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve âdetâ bu davranışından zevk alıyordu.
Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Safâ Tepesinde ilk olarak, Kureyş'e açıktan İlâhî davette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Peygamberimize çıkışmış, hatta hakaret etmiş, "Helâk olasıca, bizi bunun için mi buraya çağırdın" demek küstahlığında bulunmuş ve Efendimize doğru, yerden kaldırdığı bir taşı savurmuştu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Tebbet Sûresini inzal buyurmuştu. Sûre, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve âkibetlerini mevzu ediyordu.
Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş alarak Mescid-i Harama geldi. Peygamber Efendimiz, sadık dostu Hazret-i Ebû Bekir ile orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hazreti-i Ebû Bekir'i gördü fakat yanında oturan Kâinatın Efendisini fark edemedi, Hz. Ebû Bekir'e şöyle dedi:
"Ey Ebû Bekir! Arkadaşın nerede? Ben işittim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım" dedi.
Ebû Bekir'i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dönüyordu.216
Elbette göremezdi! Allah'ın hıfz ve inâyeti altında bulunan Sultan-ı Levlaki görmek, bir Cehennem oduncusunun haddine mi düşmüştü?
Buna benzer bir hâdise de Ebû Cehil'in başına geldi. Birgün kabilesine şöyle söz verdi:
"Vallahi, secdede Muhammed'i görürsem, başını bu taşla ezeceğim!"
Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûl-i Ekrem secdedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi. Tâ Kâinatın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar. Namaz bitince Ebû Cehil'in eli çözüldü.217 Çünkü, artık ihtiyaç kalmamıştı.
Herşeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün,
"Vallahi, Muhammed'i secdede görürsem, boynuna basacak ve boynunu yerlere sürteceğim" diye yemin etti.
Tam o sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz çıka geldi. İbn-i Abbas, durumu kendilerine arzedince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi beklemeden, aceleyle duvardan aşıp Mescid-i Haram'ın içine girdi. Alâk Sûresini sonuna kadar okudu ve secdeye vardı.
Etrafta bulunanlar Ebû Cehil'e,
"Ey Ebû Cehil, işte Muhammed!" diye seslendiler.
Ebû Cehil'in Resûl-i Ekreme doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu.
Seyredenler şaşkınlık içinde,
"Ne oldu, neden döndün?" diye sordular.
Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir edâ içinde:
"Benim gördüğümü, siz görmüyor musunuz?" diye cevap verdi ve arkasından ilâve etti:
"Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı."218
Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve suikast teşebbüsleri karşısında, Cenâb-ı Hak da, Sevgili Resûlünü işte böylesine koruyor ve himâye ediyordu!
Kureyş müşriklerinin, Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve sû-i kastları çeşitli sûretlerde oluyordu.
Resûl-i Ekrem, birgün Kâbe'de huşû içinde namazını edâ etmekte idi. Müşriklerden bir grub da Kâbe civarında toplanmış konuşuyorlardı. İçlerinde, Ebû Cehil de vardı. Ortaya fırlayarak topluluğa,
"Hanginiz gidip filancalarda bugün boğazlanan devenin işkembesini ve döl eşini olduğu gibi kanlı kanlı getirip, secdede iken onun üzerine koyar?" diye seslendi.
Gözü dönmüşlerden biri olan Ukbe bin Ebî Muayt, ortaya atıldı.
"Ben yaparım" dedi ve oradan ayrıldı. Az sonra, ruhu kararmış bu adam, elinde deve işkembesi ile Peygamber Efendimizin yanında göründü.
Resûl-i Ekrem, her şeyden habersiz, Cenâb-ı Hakkın huzurunda secdeye varmıştı.
Gözü dönmüş Ukbe, getirdiği deve işkembesini iki küreği arasına koydu. Ruh ve vicdanları şirkin karanlıklarına gömülü müşrikler manzarayı kahkahalarla seyrediyorlardı.
Muhterem babasının, müşriklerin bu âdice hareketine maruz kaldığını duyan Hazret-i Fâtıma, koşa koşa geldi. İşkembeyi tuttuğu gibi suratlarına çarparcasına müşrik gürûhuna doğru fırlattı.
Namazını bitiren Hazret-i Resûlullahın mübârek dudaklarından,
"Allah'ım, Kureyş'i sana havale ediyorum" cümlesi döküldü.
Bu cümlesini üç kere tekrarladı. Sonra da müşrik elebaşlarının isimlerini teker teker zikrederek, onları da sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakka havale etti.219
Resûl-i Ekrem Efendimize, müşriklerin yaptığı bir başka eziyet ve hakaret hâdisesini, Abdullah bin Amr Hazretleri şöyle anlatır:
"Birgün Kureyş'in ileri gelenleri, Hıcır denilen yerde toplanmışlardı. Ben de orada bulunuyordum. Kureyşliler Allah Resûlü hakkında konuşarak şöyle diyorlardı: 'Biz bu adamın işinde sabrettiğimiz kadar hiçbir şeye karşı sabır göstermedik. Bu adam, bizi akılsızlıkla ittiham etti. Babalarımıza, dedelerimize hakaret etti. Dinimizi ayıpladı, birliğimizi bozdu, putlarımıza dil uzattı. Onun yaptığı bunca şeylere biz sabrettik.'"
Kureyş, bunu konuşup dururken, birdenbire Allah Resûlü görünüverdi. Yürüyerek geldi. Hacerü'l-Esved'i öptü. Sonra Kâbe'yi tavaf etmek üzere yanlarından yürüyüp geçti. Bu sırada Kureyşliler kendilerine laf attılar. Allah Resûlü, son derece üzüldü. Üzüntüsünü, birdenbire değişen yüzünün renginden fark ettim.
"Allah Resûlü, üçüncü defa, Kureyşlilerin yanından geçerken yine aynı şekilde kendisine lafla sataştılar. Bunun üzerine Allah Resûlü, durdu ve onlara dönüp şöyle konuştu:
"Ey Kureyşliler! Sözlerimi duyuyor musunuz? Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, başınıza felâket gelecektir."
Nebiyy-i Ekremin bu hitabı, topluluk üzerinde derin bir tesir meydana getirdi. Hiçbiri yerinden kımıldamadı. Sonunda, daha önce onun hakkında en çok aleyhte konuşup; arkadaşlarını kışkırtanlar (başta Ebû Cehil) bile, en iyi sözlerle gönlünü almaya çalışarak şöyle dediler:
"'Yâ Ebe'l-Kâsım! Haydi selâmetle git. Vallahi, sen cahillerden, kendini bilmezlerden değilsin.'"
Allah Resûlü de uzaklaşıp gitti.
Ertesi gün, Kureyşliler, yine Hıcır denilen yerde toplandılar. Ben yine aralarında idim. Aynı şekilde Allah Resûlü hakkında ileri geri konuşuyorlar ve şöyle diyorlardı:
"'Muhammed'in size yaptıklarını ve Onun hakkında size verilen haberleri söyleyip duruyorsunuz. Fakat gelip karşınıza dikilerek, yüzünüze karşı kötü(!) şeyler söylediği zaman ona dokunmuyor ve serbest bırakıyorsunuz.'"
Onlar, böyle konuşup dururlarken, yine Resûlullah çıkageldi. Kureyşliler hemen oturdukları yerden fırlayarak etrafını sardılar. Onun, kendi taptıkları ve dinleri hakkında söyledikleri sözleri zikrederek, 'Hakkımızda şu şu sözleri söyleyen sen misin?' dediler."
Nebiyy-i Ekrem, cevaben,
'Evet, bunları söyleyen benim' dedi. Bunun üzerine hep birden Resûlullahın üzerine atıldılar. Biri onun yakasına yapıştı.
"Bu sırada biri koşarak Hz. Ebû Bekir'e durumu haber verdi. Hz. Ebû Bekir hemen Mescid-i Harama girdi. Gözyaşları arasında müşriklere,
'Allah belânızı versin "Rabbim Allah'tır" diyen bir zâtı öldürmek mi istiyorsunuz?' diye seslendi."
Bunu duyan Nebiyy-i Ekrem,
'Bırak onları ya Ebû Bekir! Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben onların hepsinin hakkından geleceğim' dedi.
Bu sözü işiten Kureyşliler korktular ve Resûlullahı bırakarak dağıldılar."220
"Rabbim Allah'tır" dediği ve halkı bu ulvî hakikata çağırdığı için Resûl-i Kibriyâ Efendimize revâ görülen çirkin hareketler bunlarla da kalmıyordu.Yine birgün, Kâbe yanında namaz kılıyordu. Alnını yüce Yaratıcısının huzurunda yere koyar koymaz, serseri Ukbe bin Ebî Muayt, ridasını topladı ve boynuna doladı. Olanca gücüyle sıktı. Maksadı ona boğmaktı.
O arada Hazret-i Ebû Bekir yetişip Peygamber Efendimizi bu serserinin elinden kurtardı. Sonra da âdeta kâinata işittirmek istiyormuşçasına şu âyet-i kerimeyi okudu:
"Firavunun âilesinden, îmânını gizleyen mü'min bir kimse, 'Rabbim Allah'tır' dediği için mi bir adamı öldüreceksiniz?' dedi. 'Halbuki, o, Rabbinizden size mûcizelerle gelmiştir. Eğer yalancıysa yalanı kendi aleyhinedir. Fakat doğru söylüyorsa, size vaad ettiği azâbın bir kısmı olsun başınıza gelir. Muhakkak ki, Allah haddini aşan ve yalancılık eden kimseyi muvaffak etmez."' 221



Resûlullahı Öldürmeye Teşebbüs

İçlerinde Ebû Cehil ve Velid bin Muğîre'nin de bulunduğu Mahzumoğullarından bir topluluk, uzun uzun konuştuktan sonra Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Vazifeyi Velid bin Muğire yerine getirecekti.
Resûl-i Ekrem, namazda Kur'ân okumaya başladığı bir sırada, Velid yanına kadar sokuldu. Fakat, o da ne! Öldürmeye gittiği zâtın sesi var, okuduğu Kur'ân şirk kiriyle paslanmış kulağına geliyor, fakat gözü onu bir türlü göremiyordu.
Velid şaşkınlaştı. Telaşla arkadaşlarının yanına döndü ve durumu anlattı. Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat, yine Efendimizi görmeye muvaffâk olamadılar. Çünkü, ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya doğru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kalıp dağıldılar.
Kâinata bir rahmet güneşi olarak doğan Peygamber Efendimiz, müşriklerin bu küstahça hareketleri karşısında evine döndü. Birazcık olsun üzüntüsünü yok etmek, sıkıntısını gidermek için örtüsüne büründü ve yattı.

213. Allah Resûlü, Mekkelilere toptan İslâmiyeti ve peygamberliğini nasıl duyuracağını düşünmüş durmuştu. Sonunda Safâ Tepesine çıkmayı uygun buldu. Buradan halka seslenecek, duyan yanına koşacaktı. Zira biri bir tehlike hissettiğinde yahut aniden hücuma geçip gafil bulunan insanları ele geçirecek bir düşman sezdiği, veya kimsenin haberi olmadan pusu kuran bir hasmını fark ettiğinde, bir dağın tepesine veya yüksekçe bir yere çıkarak en üst perdeden "Ya Sabâhâh!" diye haykırması, o zamanlar Araplar arasında yaygın bir âdet idi. Bu sesleniş üzerine korkuya kapılan halk, süratle hazırlıklarda bulunur ve en kısa zamanda düşmanı karşılamaya çıkardı. (Bkz.: Ebu'l-Hasan en Nedvî, Es-Siyretü'n-Nebeviyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, 9:246.) İşte Peygamber Efendimiz de, Safâ Tepesine çıkmakla Araplar arasında câri olan bu âdeti göz önünde bulundurmuştu.
214. İbni Sa'd, Tabakât: 1/199-200; Buharî, 3/171; Müslim, 1/133-135; Taberî, Tarih: 2/216
215. İbni Hişâm, Sîre, 1/287
216. İbni Hişâm, Sîre: 1/381-382; Kâdı İyaz, Şifâ: 1/684
217. İbni Hişâm, Sîre: 1/319-320; Kâdı İyaz, Şifâ: 1/688; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 164
218. Kadı İyaz, Şifa: 1/690-691
219. Müslim, 5/180
220. İbni Hişâm, Sîre: 1/309-310; Taberî, Tarih: 2/223
221. Mü'min Sûresi, 28

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
gespenst

gespenst


Mesaj Sayısı : 588
Kayıt tarihi : 24/06/10
Nerden : ANKARA

37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Empty
MesajKonu: Geri: 37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI   37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Icon_minitimeCuma Haz. 25, 2010 7:34 am



40 - PEYGAMBERİMİZ VE MÜSLÜMANLAR DÂRU'L-ERKAM'DA

Efendimizin peygamberliğinin beşinci senesi.
Milâdî, 615
Kureyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifâ edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.
İslâm ve îmânın tâlimi, Allah'a ibadet ve tâatın serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tesbit etti: Saf'a Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkâm bin Ebi'l-Erkâm bin Esed'in evi. Bu ev giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emîn bir yerdi.
Artık, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz burada muâllim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dahilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü'l-Erkâmı, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslâm üniversitesi saymak mümkündür.
Hazret-i Ömer'in, İslâmla şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, İslâmı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hazret-i Ömer olmak üzere bir çok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.
Dârü'l-Erkâmı Erkâm bin Ebî'l-Erkâm Hazretleri, hiç satılmamak ve tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.
İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşısında, "Dârü'l-Hayzûran" adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.222



Yasir Âilesinin Başına Gelenler

Yâsir, Mekke'ye Yemen'den gelmişti.
Burada, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe bin Muğire'nin himâyesine girmişti. Sonradan Ebû Huzeyfe, onu câriyesi Sümeyye ile evlendirmişti. Bu evlilikten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah.
Bütün ferdleriyle saâdet dairesine giren bu âileye başta Mahzumoğulları olmak üzere, bütün müşrikler çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzumoğulları, îmân ve İslâmdan vazgeçsinler diye, güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, âdeta Cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.
Yine bir gün Yâsir âilesi işkence altında zalim müşrikler tarafından inletilirken, Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu durum karşısında,
"Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sizin mükâfatınız Cennettir; sabredin, ey Yâsir âilesi!" diyerek sabır tavsiyesinde bulundu.
İşkence altında kıvranan Yâsir,
"Yâ Resûlallah," dedi, "bu iş daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?"
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu suale,
"Allâhım! Yâsir âilesinden Rahmet ve Mağfiretini esirgeme" duâsıyla karşılık verdi.
Bu hâdiseden bir müddet sonra Hazret-i Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece Müslüman erkeklerden "ilk şehid" şerefi kendisinin oldu.
Oldukça yaşlanmış, zaîf ve nahif bir kadın olan Yâsir'in âilesi Sümeyye de işkence etsin diye Ebû Cehil'e havâle edilmişti.
Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zaîf ve kimsesiz kadına küstahça ve âdice, "Sen güzelliğine âşık olduğun için, Muhammed'e îmân ettin!" diyordu.
Bu âdice ithama, îmân âbidesi kesilmiş Hazret-i Sümeyye, bir müşrike söylenebilecek en ağır laflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elindeki mızrağı saplayarak, şehid etti. Hazret-î Sümeyye de böylece, kadınlardan ilk şehid edilen kişi oldu.



Ammar'ın Başına Gelenler

Ammar'ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydiriliyor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.
Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebiyy-i Ekremin yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu.
"Azabın her türlüsünü tattık, yâ Resûlallah" diyerek halini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle duâ ediyordu:
"Allah'ım, Ammar âilesinden hiçbir kimseye Cehennem azabını tattırma."
Hz. Ammar'a revâ görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rasgeldi. Mübârek elleriyle Ammar'ın başını sığayarak ateşe,
"Ey ateş, İbrahim'e (a.s.) serin ve selâmet olduğun gibi, Ammar'a da öyle ol!" diye duâ etti. Sonra da Ammar'a şu haberi verdi:
"Ey Ammâr! Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müddet yaşayacaksın. Senin ölümün azgın bir topluluğun eliyle olacaktır."223
Gerçekten de, Cenâb-ı Hak, Hz. Ammar'a uzun ömürler ihsan ederek, Sevgili Habibinin haberini doğrulamıştır. Hz. Ammar daha sonra Sıffin Harbinde katledildi. Hz. Ali, onu Muâviye'nin taraftarlarının bâği (azgın) olduklarına hüccet gösterdi. Fakat, Muâviye te'vil etti. Amr bin Âs dedi: "Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz." 224
Yine birgün, Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsali Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sildi. Sonra da,
"Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tutar da, sana şöyle şöyle derler ve işkencelerine devam ederlerse, sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul" dedi.
Bu, hayatını zalim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar'a bir müsâade idi!
Bu müsâadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tarafından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de kendisine şu teklif yapılıyordu:
"Muhammed'e küfretmedikçe, Lât ve Uzzâ'ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!"
Zavallı Ammar'ın dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar Ammar'ı serbest bıraktılar.
İşkence ve azab yükü altında ezilmekten kurtulan Ammar doğruca Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Efendimiz, kendisine,
"Kurtulduğun yüzünden belli" deyince, cevabı şu oldu:
"Hayır, vallahi kurtulmadım!"
Peygamber Efendimiz,
"Niçin?" diye sorunca da Ammar,
"Ben, senden vazgeçirildim. Lât ve Uzzâ'nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylettirdiler" karşılığını verdi.
Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya, başına yıkılacakmış gibi heyecan ve korku içinde Resûl-i Kibriyanın huzurunda dikilmiş duruyordu. Müşriklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlike ile karşı karşıya gelmişti!
Resûl-i Ekrem,
"Müşriklerin dediklerini söylerken, kalbini nasıl buldun?" diye sordu.
Ammar'ın kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:
"Kalbimi îmân ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da, demirden daha sağlam buldum."
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz,
"Sana vebâl yok, ey Ammar! Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak isterlerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul"225 diyerek Ammar'ın hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sürûra garketti.
Bu hâdise üzerine, yüce Allah şu meâldeki âyetini inzâl buyurdu:
"Kalbi îmânla dolu olduğu halde inkâra zorlananlar müstesnâ, kim îmân ettikten sonra tekrar kâfir olur ve gönül rızâsıyla küfrü kabul ederse, öylelerinin üzerine Allah'tan bir gazap vardır. Onların hakkı pek büyük bir azaptır." 226
Şu halde kalbi îmân ile karar bulmuş bir mü'mine burada bir ruhsat tanınmaktadır: Düşman tarafından canı veya herhangi bir azası yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun, kalbin îmân ile mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve dinin izzetini korumak için şehid olmayı göze alıp, küfür kelimesinin lisanla dahi olsa, söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsat ile değil de, azimet ile amel etmek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.227



Hazret-İ Ebû Bekir'in İşkenceye Mâruz Kalışı

Resûlullah Efendimiz, bir gün Dârü'l-Erkam'da ilk Müslümanlardan birçoğu ile oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde Tevhid davasını müşriklere karşı açıklamak arzusu bir iştiyâk halini almıştı. Bunu gerçekleştirmesi için Resûl-i Kibriyâ Efendimizden ricâda bulundular. Fakat, Hazret-i Resûlullah, tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir hareket için zamana ihtiyaç vardı.
"Biz henüz azız, bu işe yetmeyiz" diye konuştu.
Fakat, imânın tap taze heyecan ve şevkini ter temiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde âdeta duramaz hale gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahr-i Alem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescid-i Harama gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.
Allah ve Resûlüne îmân aşkıyla yanıp tutuşan Hazret-i Ebû Bekir, kalbinin derinliklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah'a îmânın ulviyet ve kudsiyetini; buna karşılık puta tapmanın pespayeliğini ve onlara hürmet etmenin sefaletini haykırdı. Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müşrikler, Hazret-i Sıddîk'a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden, ancak kabilesi Teymoğullarından bir kaçının araya girmesiyle kurtulabildi.
Demirli ayakkabıların darbelerine maruz kalan Hazret-i Ebû Bekir, kendinden geçmişti. Baygın bir halde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşam üzeri kendine gelebildi.
Sanki, onca darbelere maruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gözü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen ilk cümleler şunlar oldu:
"Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmişlerdi?"
Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle Hazret-i Resûlullaha olan sadakatının şâheser bir örneğini veriyordu. Kan revan içindeki haline bakmadan, yara berelerinin acısına sızısına aldırmadan Nebiyy-i Zişânın durumunu öğrenmek istiyordu. Hem de o Nebiyy-i Muhtereme şiddetle muhâlefet edenler arasında
Kendisine yemek teklifinde bulundular.
"Aç kaldın, susuz kaldın, birşeyler yiyip içmez misin?" dediler. O ise hep,
"Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?" diye soruyordu.
Annesinin Resûl-i Ekremin dâvâsından haberi yoktu. Henüz îmân etmeyenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resûlünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine,
"Git," dedi, "Hattab'ın kızı Ümmü Cemil'e sor. Resûlullah hakkında bana haber getir."
Ümmü Cemil, îmân etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat, Resûl-i Ekremden aldığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.
Ebû Bekir'in annesi Ümmü Hayr, ona,
"Ebû Bekir senden Abdullah'ın oğlu Muhammed'i soruyor" deyince;
"Ben Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen beraber oğlunun yanına gidelim" diye cevap verdi. Aslında, Ümmü Cemil'in Resûlullah'dan haberi vardı. Ancak, bir tertip ve tuzakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle cevap vermişti.
Hazret-i Ebû Bekir'i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil'in içi burkuldu ve kendisini zaptedemeyerek,
"Sana bunları reva gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sapkındır. Allah'tan dileğim, onlardan intikamını almasıdır" diye haykırdı.
Ümmü Cemil'den Resûl-i Ekremin selamette olduğunu öğrenmesine rağmen Hazret-i Ebû Bekir'in içi, yine de rahat etmiyordu. Annesine,
"Vallahi, gidip Resûlullahı görmedikçe, ne yer ne de içerim!" dedi.
Onu, Resûl-i Ekreme götürmekten başka çare yoktu. Fakat bu haliyle nasıl giderdi? Dârü'l-Erkam'a kadar nasıl yürüyebilirdi?
Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil'e yaslanarak sendeleye sendeleye Resûlullahın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş candan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûl-i Ekremin durumunu gözleriyle gördükten sonra,
"Annem, babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! O azgın, sapkın adamın (Utbe bin Rabia) yüzümü yerlere sürtüp, bilinmez hale getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok"228 diye konuştu.
O anda bile Hazret-i Ebû Bekir'in gönlü îmân ve İslâma hizmet aşkıyla alev alev yanıyordu.
Peygamber Efendimize annesini göstererek,
"Bu annem, Selmâ'dır" dedi. "Onun hakkında Allah'a duâda bulunmanızı arzu ediyorum. Umulur ki Allah, onu Cehennem ateşinden hatırın için kurtarır."229
Bu samimi arzu, samimi duâ ile birleşti ve o anda orada Ümmü'l-Hayr Selmâ Hâtun bahtiyar mü'minler safına katıldı.

222. İbni Sa'd, Tabakât: 3/267; Ebu'l-Velid el-Ezrakî Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof.Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1/80
223. İbni Sa'd, Tabakât: 3/248
224. Bkz.: Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat s. 110
225. İbni Sa'd, Tabakât: 3/249
226. Nahl Sûresi, 106
227. Hazin, Tefsir, 3/136; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IV/3132
228. Halebî, İnsânü'l-Uyûn, 1/275
229. Halebî, İnsânü'l-Uyûn, 1/276
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
gespenst

gespenst


Mesaj Sayısı : 588
Kayıt tarihi : 24/06/10
Nerden : ANKARA

37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Empty
MesajKonu: Geri: 37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI   37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Icon_minitimeCuma Haz. 25, 2010 7:35 am



41 - BÜTÜN BUNLAR İMTİHANDI

İlk Müslümanların maruz kaldıkları bu işkence, eziyet ve hakaretler, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mâniler Allah tarafından aynı zamanda birer imtihandı. Mesele sadece "îmân ettim" demekle bitmiyordu. Îmândaki sadâkat, samimiyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu.
Öylesine güçlükler, işkence ve eziyetler olacak ki, gerçekten îmân etme arzusunu ruhunda taşıyanlar, bütün bunlara aldırmadan îmân edecekler; bu arzuyu ciddi olarak gönüllerinde taşımayanlar ise, halis mü'minlerden ayrılacaklardı.
Nitekim, şu âyet-i kerime de bu hususa işâret eder:
"Doğrusu Biz, onlardan evvelkileri de [çeşitli musibetlerle] denedik. Allah [imtihan sûretiyle îmânında] sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da elbette bilecek." 230
Demek ki, îmânında samimiyetin en mühim bir ölçüsü, karşılaştığı güçlükler, işkence, eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.
Dayanılmaz işkenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah'a îmânın ve Resûlüne tabi olmanın gerçek şuuruna eren hakiki Müslümanların cesaretini kıramıyordu. Onların hidayet dairesinde sebât etmelerine ve başkalarının da o daireye koşmasına mâni olamıyordu. İşkenceler, eziyet ve hakaretler, âdeta İslâm ateşinin daha gür yanması, daha kuvvetli parlaması için birer odun mesabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine devam ettikçe, İslâm davası da bir başka hızla gelişiyor, yayılıyor, ruh ve gönüller üzerindeki nûrdan saltanatını devam ettiriyordu.
Şurası muhakkaktır ki, zor ve tahakküm hiç bir zaman, hiçbir devirde devamlı olarak hak ve hakikatı yenememiş, boğamamış ve kendine esir edememiştir. Aksine hak ve hakikat, çoğu kere zoru da, tahakkümü de, zulüm ve zulmeti de yenmiş, yok olmaya mahkûm etmiştir.
Asr-ı Saâdet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret, engin sabır ve harika metanet, cidden insaf ve basiret sahiplerinin gözlerini yaşartacak bir ulviyete sahiptir ve günümüz Müslümanları için de birçok ibretleri hâvidir.
Öyle ki, İtalyan muharrir, tarihçi Leone Kaitano gibi azılı bir İslâm düşmanı bile şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:
"Hayret, hayrettir ki, aralarında bir tane bile dönek yoktur!"
Asıl hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn İslâma gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde, düşmanlıkta devam etmesi, âdeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır.

230. Sebe' Sûresi, 3
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
gespenst

gespenst


Mesaj Sayısı : 588
Kayıt tarihi : 24/06/10
Nerden : ANKARA

37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Empty
MesajKonu: Geri: 37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI   37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI Icon_minitimeCuma Haz. 25, 2010 7:36 am



42 - MÜŞRİKLERİN YENİ TERTİPLERİ


Ebû Tâlib'e Şikayet

Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiç biri Resûl-i Ekrem Efendimizi İslâmı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Talib de, yaptıklarına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilakis onu koruyordu.
Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Talib'e gelerek,
"Ey Ebû Talib," dediler, "yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu.
Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil."231
Ebû Talib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih edecekti?
Sonunda yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.232
İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Talib'e tekrar başvurdular:
"Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla ithâm etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz.
Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin, yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız."233
Ebû Talib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Kavmi tarafından terk edilmek istemezdi. Ama, yeğeni Kâinatın Efendisinden de vazgeçemezdi. O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) yanına çağırarak yalvarırcasına,
"Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana ârzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç"234 dedi.
Durum oldukça nazikti. Bir bakıma o güne kadar kavmi içinde kendisine yegâne hâmilik eden Ebû Talib'di. O da mı himâyeden vazgeçecekti?
Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, bir müddet mahzun mahzun düşündü. Sonra, hakiki muhafızının Cenâb-ı Hak olduğunu bilmenin gönül rahatlığı içinde amcasına cevabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu:
"Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ay'ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem.
Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm."235
Öz amcasının kendisini terk edeceği endişesini duyan Peygamber Efendimiz, bu cevabını verirken göz yaşlarını tutamamıştı. Mübarek gözyaşları sanki, amcasının gönlüne damlıyordu! Bu halini gören amcası onu nasıl yalnız başına bırakabilirdi? Zâtına karşı böylesine muhabbet beslediği yeğenini nasıl terk edebilirdi?
Yıkılmayan bir iradeye sahib Resûl-i Kibriyânın davasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Talib; "Yeğenim benim," diyerek boynuna sarıldı ve,
"işine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi birşeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim"236 diye konuştu.
Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Talib'in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar.



Ebû Talib'e Başka Teklif

Gözleri önünde bir çok kimsenin İlâhî hidâyete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Başka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Talib'e başvurarak şu teklifte bulundular:
"Ey Ebû Talib! Sana Kureyş gençlerinin en güçlü, en kuvvetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umâre bin Velid'i verelim, kendine evlâd edin. Aklından, yardımından istifâde edersin. Buna karşılık sen de bize, kardeşin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte sana adam karşılığında adam, daha ne istersin?"
Ebû Talib bu mantıksız teklife,
"Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm, ancak sonra onu size verebilirim" diye cevap verdi.
Bu teklifi müşrikler tepkiyle karşıladılar:
"Bizim çocuklarımız," dediler, "onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!"
Ebû Talib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille,
"Vallahi, o sizin çocuklarınızdan çok çok daha hayırlıdır. Siz bana çok çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz? Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek üzere vereceksiniz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız? Buna asla müsâade edemem!"237 diye konuştu.
Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böylece Resûlullah ve Müslümanlara değil, Ebû Talib'e de yönelmiş oluyordu.
Kaderin garip tecellisine bakınız ki, müşriklerin Ebû Talib'e karşı menfi tavır takınmaları Haşimoğullarının Resûl-i Ekremi himayelerine almalarına vesile oldu. Himayeden sadece biri kaçındı: Ebû Leheb.
Bu arada Ebû Talib, Hâşimoğullarını topladı ve Resûl-i Ekremin korunması hususunda dikkatli olmalarını tembihledi.
Ebû Talib'in bu tarz vaziyet alışı, Kureyş müşriklerini şu kesin karara sevketti: Allah Resûlünün hayatına son vermek!
Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescid-i Haram'a toplandılar. Bunu duyan Ebû Talib, Haşimoğulları gençlerini bir araya topladı ve derhal onlarla Kâbe'ye giderek müşrik topluluğuna gözdağı verdi:
"Vallahi," dedi, "yeğenim Muhammed'i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiçbir kimse sağ kalmaz. Biz de, siz de bu yolda helâk oluncaya kadar peşinizi bırakmayız."
Ebû Talib'in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan dağıldılar.
Ebû Talib, konuşmasının sonunda, Kâinatın Efendisi hakkında şöyle diyordu:
"Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sahibidir ki, yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Hâşimoğulları âilesinin yoksulları ona sığınırlar. Hâşimoğulları onun sayesinde nimetlere erişmişlerdir.
"Ey Kureyş topluluğu! Beytullah'a yemin ederim ki, siz onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayallere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki su-i kasdınız ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça gerçekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, çoluk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaâ etmedikçe size bırakmayız."238
Bütün bu olup bitenlerden sonra Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimizin baskılarla, zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle kendilerine boyun eğmeyeceğini anlamışlardı.
Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnad ve iftiralar uydurmayı tasarladılar. Hedef; Resûl-i Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini nazarlarda (haşâ) küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmasına engel olmaktı!
Bu maksatla hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid bin Muğire etrafında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saâdet bahşeden îmân, İslâm davası ve onun temsilcisi olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz hakkında konuşmaya başladılar.
Fikir babalarından biri olan Velid bin Muğire, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına,
"Ey Kureyşliler," dedi, "İşte Hac mevsimi de gelip çattı. Arap kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Muhakkak onlar, şu adamımız Muhammed'in meselesini de duymuşlardır. Size bir takım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir. Tâ ki, aramızda ihtilâfa düşmeyelim."
Bu, kurnazca bir teklifti. Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri elbette onları inanılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı. Dolayısıyla gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.
Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek istediler.
"Sen," dediler, "bize bu husustaki görüşünü, kanaatini ve tedbirlerini de söyle. Biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket edelim."
Fakat, Velid, önce onların kanâat ve görüşlerini öğrenmek istiyordu. Kureyş müşrikleri fikirlerini beyân ettiler.
"Kâhindir deriz."
Velid bu fikirlerine katılmadı.
"Hayır," dedi, "vallahi o, bir kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da. Amma, biz Muhammed'in hiçbir yalanını görmedik ki!"
Müşrikler,
"O halde "mecnûn (deli)" diyelim" dediler.
Velid, bu görüşe de itiraz etti:
"Hayır," dedi. "O mecnûn da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hali bir delininkine asla benzemiyor."
Topluluktan üçüncü teklif geldi:
"Öyle ise 'şair'dir deriz."
Velid bu görüşü de doğru bulmadı.
"Hayır, o şâir de değildir, biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu bunların hiçbirine benzemez."
Müşrikler,
"O halde 'sihirbaz (büyücü)' deriz."
Bu fikirler de Velid'ce makbul sayılmadı.
"Hayır, hayır! O sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları," diye konuştu.
Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid'e havâle ettiler:
"O halde ey Abdüşşems'in babası, ne diyeceğimizi sen söyle" dediler.
Velid'in konuşması şaşırtıcı oldu:
"Vallahi," dedi, "onun sözlerinde apayrı, bambaşka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz. O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki, sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağacıdır, o."
Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar. Yoksa akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele kendilerini terk edip, evine dönmesi telaş ve endişelerini bütün bütün artırdı. Öyle ki,
"Velid, dininden döndü" diye söylenmeye bile başladılar.
Ancak, Velid'in dininden döndüğü filan yoktu. Hangi itham ve iftiranın daha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti. Kararını verdikten sonra, geri dönüp Kureyşlilere şöyle dedi:
"Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yakın olanı ona sihirbaz demenizdir. Çünkü, o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evladla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor."239
Bu görüş etrafında birleştiler. Artık, Peygamber Efendimize (hâşâ) sihirbaz diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisinden uzak tutmaya çalışacaklardı!
Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerde, Velid bin Muğire'nin bu kurnazca tedbir ve plânından,
"Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti" buyurarak bahsediyor ve âkibetini de şöyle ilân ediyordu:
"Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi. 'Bu olsa olsa eskiden kalma bir sihirdir' dedi. 'Bu ancak beşer sözüdür' dedi.
Ben onu Sakara sokacağım. Sakarın ne olduğunu bilir misin? O yakmadık birşey bırakmaz; azâbı tekrarlamaktan da vazgeçmez." 240
Kâinatın Efendisi müşriklerin iddiâ ettiği gibi bir kâhin değildi. Çünkü, kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir. Halbuki, onun söyledikleri hak ve hakikattı. Her selim aklın tasdik ettiği gerçeklerdi. Karışıklıktan, tahminden uzak, kesinlik ifâde eden sözlerdi.
O, iddia edildiği gibi mecnûn da değildi. Çünkü yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile yeri geldikçe aklının mükemmeliyetine şehâdet ediyorlardı.
Server-i Kâinat, iddiâ ettikleri gibi bir şâir de değildi. Çünkü, onun bahsettiği parlak, nûrlu hakikatlar şiirin hayallerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi.
Cenâb-ı Hak, müşriklerin bütün bu iftira, isnad ve tertiplerinden sonra indirdiği vahiy ile Resûlüne şöyle hitap etti:
"O halde ey Resûlüm, sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin Sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun." 241

231. İbni Hişâm, Sîre: 1/283-284; İbni Kesîr, Sîre: 1/473
232. İbni Hişâm, Sîre, 1/284; Taberî, 2/218; İbni Kesîr, Sîre, 1/473
233. İbni Hişâm, Sîre, 1/284; Taberî, 2/218; İbni Kesîr, Sîre, 1/47
234. İbni Hişâm, Sîre, 1/284; Taberî, 2/220
235. İbni Hişâm, Sîre: 1/474
236. İbni Hişâm, Sîre, 1/285; Taberî, 2/220; İbni Kesîr, Sîre, 1/474
237. İbn-i Hişâm, Sîre: 1/285; Tabakât: 1/202; Taberî: 2/220; İbni Kesîr, Sîre: 1/475
238. İbn-i Hişâm, Sîre: 1/295
239. İbni Hişâm, Sîre, 1/288-289; Kâdı İyaz, Şifâ, 1/512-513
240. Müddessir Sûresi, 18-28
241. Tûr Sûresi, 29
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
37 - 42 EFENDİMİZİN S.A.V HAYATI
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
buharalıbilvanisli.com :: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) :: Peygamberimizin Hayatı-
Buraya geçin: